Sultan I. Alaaddin Keykubad’ın Kayseri’de yaptırmış olduğu bu ikinci yazlık saray, o zamana göre şehrin 10 km. batısında, şimdi şehir merkezinde Ambar Mahallesinde kalmış, Ankara- Adana, Konya yolu üzerinde, Keykubad Dağı eteklerinde, bugünkü Şeker Fabrikası arazisi içerisinde idi’. Sultanın ismi ile anılan saray yanındaki Keykubad Dağı ve çevredeki Keykubad Çiftliği (halk dilinde Keybat olarak) bugünlere kadar gelebilmiştir. Sultan Alaaddin Keykubad kendi ismi ile anılan bu küçük tepenin güney batısında kaynayan su kenarına Keykubadiye Köşklerini yaptırmıştır. Kaynayan bu sudan oluşan ve bugün Şeker Fabrikası gölü olan gölcük sarayın havuzu idi ve uzak bir yerden buraya ayrıca içme suyu da getirtilmişti. Dağın arka, yani kuzey ve doğu tarafı ise kaynaklarda geçen, Selçuklu ordusunun seferlerden önce toplandığı meşhur Meşhed Ovası idi. Şimdi bu çevrede Meşhed İni isimli bir semt bulunmaktadır. Bu meşhur Selçuklu Sarayının yerini merhum M. Zeki Oral bulmuş, araştırma ve gözlemlerini neşretmiştir. Bugün de bazı kalıntılar mevcut olan burada 1964 yılında Prof. Dr. Oktay Aslanapa, kısa süre araştırma hafriyatı yapmış, 1980 yılında da Prof. Dr. Oluş Arık ve Prof. Dr. Rüçhan Arık birkaç gün bazı çalışmalarda bulunmuşlardır. Çevredeki yerleşim sebebi ile hızla tahrip olmakta olan bu tarihî alanda ciddi ve uzun bir kazı çalışması yapılarak sarayın koruma alanının tespiti ile bölgenin sıkı bir koruma altına alınmasına acilen ihtiyaç bulunmaktadır. Saray hakkında Selçuklu kaynağı İbni Bibi’de teferruatlı bilgiler vardır. Burada Saraydan ilk bahis H.622/M. 1225 yılında bazı tüccarların şikayeti üzerine Alaaddin Keykubad, tayin ettiği kumandanları emrindeki ordularını Kırım, Ermenistan ve Akdeniz sahillerine göndermesinden sonra “Emirlerin Olmadığı Sırada Sultan’ın Keykubadiye Mevkiinde Oturması” başlığı altında bulunmaktadır”. Yazar bu bölümdeki şiirde sarayı özetle şöyle tasvir eder: “Ordularını seferlere yollayınca. Sultan bir grupla bir yere (Keykubadiye’ye) gitti. Bu yer öyle bir yerdi ki Tanrı Cenneti dünyada göstermek için yaratmıştı. Havası ılık, sabâ rüzgârı misk kokuları getirirdi. Nehrin kıyısında yeşillikler vardı. Güzellikte bahar gibi idi. Orada öyle bir saray vardı ki güneş ve ay her taraftan görünürdü. O yerde hayat suyu akıtan bir çeşme vardı. Çevresi baştan başa gül bahçesi idi. Onun önünde güzel bir yeşil deniz vardı. Orada balıklar ay gibi gezinirlerdi. Oradaki ağaçların meyveleri ikbal meyvesi idi. Dünya oraya cihan padişahı Keykubad adına ikbal mührünü vurmuştu. Alemin Sultanı Keykubad bir süre cennet bahçesini andıran o nezih yerde oturur, yapacağı fetihleri düşünür ve eski pâdişahları anlatan kitapları okurdu. Pâdişâh seller vakti güneş kendini gösterince genç çavuşun sesi ile dışarı çıkar, dağ gibi atına biner. Cenneti andıran ovada (sarayın yanındaki Meşhed Ovası) dolaşırken her ülkeden adamlar gelir, duyduklarını ona anlatırlardı. Oradan mutlu bir şekilde eyvana döner, eliyle borgâhın kapısını açar, büyük küçük herkes oraya gelirdi. Mîr-i bar gelenleri kabul eder, padişahın dağıttığı adaletle işleri yoluna girerdi. Sonra halka açık sofra kurulur, münavebe ile herkes o sofradan nasibini alır, kimse mahrum kalmazdı. Sonra cihan fatihi oradan kalkar, saadetle başka eyvana geçerdi. Bütün bilginler, din ve düşünce adamları, köleler ve ordunun ünlüleri oraya girerlerdi.
