• Haberler
  • Kayseri'ye Moğol Saldırıları ve Turesn-ı Velî

Kayseri'ye Moğol Saldırıları ve Turesn-ı Velî

Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksa gibi bazı özel mekanlar ve Zilhicce'nin ilk on günü ve Ramazan ay'ının son on gibi değerli zamanlar vardır. Süreç içinde bu zaman ve mekanların uzantısı ve şubeleri Müslümanlık geleneği içinde var olagelmiştir. Kendisi 'din' olmayan fakat 'dinden' neşet eden bu unsurlar, medeniyet süreci içinde dindar ve Müslüman insanların 'dokunuşlarıyla' ortaya konmuştur. Eksiğiyle, fazlasıyla bu dokunuşları 'dinin kendisi' olarak telakki etmek, insanı büyük açmazlar ve yanılgılara götürecektir. Sanat ve edebiyattan İrfana, İlimden düşünceye, mimariden siyaset ve iktisada, tüm bu estetik dokunuşlar İslam Medeniyetinin ortaya çıkardığı tezahürler olmuştur.

Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksa gibi bazı özel mekanlar ve Zilhicce’nin ilk on günü ve Ramazan ay’ının son on gibi değerli zamanlar vardır. Süreç içinde bu zaman ve mekanların uzantısı ve şubeleri Müslümanlık geleneği içinde var olagelmiştir. Kendisi ‘din’ olmayan fakat ‘dinden’ neşet eden bu unsurlar, medeniyet süreci içinde dindar ve Müslüman insanların ‘dokunuşlarıyla’ ortaya konmuştur. Eksiğiyle, fazlasıyla bu dokunuşları ‘dinin kendisi’ olarak telakki etmek, insanı büyük açmazlar ve yanılgılara götürecektir. Sanat ve edebiyattan  İrfana, İlimden düşünceye, mimariden siyaset ve iktisada, tüm bu estetik dokunuşlar İslam Medeniyetinin ortaya çıkardığı tezahürler olmuştur.

Anadolu coğrafyasında kendini bariz bir şekilde hissettiren bu dokunuşlar, Anadolu’nun Müslümanlarca fethinden sonra hissettirmeye başlamıştır. Bilindiği gibi Horasan’ı çevreleyen Hazar’ın daha çok güney bölgelerinden, Orta Asya’dan, Anadolu’ya göçler üç farklı dönemde olmuştur. Birincisi 1071 Anadolu’nun Alparslan ordularınca Fethinden önceki Karadeniz’in kuzeyini kullanarak geçilen Balkanlar üzerinden Anadolu’ya göçler, ikincisi 1071’de Fetih’le beraber ortaya çıkan göç hareketleri, üçüncüsü de Moğolların istila ve kıyımlarından korunmak maksadıyla yapılan göçler. Türklerin bu göç hareketlerinden çok önceleri, Müslüman Arap cengaverler tarafından İstanbul’un fethi maksatlı olarak Anadolu toprakları defalarca güzergah olarak kullanılmıştır. Özellikle 1200’lü yıllardan sonra Türkî/Rumî Müslümanların Anadolu’yu yurt olarak seçmelerindeki en önemli neden, acımasız Moğollar’ın şerrinden korunabilmekti. O dönmedeki Horasan civarındaki Ahmet Yesevi kanalıyla irfani eğitimini tamamlamış, yüzlerce sufî derviş ve alp eren, bu şerrin soluğu önünden kaçarak Anadolu’ya daha önce göçen akraba topluluklarının yanlarına sığınmak durumunda kalmışlardır. Kimi Selçuklu yöneticilerinin daveti üzerine, kimisi de nerede sonlanacağını bilmediği  meçhule yolculuğa çıktılar. Anadolu onlar için belli bir dönem önemli bir korunak olmuştur. Hacı Bektaş (doğumu: 1209 Nişabur), Ahi Evran (doğumu: 1171 Hoyi), Mevlana Celaleddin (doğumu: 1207 Belh), Seyyid-i Burhaneddin (doğumu: 1165 Tırmiz)  gibi zirve isimler de Anadolu’yu bu nedenle mesken tutmuşlardır.

Bu zirve isimler dışında, bu maksatla köy, kasaba, dağ, dere demeden tebliğ ve irşad faaliyeti yapmak üzere Anadolu’ya yayılan veya Selçuklu yönetimi tarafından belli coğrafyalara dağıtılıp bir kısmı da tekke ve dergahlarıyla kurumsallaştırılan yüzlerce alperen dervişlerden biri de İncesu Tekke dağında tekkesinde metfun bulunan Turesan-ı Velî hazretleridir.

Moğollar’ın şerrinin gölgesinden korunmak için veya davet üzerine yurt değiştirseler de bir çoğunun kaderi yine bir şekilde Moğol istilarında Moğollarla kesişmiştir.

