Osman Gerçek yazdı...
Horasan’ı çevreleyen Hazar’ın daha çok güney bölgelerinden, Orta Asya’dan, Anadolu’ya göçler üç farklı dönemde olmuştur. Birincisi 1071 Anadolu’nun Alparslan ordularınca Fethinden önceki Karadeniz’in kuze-yini kullanarak geçilen Balkanlar üzerinden Anadolu’ya göçler, ikincisi 1071’de Fetih’le beraber ortaya çıkan göç hareketleri, üçüncüsü de Moğolların istila ve kıyımlarından korunmak maksadıyla yapılan göçler. Türklerin bu göç hareketlerinden çok önceleri, Müslüman Arap cengaverler tara-fından İstanbul’un fethi maksatlı olarak Anadolu toprakları defalarca güzergah olarak kullanılmış-tır. Özellikle 1200’lü yıllardan sonra Türkî/Rumî Müslümanların Anadolu’yu yurt olarak seçmele-rindeki en önemli neden, acımasız Moğollar’ın şerrinden korunabilmekti. O dönmedeki Hora-san civarındaki Ahmet Yesevi kanalıyla irfani eğitimini tamamlamış, yüzlerce sufî derviş ve alp eren, bu şerrin soluğu önünden kaçarak Anadolu’ya daha önce göçen akraba toplulukla-rının yanlarına sığınmak durumunda kalmışlar-dır. Kimi Selçuklu yöneticilerinin daveti üzerine, kimisi de nerede sonlanacağını bilmediği meçhule yolculu-ğa çıktılar. Anadolu onlar için belli bir dönem önemli bir korunak olmuştur. Hacı Bektaş (doğumu: 1209 Nişabur), Ahi Evran (doğumu: 1171 Hoyi), Mevlana Celaleddin (doğumu: 1207 Belh), Seyyid-i Burhaneddin (doğumu: 1165 Tırmiz) gibi zirve isimler de Anadolu’yu bu nedenle mesken tutmuşlardır.
Türk topluluklarının VII. Yüzyıldan itibaren Müslümanların tebliğ hedefinde olmasıyla başlayan ferdi Müs-lümanlaşma hareketi X. Yüzyıla gelindiğinde Karahanlıların resmen İslamiyeti kabul etmesiyle taçlandırıl-mış oldu. Hicaz bölgesinden gelen tebliğci Arap Müslümanlar ve Fars bölgesinden gelen İranî Müslümanla-rın davet çalışmaları ve de Turanî toplulukların bu dini kaynağından öğrenme arzusuyla birleşince Horasan bölgesi hinderlantında yepyeni bir Müslüman medeniyeti oluşmaya başlamıştır. Bu Türkî dokunuş, İslam-laşma çabası çerçevesinde dini/manevi merkez oluşturma ve burada merkezî mübelliğ, alim, hoca, bilge, şeyh, derviş, alperen, dede, baba ünvanları altında, toplumun dindarlaşması ve bu dindarlığın sürekli hale getirilerek bir gelenek haline gelmesine katkı sağlamıştır. Hadis toplama arzusuyla yapılan meşakkatli rıhle yolculukları ve Kütüb-i Sitte müelliflerinin neredeyse tamamının Türk olması, Müslümanlaşma arzu ve iştiyakının ne denli öncelendiğinin önemli dayanaklarındandır.
Bu zirve isimler dışında, bu maksatla köy, kasaba, dağ, dere demeden tebliğ ve irşad faaliyeti yapmak üzere Anadolu’ya yayılan veya bazen Selçuklu yönetimi tara-fından belli coğrafyalara dağıtılıp bir kısmı da tekke ve dergahlarıyla kurumsallaştırılan, yüzlerce alperen der-vişlerin etkisi altına girmiştir Anadolu.
Moğollar’ın şerrinin esintisinden korunmak için veya davet üzerine yurt değiştirseler de bir çoğunun kaderi yine bir şekilde Moğol istilarında Moğollarla kesişmiş-tir.
Asya’nın doğusundan Moğolların ateşinin dumanının yavaş yavaş hissedilmeye başladığı yıllarda Orta Asya ve bugünkü, iran Afganistan ve Pakistan coğrafyası üzerinde güçlü bir Müslüman Türk Devleti bulunuyordu: Harezmşahlar. Harzem Sultanı Alaaddin Muham-med (Muhammed Şah), o sırada son demlerini yaşayan Bağdat’taki Abbasi Halifesi Nasır’ı kendi himayesi-ne aldığında, İslam devletinin sınırlarını genişletip Asya’nın kudretli sultanı olabilirim diye düşünüyordu. Bu düşüncesini kabul etmeyen Halife Nasır’ın bulunduğu Bağdat’a yaptığı kış seferinde ordusu kar fırtına-
sında telef olunca, hiçbir şey olmamış gibi ülkesine döndü ve artık hutbelerde halifenin adının anılmasını yasak etti.
O dönemin Müslüman dünyası, bolluk ve refahta zirve bir noktadaydı. İslam Dünyasının Selçuklular, Abba-siler, Memlüklüler, Harezmler gibi kudretli devletleri ekonomik ve siyasi güç yanında, ilmi ve mimari olarak da şa’şalı günlerini yaşıyordu. Yönetim ve halk nezdinde alabildiğince dünyevileşmenin önü açılmış, dün-yevi saltanat hırsı yöneticilerin tek gayesi haline gelmişti. İlim ve irfan ocakları Müslüman halkın ıslahı yö-nünde gayret sarfetseler de, yönetim nezdinde etkisiz konumda kalıyorlardı.