Orada her konudan söz edilir, her ülkeden, yapılması gereken işlerden, hazinenin ve ordunun meselelerinden, asayiş ve huzurdan, sevgiden, düşmanlıktan, her ülkeye gönderilen cevaplardan bahsedilirdi. Bu işler bittikten sonra Mîr-i han Cihan Padişahının önüne Dârüsselâm gibi bir sofra kurardı. Çaşnigir huzura girer ve yerini alır, ünlü kimselerin yaptıkları duadan sonra Padişaha yiyecek sunardı. Yemekten sonra hepsi mutlu olarak Cihan Hâkiminin yanından ayrılırdı. Ondan sonra tanınmış kişiler, savaşın arslanları olan eğlence arkadaşları Padişah dergâhında bir defa daha yerlerini alırlardı. Saz ve rud çalan bütün çalgıcılar gelirdi. Neyin sesinden ve çalgı nağmesinden sert taşların kalbi de coşmağa başlardı. O mutlu pâdişâh gece gündüz zamanını bu şekilde geçirirdi. Haftada bir defa çevgân oyunu seyreder, kendisi de sık sık yapardı. İşlerinin olmadığı bazı günler ise ava çıkardı.” Erzincan Mengücüklü Emiri Melik Fahreddin Behramşah 1225 yılında ölünce, yerine oğlu Alaaddin Davudşah geçmiş, ancak bu Melik kendi emirleri ile geçinememiş ve onların bir kısmını öldürüp bir kısmını hapsetmişti. Bazıları da kaçıp Alaaddin Keykubad’a sığınmışlardı. Sultan bunun üzerine Davudşah’a elçi gönderip hapisteki emirleri kurtarmış ve onları Keykubadiye Sarayı’na getirtmişti. Burada onlara ikram ve izzette bulunarak meclisin baş köşesine oturtmuştu. “Bahar mevsimi idi, rüzgâr amber saçıyordu. Bahçeye cennetten bir kapı açılmıştı. Yer gül mücevherleriyle dolmuş, Kubadiye başka bir gök olmuştu. Cihan, padişahı güzel eyvanda oturmuştu. Önünde suyunu kevser suyundan alan, gül suyu akıtan bir çeşme vardı. Orada yeşil bir deniz (göl) vardı.” Bir müddet sonra Davudşah durumdan endişelenerek O da Kayseri’ye, Sultanın ziyaretine geldi. Sultan Onu emirleri ile karşılamaya çıktı. Beraberce at sürerek Keykubadiye’ye geldiler. Davudşah,
Erzincan’dan kendi tarafından getirilerek kurulmuş olan atlas otağa yerleşti. Misafi rlere hassa mutfağından sofralar getirildi. Yol yorgunluğu geçtikten sonra bir süre Sultanla birlikte Meşhed Sahrasında gezinti yapıldı. Davudşah tekrar ayrılıp otağına geldi. Günün yarısı geçince davet üzerine Davudşah, Sultan tarafından hazırlatılan tam takımlı, altın işlemeli başlıklı Arap ata binerek ve yine gönderilen kıymetli hil’ati giyerek emirlerle Padişahın bargâhına (Keykubadiye’de) geldi. Perdedar perdeyi kaldırınca Melik, Sultan’ın önünde yüzünü yere koydu. Kalabalık bir mecliste büyük bir eğlence tertip edildi. Davudşah on gün bu şekilde misafi r edildikten sonra ülkesine gönderildi (1227)’’. Daha sonra Sultan, ahdinden dönen Davudşah üzerine, Erzincan’a 1228 yılında bir sefer düzenleyerek buraları fethedip oğlu Keyhüsrev’i bu bölgeye vali tayin etti. Sonra Kayseri’ye dönüp
“atını Keykubadiye’ye sürdü. Orada bir şehir gördü (orası bir şehir gibi idi). Böylesi görülmemişti. Dağından (Keykubad Dağı) akan gül suyu gibi berrak, süt ve şarap gibi hoş ve lezzetli olan çay, bargâhın kapısının önüne kadar akmakta ve oradan her yere dağılmakta idi. Çok miktarda yükselen güzel köşkler gölün üzerinde tepeler meydana getirmişti (herhalde göldeki adacık üzerinde bulunan köşkler kastedilmektedir). Bahçelerde ağaçlar meyvelerle dolmuştu”’ Yine İbni Bibi Keykubad’ın Kayseri’de, 1 Haziran 1237 yılında, Ramazan Bayramında büyük bir ziyafetten sonra aniden hastalanarak Keykubadiye Sarayına geçtiğini ve gece yarısı bu kasırda vefat ettiğini, cesedinin buradan Konya Alaaddin Camii avlusundaki, ecdadına ait sultanlar türbesine nakledildiğini kaydeder”.