Asya’nın doğusundan Moğolların ateşinin dumanının yavaş yavaş hissedilmeye başladığı yıllarda Orta Asya ve bugünkü, iran Afganistan ve Pakistan coğrafyası üzerinde güçlü bir Müslüman Türk Devleti bulunuyordu: Harezmşahlar. Harzem Sultanı Alaaddin Muhammed (Muhammed Şah), o sırada son demlerini yaşayan Bağdat’taki Abbasi Halifesi Nasır’ı kendi himayesine aldığında, İslam devletinin sınırlarını genişletip Asyanın kudretli sultanı olabilirim diye düşünüyordu.  Bu düşüncesini kabul etmeyen Halife Nasır’ın bulunduğu Bağdat’a yaptığı kış seferinde ordusu kar fırtınasında telef olunca, hiçbir şey olmamış gibi ülkesine döndü ve artık hutbelerde halifenin adının anılmasını yasak etti.

O dönemin Müslüman dünyası, bolluk ve refahta zirve bir noktadaydı. İslam Dünyasının Selçuklular, Abbasiler, Memlüklüler, Harezmler gibi kudretli devletleri ekonomik ve siyasi güç yanında, ilmi ve mimari olarak da şa’şalı günlerini yaşıyordu. Yönetim ve halk nezdinde alabildiğince dünyevileşmenin önü açılmış, dünyevi saltanat hırsı yöneticilerin tek gayesi haline gelmişti. İlim ve irfan ocakları Müslüman halkın ıslahı yönünde gayret sarfetseler de, yönetim nezdinde etkisiz konumda kalıyorlardı.

Böyle bir konjonktürde Müslüman dünyanın iki üç bin kilometre uzağında, Asya’nın doğusunda Moğol Hükümdarı Cengiz Han, bedevi kabile ve akraba toplulukları ikna ederek büyük bir güç oluşturmaya çalışıyordu. Moğolların Çin settini aşıp Çin’i işgal ettikleri ve tamamını istila ettikleri haberi İslam aleminde duyulmaya başlandığında önceleri önemsenmek istenmedi. Fakat her geçen gün Moğol ajanlarca yayılan fısıltı haberlerle, Moğolların benzersiz bir güç ve hâkimiyet kurdukları yayılmaya çalışılıyordu. Dönemin güçlü Harezm Sultanı Alaaddin Muhammed, en büyük hayali olan Çin’i fethetme hayalinin çalındığını düşünerek,  durumu anlamak üzere bir grup elçisini Moğol Hükümdarı Cengiz’e gönderdi.  Çin’in merkezi kentlerinden Pekin’de bulunan Cengiz Han’ın huzuruna adeta ceset tepecikleri ve kılıçtan geçirilmiş cesetler arasından geçerek ulaştılar. Elçileri çok iyi karşılayan Cengiz han onlara şöyle dedi: ‘Ben doğunun hakimiyim, Harezmşah ise batının hâkimidir. Bize düşen, aramızda iyi bir ilişki kurmak ve ticareti canlandırmaktır. Sultanınızı kendi oğullarımdan ayırmıyorum.” Ayrıca, mukabelede bulunmak üzere, tümü müslüman olan kendi elçilerinden bir grubu Harezm’e yolladı. Cengiz Han bir kısım elçi ve kurmaylarını da Müslümanlardan seçiyordu. Şamanist olmasına rağmen Müslümanlık ve Hristiyanlık üzerinden ilişkiler geliştirmek istiyordu. Çıkışı bir dini hakim kılmak veya bir dini yok etmek üzere değildi. Tek gayesi siyasi hakimiyet ve etki gücünü genişletmekti.

Bu çerçevede Cengiz Han tamamı Müslüman tüccarlardan oluşan 450 kişilik kervanı Harezm kentlerine ticaret maksadıyla gönderdi. Otrar’da kentin valisi kendi insiyatifiyle mi yoksa Sultan’ın talimatıyla mı yaptı bilinmez ama Cengiz Han’ın gönderdiği tüccarların tamamını öldürttü.  Mallarını sattırıp parasını Sultan’a gönderdi.

İtidalini koruyan Cengiz Han,  Otrar Katliamının arka planını ve gerekçelerini öğrenmek üzere Müslüman elçilerinden bir grubu Harezmşah Muhammed Alaaddin’e gönderdi. Alaaddin de Cengiz’in bu Müslüman elçilerinin sakallarını yakıp, eğlence malzemesi yaparak öldürttü.

Cengiz bu vahim haberi aldığında adeta hırsından ağladı. Güveninin kötüye kullanılmasını ve itimadının istismar edilmesini hazmedemeyerek kendini üç gün boyunca bir tepede yalnız başına inzivaya çekti. Alnını toğrağa yapıştırıp günlerce kendisine intikam için güç ve izin verilmesi hususunda yakarışta bulundu. Herkes Cengiz’in dönüşünü bekliyordu. İstediklerinin kendisine verildiği haberinin duyulması üzerine Moğollar intikam çığlıkları attılar.

İhtişamının sonunun geldiğini hisseden Alaaddin, oğlu Celaleddin’e de kulak vermeyerek, güçlü ordusunu grup grup farklı mevzilere konuşlandırarak, Moğolları beklemeye koyuldu. Moğol ordusu için bu mevzi kentlere girmek hiç de zor olmadı. İhtişamlı İslam kentleri birer birer düşüyordu. Semerkant, Buhara başta olmak üzere yüz bin ve milyon nüfusa sahip tüm kentler kuşatılarak adeta kılıçtan geçiriliyor, İslam’ın ihtişamlı günleri için tehlike çanları çalıyordu. Cengiz Han, Muhammed Harzemşah’ı ele geçirememiş ama, Harezm bölgesinde taş üstünde taş, vücud üstünde baş koymamıştı. İslam’ın ilim kentleri, İslam’ın akademik kalbi adeta parçalanmıştı.

Çin’i, Japonya’yı, Harezm’i istila eden Moğol orduları buralarla yetinmeyecek, 90 yıllık hakimiyet sürecinde Asya’nın, Güney Hint ve Arap Yarımadası hariç neredeyse tamamını ve Avrupa’nın, Macaristan, Polonya ve Baltık bölümünü istila ederek, tarihin kaydettiği en geniş coğrafyalı, 34 milyon kilometrekarelik bir coğrafyayı egemenliklerine alacaklardı. Hatta istila edip kıyımdan geçirdikleri coğrafyaların bitki örtüsünün değişmesine neden olan Moğol istilaları döneminde 3-6 milyon insan öldürülmüş, verimli tarım arazileri onlarca yıl bakımsızlıktan, step ve ormana dönüşmüştü.

Moğol İstilası öncesi Anadolu Selçukluları bölgede hakimiyetlerini pekiştirmiş  ilim ve irfan adına Konya, Kayseri, Sivas, Erzurum gibi önemli merkezi kentler ihtişamlı günlerini yaşıyordu. Siyasetçi olduğu kadar büyük bir asker ve aynı zamanda ilim adamı olan Sultan I. Alaaddin Keykubad (d. 1192 - ö. 1237), Alanya kalesini fethettiğinde, hükümdar Kir Fard, güzel kızı Destina’yı Sultan Alaaddin’in harem-i humayun’una  gönderir. Hükümdarın kendi kızı olmadığı, güzel, akıllı ve becerikli özenle yetiştirilmiş gözdelerinden biri olduğu iddiası da vardır. Alanya tekfurunun güzel kızı Müslüman olarak Sultan’ın gözde eşi olur. Mahperi  Hunat Hatun adı ve namı ile anılan bu Hanım Sultan’ın Müslümanlığın gerekleri ve icaplarını hızlı bir şekilde öğrenmesi gerekmektedir. Birçok ilim adamından İslamı anlama, yaşama ve sürdürülebilir bir dindarlığı sağlamak üzere dersler alır.  İlim ve irfan eğitimi alarak kendisine katkı sağlayan ve önemli ölçüde istifade ettiği, değer verdiği hocalarından birisi de Turesan-ı Veli’dir.  Eşi Sultan Alaaddin zamanında kendi adına projelendirip yapımına başlanılan Hunat Külliyesi projesinde aktif takipçisi olur Hanım Sultan. Bu proje devam ederken kendisinin değer atfettiği Hocası Turesan-ı Veli için de bir yer yaptırmak arzusu geçmektedir sürekli içinde. Cami, Medrese, hamam kompleksi şeklinde tasarlanan Hunat külliyesi’nin yapıldığı yıllara parelel bir zamanda Turesan-ı Veli için bir yer yapmak ve burasını vakfetmek hususunda arayışlar sonucu, İncesu ilçesi’nin kuzeybatısındaki dağın hemen arksındaki bir göbekte tekkenin inşasına başlanır. 1237 Yılına gelindiğinde eşi Sultan Alaaddin vefat etmiş, yerine Hunat Hatun’un oğlu II. Gıyasettin Keyhüsrev geçmiştir. 1238 yılında hem Hunat Külliyesi, hem de Turesan-ı Veli için yaptırılan tekke’nin yapımı tamamlanmıştır.

Türk topluluklarının VII. Yüzyıldan itibaren Müslümanların tebliğ hedefinde olmasıyla başlayan ferdi Müslümanlaşma hareketi X. Yüzyıla gelindiğinde Karahanlıların resmen İslamiyeti kabul etmesiyle taçlandırılmış oldu. Hicaz bölgesinden gelen tebliğci Arap Müslümanlar ve Fars bölgesinden gelen İranî Müslümanların davet çalışmaları ve de Turanî toplulukların bu dini kaynağından öğrenme arzusuyla birleşince Horasan bölgesi hinderlantında yepyeni bir Müslüman medeniyeti oluşmaya başlamıştır. Bu Türkî dokunuş, İslamlaşma çabası çerçevesinde dini/manevi merkez oluşturma ve burada merkezî mübelliğ, alim, hoca, bilge, şeyh, derviş, alperen, dede, baba ünvanları altında, toplumun dindarlaşması ve bu dindarlığın sürekli hale getirilerek bir gelenek haline gelmesine katkı sağlamıştır. Hadis toplama arzusuyla yapılan meşakkatli rıhle yolculukları ve Kütüb-i Sitte müelliflerinin neredeyse tamamının Türk olması, Müslümanlaşma arzu ve iştiyakının ne denli öncelendiğinin önemli dayanaklarındandır.