Sultanın ölümünden sonra Keykubadiye’ye gelen büyük oğlu Gıyaseddin babasının vasiyetine muhalif olarak buradan taraftarı emirler tarafından alınıp, babasının yerine Selçuklu tahtına çıkarmak için Şehir Sarayı-Devlethâneye götürülmüş, veliaht küçük şehzade İzzeddin Keykubadiye’de kalmıştı’ Saraydan 1254 yılında Keyhüsreviye Köşkü olarak haber almaktayız. Bu tarihte kardeş sultanlar, II. İzzeddin
Keykâvus ile IV. Rükneddin Kılıç Arslan arasında Kayseri civarında Ahmet Hisarı önünde (merkez Yuvalı Köyü yakınında) vukuu bulan savaşta Kılıç Arslan ağabeyine mağlub ve esir olunca, ağabeyi onu Keyhüsreviye köşküne götürmüş ve ziyafet vermiştir”. 1277 yılında Anadolu’yu Moğollar’dan kurtarmak üzere bir sefer tertip ederek Kayseri’ye kadar gelen Türk Memluk Sultanı Baybars, önce Sultan III. Gıyaseddin Keyhüsrev’in dehlizi (köşkü, otağı), çadırları ve sultanlık alâmetlerinin bulunduğu Keyhüsreviye (Keykubadiye) denilen öze geldi (20 Nisan Çarşamba). Sultan kapısında gelenek üzere nöbet (mehter, bando) çalınan otağa (dehliz) indi ve
halkın kendisini ziyaretine izin verip herkese hediyeler dağıttı. İki gün burada dinlenip Cuma günü (22 Nisan) şehre gelip Sultanlık Sarayında (Devlethane) Selçuklu tahtına çıktı”. Bütün bu bilgilerden Keykubadiye’nin (İbni Bibi, şiirlerinde Kubadiye olarak da anmakta) H.622, M.1225’te inşasının bitmiş ve kullanılmaya başlanmış olduğunu, 1250’li yıllarda artık önemini kaybetmiş bulunduğu ve Keyhüsreviye diye isimlendirildiğini, 1277 de ise sarayın değil, bu civardaki otağların tercih edildiği anlaşılmaktadır. Herhalde Moğol istilâsı ile (1243’ten sonra) burası tahrip edilmiş ve önemini kaybetmiştir. Nitekim 14. asrın sonunda yazılmış bulunan Kadı Burhaneddin tarihi Bezm ü Rezm’de saraydan hiç bahis bulunmamaktadır. Osmanlı döneminde burası artık “Keybat Çiftliği ve Dağı” olarak bir semt ismidir. 1649 yılında Kayseri’ye gelen Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde Kayseri’nin teferrüç (gezinti) yerlerinden biri olarak saydığı ve çemenzar yer olarak belirttiği “Alaaddin Köşkü Mesiresi”nin burası olması kuvvetle muhtemeldir”. Sarayın çevresindeki “Meşhed Ovası” ise zamanımıza bu bölgede bir semt ve küçük yerleşme yeri olan “Meşhed İni” olarak gelmiştir.
KAYNAKLAR Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Zuhuri Danışman Yayını, İstanbul 1970, C.V Faruk Sümer, Yabanlu Pazarı, İstanbul. 1985 İbni Bibi, El-Evamirü’l- Alâiyye fi’l-Umuri’l-Alaiyye, çev. Mürsel Öztürk, Ankara 1996, C.l M. Zeki Oral, Kayseri’de Kubadiye Sarayları, Belleten, S.68 Prof. Dr. Oktay Aslanapa, Kayseri’de Keykubadiye Köşkleri Kazısı (1964), Türk Arkeoloji Dergisi, S.XIII-I, 1964
Tarihçi Yazar:Mehmet Çayırdağ