Bu coğrafyanın zirve isimlerinden Ahmet Yesevi ocağında yetişmiş sûfî bilge erenlerden biri olan Turesan’ın isminin kaynağı ile ilgili, Dur Hasan, Tur Hasan ve Türk Hasan telaffuzunun zaman içinde Turesan’a dönüşmüş olabileceği gibi iddialar bulunmaktadır. Belki önüne en çok lakap takısı alan ‘Hasan’ isminin, hızlı söylenişinden türemiş olması bu iddiayı güçlendirmektedir.

Kapadokya bölgesi içerisinde yer alan Kayseri, İncesu ve Ürgüp havalisinde önemli ölçüde Rum ve Ermeni nüfus yaşıyordu o yıllarda. Bu bölgenin iki merkezi olan Kayseri ve Ürgüp’ün tam orta yerinde ve geçiş güzergahı üzerinden iki kilometre daha içerde ıssız bir dağın tepesindeki kamuflajik bir göbekte inşa edilen Turesan Tekkesi, güvenlik gerekçesiyle sadece bilenlerin uğrak yeri olabilecek bir mekan. Normal güzergahtan yaya veya at sırtında bu yolu kullananların normalde göremeyeceği bir göbekte inşa edilmiş. Aynı zamanda kış ve hastalık gibi zor şartlarda, yolcuların 3 güne kadar konaklayabileceği bir mekan olma işlevi gören bu tekke, yolcular için sığınak ve barınak olmanın yanı sıra gayrı müslimlerin, bölgenin yeni dini olan İslamı öğrenebilecekleri, Hristiyanlıkla Müslümanlık değerlerini müzakere edebilecekleri, kafalarındaki soruların çözümünü bulabilecekleri bir mekandı. 

Nevşehir'in Ürgüp ilçesi eşi Alaattin Keykubat tarafından, Hunat Hatun'a tahsis edilmişti. Oğlunun saltanatı zamanında bu çevrede eğitim-öğretim faaliyetlerini sürdüren ve kendisinin de takdir ve saygısını kazanmış bulunan mutasavvıf Şeyh Turesan Velî Hazretleri için, İncesu-Ürgüp/Başdere arasında kuş uçmaz, kervan geçmez Tekke dağında, oldukça meşekkatli bir çaba sonunda bir tekke inşa edilmekle kalmamış, vakfıyeleştirilerek geniş bir arazinin gelirleri buraya aktarılmıştır.  Bu vakfı evladiyelik bir vakıf olarak vakfeden Hunat Hatun, ‘Kim bu kavli ve şartını tebdil ve tağyir iderse, rûz-ı âhiretde ve huzur-ı Hak'da dâvâcıyım’ diyerek Kıyamete kadar sürekliliğini temin edecek olan sadaka-i cariye olmasını şart koşmuştur. O zamanki imkânlarla buraya gerekli malzemeyi taşıyıp bu eğitim yuvası binayı yaptırmak, Hunat Hatun'un Allah yolundaki eğitim cehdini ortaya koymaktadır.

Alanya tekfurunun kızını nurlandıran ve Mahperi Hunat yapan değerleri, kayıt ve devam esaslı  akademik medreselerden öğrenmek yerine, bu tarz günübirlik uğrak noktalarından, daha samimi bir ortamda öğrenmek ve ihtida ederek İslam’ı yaşamlarının merkezine yerleştirmek, gayrı Müslimler için daha tercihe şayandı. Bu tarz tekke ve zaviye oluşumlarından sadece İncesu bölgesinde 7 adet bulunuyor olması, bölgenin stratejik önemini ortaya koymaktadır.

Arapça ‘tekye’ kelimesinden türeyen ve ‘dayanılacak yer, irtibat, bağlantı’ anlamında kullanılan tekke kelimesi genel anlamda, Bektaşi tekkesi, Mevlevî tekkesi, Ahi Tekkesi gibi  ‘ekolleşen merkezî terbiye ocaklarını’ ifade etse de günlük kullanımda daha çok, bu tekkelerin şubesi olan  ‘zaviye’ anlamında kullanılmaktadır. Yine Arapça bir kelime olan ‘zaviye’ ise dilimize de girmiş ‘bakış açısı’ anlamında kullanılmaktadır. Merkezî tekkeler daha çok kent merkezlerindeki medeniyet havzalarında kurumsallaşırken, bu merkezi tekkelerin şubeleri diyebileceğimiz lokal oluşumlar ise daha çok taşra diyebileceğimiz köy, kasaba, havza, hatta Turesan örneğinde olduğu gibi uçsuz bucaksız, ıssız dağ başlarında kurumsallaşmış, döneminde halkın Müslümanlaşması ve bu Müslümanlığı daimileştirmesi adına çok önemli fonksiyonlar icra etmiştir.

Bu mekanların geçici konaklama, terbiye ve eğitim dışında bir başka özelliği de ribat, karakol, istihbarat ve gözetleme işlevini yerine getirmesiydi. Askeri bir müfreze bulunmuyordu elbette ama, devletin güvenliğini sarsacak bir istihbarat en kısa süre içinde yetkililere ulaştırılıyordu.

1227 Yılında Moğol Hükümdarı Cengiz Han’ın ölümünden sonra da hakimiyet alanlarını genişletmeye devam eden Moğollar, merkezi devlet organizasyonunun çok fevkinde bir çok devlet ve idari yapılanma ile yayılmacı politikalarını sürdürüyordu. Özellikle Anadolu’yu hakimiyet alanlarının içine katmak isteyen Moğol Uzantısı İlhanlılar, doğudan adım adım yaklaşıyorlardı. İlhanlı devletini kuran Cengiz Han’ın torunu Hülagu’dur.

Selçuklu Devleti sınırlarında yaşayan Türkmen toplulukların, yeni yurt edindikleri, hatta bir çoğunun henüz yerleşik hayata tam anlamıyla adapte olamadığı, aralarında husumet ve iktidarı ele geçirmekte kıyasıya mücadele ettikleri bir dönemde, Asya’nın en doğusundan adeta bir tsunami gibi önüne geleni yok ederek ilerleyen Moğollar 1239 yılında Kars’ı ele geçirip yağmalayarak Anadolu topraklarına ayak bastılar. Baycu Noyan komutasındaki 30 bin kişilik Moğol ordusu birkaç yıl sonra da Erzurum’u yağmalayarak kentte büyük katliamlar yaptılar. Alaattin Keykubat ve Hunat Hatun’un oğlu olan II. Gıyasettin Keyhüsrev teçhiz ettiği 70 bin kişilik orduyla Sivas’ın 80 kilometre doğusunda bulunan Kösedağ mevkiinde kendi sayılarının yarısı kadar bile bir sayısı olmayan Moğol ordusunu beklemeye koyuldular. 1243 Yılında iki ordu karşılaşmış ve Selçuklu öncü birlikleri bozguna uğrayınca, basiretsiz II. Gıyasettin Keyhüsrev, komutanları ve danışmanlarına da itimat etmeyerek koskoca orduyu başsız bırakarak ortadan sıvışmış ve çok kolay kazanılması gereken bir savaşta orduyu hezimete uğratmıştı. Baycu Noyan’ın başında bulunduğu Moğol ordusu, koskoca ordunun birkaç gün içinde bu kadar kolay alt edilebileceğine inanamamış, bunun pusu amaçlı olduğunu zannederek ordusunu iki gün ordugahta muhafaza ederek kente girmemiştir.

Sivas’ın düştüğü, ordunun bozguna uğradığı ile ilgili katliam haberleri Kayseri’ye ulaştığında, kenti büyük bir hüzün ve ürperti sardı. Ordusu dağılmış ve katledilmiş bir devletin başkenti, aynı zamanda başsız kalmış, Sultan Keyhüsrev’den haber alınamıyordu. Moğol Ordusunu Sivas Kapısında beyaz bayraklarla karşılayıp, kentin anahtarlarını onlara teslim ederek, halkı kıyım ve katliamdan kurtarma fikri elbette Ahiyan ve Baciyan merkezi, Selçuklu Başkenti Kayseri’ye yakışmazdı. Yapılacak iş belliydi: Kenti her ne pahasına olursa olsun savunmak.

1204 Yılında Anadolu’ya gelen 1171 Hoyi doğumlu Şeyh Nasırettin Mahmud’un Kayseri’de temellerini attığı sosyal, siyasi ve iktisadi misyonu olan Fütüvvet maksatlı Ahilik teşkilatı, bu kentte yiğitlik, cömertlik, kahramanlık ülküsüne sahip binlerce civanmerd, ahi mücahid yetiştirmişti. Hace Nasırettin’in hanımı Fatıma Bacı da aynı maksat ve misyonla ‘Baciyan’ teşkilatını kurarak kentte örgütlenmişti. Bir zaman Konya ve Sivas’ta da paralel oluşumlar gerçekleştirseler de Kayseri’den ellerini hiçbir zaman çekmemişlerdi.

Ahiyan ve Baciyan’lar, kentin komutanlarından Emir Kaymaz ve Fahreddin Ayaz’a kanlarının son damlasına kadar kenti savunacaklarına söz verdiler. Kenti çevreleyen dış ve iç surların tamiratı ve gerekli yiyecek ve mühimmatların sur içinde değişik yerlere stoklanması için hummalı bir çalışma başladı.  İç ve dış surları çevreleyen duvarların dibindeki yaklaşık 3 metrelik çukur hendek, onarılarak içerisi su ile dolduruldu. Kalenin tüm giriş kapıları onarılarak sağlamlaştırıldı. Zaten şehrin neredeyse tüm, sosyal, ekonomik ve siyasal kurumları surun içinde bulunuyordu.

Fütüvvet ve cihad ruhuyla, İlay-ı Kelimetullah davası için fetih ve hakimiyeti kanıksamış bir topluluk için, sur içinden savunma harekatı fazla alışık oldukları bir strateji değildi. Ama kent dışında bir yerde savunmak, ne ordu ne de techizat olarak mümkündü.

170 Sene önce gelip, fetih ve hakimiyetle süsledikleri Anadolu topraklarını, ne idüğü belirsiz bir ordu ve ülkeye hediye etmek, ölümden farksızdı, Ahiyan ve Baciyanlar için.

Moğol Ordusunun hareketi ve güzergahı, Kayseri Ovasını çevreleyen Doğu ve Kuzey tepelerde bulunan Tümülüsler yani  gözetleme kulelerinden takip ediliyor, kısa süre içinde haber, sur içindeki savunma hattına bildiriliyordu.

Baycu Noyan komutasındaki Moğol Ordusunun Sivas’tan sonra hangi yerleşim yerlerine uğrayıp hangi katliamları yaptığı, hangi kasaba ve köyleri yağmaladığı ve kaç gün nerelerde konakladığı ile ilgili tarih sükut etse de, çok kısa bir süre sonra, Kayseri’nin doğusundan kente girdiler. Kenti çevreleyen surlar dışında çok az bir yerleşim yeri bulunuyor ve bunlar da zaten günler öncesinde boşaltılsa da kendini yağmadan kurtaramayacaktı.  Eli silah tutan ve kendinde savaşacak gücü bulanlar, iç ve dış surlarda müdafaa hattında, geri kalan yaşlılar, kadınlar, çocuklar ve bunları korumakla görevli bir grup mücahitler de, Kayseri ovasını çevreleyen dağlardaki yerleşim yerlerinin ücra köşelerine çekildiler.

Kayseri’nin Doğusundan şehre giren Moğollar, etrafını sükûnet yumağının kuşattığı surların etrafına konuşlandılar.  Kentin ileri gele kadıları ve fakihleri, kan akmadan, sulh ve sükunetle kuşatmanın kaldırılması için çaba sarfettilerse de Moğol Komutan Abaka bu barış çağrılarına kulak tıkamakla kalmadı, Kayseri Kadısı Celaleddin Habib ve beraberindekileri acımadan katlettirdi.

Müslümanlar için kenti, yani surların içini savunmaktan başka çare yoktu. Sur içinde kendilerine bir müddet yetecek miktarda yiyecek maddesi bulunuyordu.  Savunma ne kadar uzun sürerse, yorgun Moğol ordusu o derece çaresizliğe kapılacak ve en azından başka kapıya yönelecekti.

Dış surların etrafındaki girişleri günlerce zorlayan Moğolların kuşatmayı yarmaları hiç de kolay olmadı. Her defasında kale burçlarını müdafaa eden Ahi Cengaverler tarafından püskürtüldü. Kıyasıya bir saldırı ve kıyasıya bir müdafaa, her geçen gün tarafların gücünü kırıyordu. Her defasında şehrin farklı kapılarından hucuma geçen Moğol askerleri önemli zayiatlar veriyordu.

On yedi gün süren Moğol saldırıları bir sonuca ulaşamamış ve iyice ümitsizliğe düşülmüş iken, Ermeni dönmesi şehrin iğdişçibaşı Hajuk oğlu Hüsam, kalenin gizli kanalizasyon geçişlerinden birini kullanarak Baycu Noyan’a sığınıp,  kale hakkındaki önemli bilgileri ona aktardı. Kalenin içindekilerin yiyeceklerinin bitmek üzere olduğunu ve dayanacak güçleri kalmadığını onlara nakletti. Moğollar surları kuşatan suyla dolu hendeğe boşalan bu geçişi kullanarak lağım suları içinden kaleye girmeyi başardılar.  Şehrin Subaşısı Fahrettin Ayaz da Hajuk’la beraber Moğollar’a sığındılar. Moğolların kuşatmalarında en büyük destekçilerinden biri de daha önce Moğollarla irtibat kurmuş ve dostluk geliştirmiş olan Kalenderilerdi. Kaleyi muhasara eden bu kalenderi dervişler içinde bulunanlardan birinin de Şems-i Tebrizi olduğu iddia edilir. Bu çifte ihanet ve  istihbarat üzerine Moğollar son bir taarruzla, kale içine sızan Moğol askerlerinin arkadan açtığı, şu anki Cıncıklı Camii’ne geçilen giriş kapısından içeri dalmayı başardılar.

Kayseri kenti için sonun başlangıcı olan bu saldırıdan sonra kale Baycu Noyan tarafından teslim alındı. Surları müdafaa eden ahi mücahidlerin birçoğu şehid edildi. On bin civarında şehid ve bir o kadar da esir olduğunu iddia eder tarihçiler. Kadınlar ve çocuklar da Moğol askerleri tarafından üleşildikten sonra, kalanlar ise elleri bağlanarak şehrin kenar yerleşim yerlerinin uzağına götürülerek, sonradan Meşhed’lik denen yerlerde şehid edildiler. Kenar yerleşim yerleri civarında çok sayıda Şehidlik (Meşhed) ve toplu mezarlar oluştu.

Sur içinde kalan mahalleler yağmalanarak, şehrin hazinelerine el konulmuş, evler, barklar, dükkanlar, imalathaneler, idari binalar ateşe verilmişti. Tam bir katliamın yaşadığı kent içi ve çevresinde onbinlerce belki yüzbinlerce tarihin kayıt edemeyeceği kadar insan kıyımdan geçirildi. Katliamda şehid edilenlerin sayısı konusunda 30 binle başlayan 500 binlere dayanan abartılı rivayetler vardır.

Bir semavi afet ve tufan gibi önüne kattığını yok eden bu ateş, 170 küsür yıldır medeniyet, kültür ve insaniyet adına ne varsa yaktı, yıktı götürdü.

Moğollar, Kayseri kent merkezini harabeye çevirip batı istikametine yöneldiklerinde geride, insan nefesinin olmadığı vahşi hayvanlara ve yırtıcı kuşlara ziyafet olan bir kent bıraktılar.

Baciyan kurucusu Fatıma Bacı, Moğol saldırılarında esir edilmiş, Moğolların çok aramalarına rağmen ulaşamadıkları Mahperi Hunat Hatun,  gelini ve kızı ile beraber, günler öncesinden kenti terk etmişler Adana Civarında bir Ermeni Krallının himayesine sığınmışlardı.

Kayseri’de olan bu katliamların ateşinin dumanın gözlemlenebildiği dağ ücralarından biri de Turesan-ı Veli’nin tekkesinin bulunduğu tepe idi. Kayseri Ovasının çevresindeki dağlarda bulunan yerleşim yerleri de bu saldırıdan nasibini alacaktı.  Bir Moğol birliğinin İncesu’dan geçerken, kimsenin görmesinin mümkün olmadığı sarp bir tepe’nin sırtında bir saldırıya uğrama ihtimali neredeyse yok gibiydi. Gel gör ki büyük bir ihtimalle, bir ajanın istihbaratı sonucu, sarp tekke dağının tepesinde bulunan Turesan Tekkesi’nde bulunan kadınlar, çocuklar ve ahiyan dervişler de katliamdan geçirileceklerdi. Tekkenin etrafındaki şehidlik hâlâ o günlerden izler taşır. Ayrıca tekkenin giriş bölümünün sağındaki şehidlik adı verilen bir oda içinde Turesan-ı Veli’nin yakınlarından şehid olanların sandukaları bulunmakta.

Turesan-ı Veli’nin bu ‘tekke direnişi’ sırasında şehid edilip edilmediği konusunda herhangi bir bilgi söz konusu değil ama etrafı şehidlik olan bu tekke içerisinde metfun bulunduğu kesin.  Moğolların, direniş göstermeyen ve teslim olan topluluklara eman verip, onları öldürmemek gibi genel bir savaş etiğinin bulunduğu bir vakıa iken, Turesan Tekkesinin etrafındaki şehidlik, burada büyük bir direnişin gerçekleştirildiği ve direnişçilerin şehid edildiğinin en önemli dayanaklarındandır.

Kare planlı Turesan-ı Veli tekkesi iç mimari birimlerinde bu katliamdan sonra değişiklikler yapılmış ve giriş kapısının sağında bulunan erzakların bulunduğu yemek yapılan aşhane şehidliğe çevrilmiş, giriş kapısının karşısındaki seki’nin solundaki Turesan-ı Veli’nin harem odası da vefatından sonra Şeyh için sandukalı kabristan’a dönüştürülmüştür.

Kayseri’yi İncesu istikametinden terk eden Moğolların geride bıraktıkları kan, zulüm ve gözyaşının izleri onlarca yıl silinmeyecekti. Ölümler, zulümler ve acı çekmelerin had safhada yaşandığı bu toprakların kendine gelebilmesi için en az bir asır gerekecekti.  En yakınlarını bu katliamda kaybeden, bir çoğu çocuk,  kadın ve yaşlılardan oluşan az sayıdaki halk, yaşadığı acıları sinesine gömerek şehitlerin defnedilmesi için günlerce emek sarf edeceklerdi. Bir çok yere bölgesel şehitlik ve toplu mezarlar inşa edilmişti. Yakınının cenazesini tespit edebilenin sayısı çok azdı. Şehidlerin gömülü bulunduğu yerlere ise genel bir isim verilmişti: Meşhed.

Kendilerine ‘ölü’ demenin ve ‘toprağa gömülü’ demenin dinen yasak olduğu, Allah yolunda  İla-yı Kelimetullah ve nizam-ı alem davasını müdafaa için canını bu uğurda verenlerin, Allah’ın dünyevi ve uhrevi nimetlerine şahit olanların hatırasına, artık onlar ashab-ı meşhed idiler. Bizim gibi dünyalıkların farkında olamayacağı şekilde, rızıklandırılan ve niğmetlere gark olan şahitler yani şehitler topluluğunun çağlar ötesine uzanan çağrısı kıyamete kadar diriliğini muhafaza edecektir.

Dinin ahkamının bu topraklarda yeniden, nasıl dirileceği konusunda ise hiç kimsenin bir çabası ve öngörüsü yoktu.  Hatta bir kısım Müslümanlar ise zihnen hepten teslim olmuştu: Artık İslam’ın eski azamaetine ulaşması bu topraklarda mümkün değildi. Çünkü tüm dini rehberler, hocalar, mürşitler, oluşan dini kurumsallaşmalar, hepsi berheva olup gitmişti. Bu ümitsizlik süreci sonrası Konya’yı kuşatan Moğollar’a kentin anahtarlarının sulh ve sükunutle teslim edilmesine öncülük eden Mevlana Celaleddin’in bu tavrı günümüz zaviyesinden tenkide uğrasa da o günün Anadolu’su için ışığın yeniden yükseldiği bir merkezi kentin korunması bakımından anlamlıdır. Daha sonraki dönemlerde, Konya’da yanmaya devam eden bu  ışık, ümidi kırılan Anadolu kentlerini aydınlatan ışık olacaktır.

Moğolların terk ettiği ve vali atadığı Kayseri, tüm canlılığını ve ticari, zirai dinamizmini yitirmiş, ekilmesi gereken tarım arazileriyle bile ilgilenecek kimse kalmamıştı. Ahi sanatkarlara ait atölye ve merkezler ateşe verilmiş, hayatta kalanlara ise Baycu Noyan’ın ağır vergileri altında eman verilmişti. Uzun yıllar Kayseri çevresindeki bu araziler bakımsızlıktan step ormana dönüşmüş, kentin çevresi yabani hayvan barınağı haline gelmiş ve sukûneti tercih eden halk da kentten uzaklaşarak, kenar ve kuytu köylerde kendine yaşam alanı aramaya başlamıştır.

Moğol katliamından kurtulan, ilim ve siyaset erbabının süreç içinde İlhanlı idarecilerle geliştirdikleri iyiniyet ilişkileri onların her halukârda ‘moğol ajanı, işbirlikçi’ ithamıyla yaftalanmasına neden olmuştur. Bu ilişkilendirme ve itham, Şems-i Tebrizi’yi, Mevlanâ Celaleddin’i,  Seyyid-i Burhaneddin’i, Ahiliğin kurucusu Hace Nasreddin olarak bilinen Nasıreddin Mahmud’u ve birçok Selçuklu yöneticisini kuşatmaktadır. Korkaklık ve pısırıklık mı, öngörü ve ileri görüşlülük mü herkes bir gün mutlaka yaptıklarının hesabını verecek, mahşer gününde.

Bir kısım tarihçiler tarafından, insanlık yaratıldıktan beri benzeri bir zulme ve katliama tanık olunmamıştır diye tarif edilen Moğol saldırılarının, dini, sosyal, ekonomik ve siyasi hayatı nasıl etkilediği bir yana Müslümanların bu topraklarda yaşadığı en ağır imtihanlardan biri olmuştur. Müslüman toplumun dünyevi hırs eksenli refaha boğulduğu bir dönemde, başına gelen bu musibetten çıkaracağı elbette büyük dersler vardır.

Moğol saldırıları sunucu yaşanan acıların teskinini meşhed ve mezarlıkları ziyarette bulan halkın neredeyse günlük ritüeli oluvermişti, mezar ziyaretleri. Dünyevî iştigallerden azamî derecede uzaklaşan halk mistik bir hayata yönelmiş, tekkeler, türbeler etrafında, meşhedlikler etrafında şekillenen bir yaşam canlılık kazanmıştı. Bu durum halk arasında yaygın bir gelenek haline gelmeye başladı. Moğol saldırılarından yaklaşık 15 yıl sonra Urfa Harran’da doğacak olan Şeyhulislam İbn-i Teymiye, halkı mezarlıklardan, mistik eğilimlerden uzaklaştırmak ve gerçek hayata döndürmek için en çok çaba harcayanların başında geliyordu.

Ne garip bir tarihi tecellidir ki, neredeyse dünya kara parçasının üçte birini egemenliği altına almış olan Moğolların ömrü bir insan ömrünü bile bulamadan adeta tuz/buz olup buharlaşmıştır.  Kayseri’de görevlendirdikleri valiler vasıtasıyla sağlamış oldukları hakimiyet ancak 65 yıl sürebilmiştir. Türkî ve Farsî halkların bir çoğuyla nesebî bir bağı olmasına rağmen, hiç kimse tarafından zinhar kabullenilmeyen Moğollar’ın adeta yok olarak buharlaşması örneğine tarihte pek rastlanmaz. Hakimiyet kurdukları yörenin halkıyla, töresiyle kaynaşmış olsalar bile, kendini ‘Moğol soyuna’ ait hisseden neredeyse hiçbir topluluğun bulunmayışı bir kez daha kendini göstermiştir ki: Zulüm ile abâd olunmaz.

22 Ramazan 1435’de Turesan-ı Velî tekkesinde yapılan konuşma…

Osman Gerçek

Bakmadan Geçme