Böyle bir konjonktürde Müslüman dünyanın iki üç bin kilometre uzağında, Asya’nın doğusunda Mo-ğol Hükümdarı Cengiz Han, bedevi kabile ve akra-ba toplulukları ikna ederek büyük bir güç oluştur-maya çalışıyordu. Moğolların Çin settini aşıp Çin’i işgal ettikleri ve tamamını istila ettikleri haberi İslam aleminde duyulmaya başlandığında önceleri önemsenmek istenmedi. Fakat her geçen gün Moğol ajanlarca yayılan fısıltı haberlerle, Moğolla-rın benzersiz bir güç ve hâkimiyet kurdukları ya-yılmaya çalışılıyordu. Dönemin güçlü Harezm Sul-tanı Alaaddin Muhammed, en büyük ideali olan Çin’i fethetme hayalinin çalındığını düşünerek, durumu anlamak üzere bir grup elçisini Moğol Hükümdarı Cengiz’e gönderdi. Elçiler, Çin’in merkezi kent-lerinden Pekin’de bulunan Cengiz Han’ın huzuruna, adeta ceset tepecikleri ve kılıçtan geçirilmiş cesetler arasından geçerek ulaştılar. Elçileri çok iyi karşılayan Cengiz Han onlara şöyle dedi: ‘Ben doğunun hakimi-yim, Harezmşah ise batının hâkimidir. Bize düşen, aramızda iyi bir ilişki kurmak ve ticareti canlandırmaktır. Sultanınızı kendi oğullarımdan ayırmıyorum.” Ayrıca, mukabelede bulunmak üzere, tümü müslüman olan kendi elçilerinden bir grubu Harezm’e yolladı. Cengiz Han bir kısım elçi ve kurmaylarını da Müslümanlar-dan seçiyordu. Şamanist olmasına rağmen Müslümanlık ve Hristiyanlık üzerinden ilişkiler geliştirmek isti-yordu. Çıkışı bir dini hakim kılmak veya bir dini yok etmek üzere değildi. Tek gayesi siyasi hakimiyet ve etki gücünü genişletmekti.
Bu çerçevede Cengiz Han tamamı Müslüman tüccarlardan oluşan 450 kişilik kervanı Harezm kentlerine ticaret maksadıyla gönderdi. Otrar’da kentin valisi kendi insiyatifiyle mi yoksa Harezm Sultan’ının talima-tıyla mı yaptı bilinmez ama Cengiz Han’ın gönderdiği tüccarların tamamını öldürttü. Mallarını sattırıp pa-rasını Sultan’a gönderdi.
İtidalini koruyan Cengiz Han, Otrar Katliamının arka planını ve gerekçelerini öğrenmek üzere Müslüman elçilerinden bir grubu Harezmşah Muhammed Alaaddin’e gönderdi. Alaaddin de Cengiz’in bu Müslüman elçilerinin sakallarını yakıp, eğlen-ce malzemesi yaparak öldürttü.
Cengiz bu vahim haberi aldığında adeta hırsından ağladı. Güveninin kötüye kullanılmasını ve itimadı-nın istismar edilmesini hazmede-meyerek kendini üç gün boyunca bir tepede yalnız başına inzivaya çekti. Alnını toprağa yapıştırıp günlerce kendisine intikam için güç ve izin verilmesi hususunda yakarışta bulundu. Herkes Cen-giz’in dönüşünü bekliyordu. İstediklerinin kendisine verildiği haberinin duyulması üzerine Moğollar intikam çığlıkları attılar.
İhtişamının sonunun geldiğini hisseden Alaaddin, oğlu Celaleddin’e de kulak vermeyerek, güçlü ordusunu grup grup farklı mevzilere konuşlandırarak, Moğolları beklemeye koyuldu. Moğol ordusu için bu mevzi kentlere girmek hiç de zor olmadı. İhtişamlı İslam kentleri birer birer düşüyordu. Semerkant, Buhara başta olmak üzere yüz bin ve milyon nüfusa sahip tüm kentler kuşatılarak adeta kılıçtan geçiriliyor, İslam’ın ihti-şamlı günleri için tehlike çanları çalıyordu. Cengiz Han, Muhammed Harzemşah’ı ele geçirememiş ama, Harezm bölgesinde taş üstünde taş, vücud üstünde baş koymamıştı. İslam’ın ilim kentleri, İslam’ın akade-mik kalbi adeta parçalanmıştı.
Çin’i, Japonya’yı, Harezm’i istila eden Moğol orduları buralarla yetinmeyecek, 90 yıllık hakimiyet sürecinde Asya’nın, Güney Hint ve Arap Yarımadası hariç neredeyse tamamını ve Avrupa’nın, Macaristan, Polonya ve Baltık bölümünü istila ederek, tarihin kaydettiği en geniş coğrafyalı, 34 milyon kilometrekarelik bir coğraf-yayı egemenliklerine alacaklardı. Hatta istila edip kıyımdan geçirdikleri coğrafyaların bitki örtüsünün de-ğişmesine neden olan Moğol istilaları döneminde 3-6 milyon insan öldürülmüş, verimli tarım arazileri on-larca yıl bakımsızlıktan, step ve ormana dönüşmüştü.
Moğol İstilası öncesi Anadolu Selçukluları bölgede hakimiyetlerini pekiştirmiş ilim ve irfan adına Konya, Kayseri, Sivas, Tokat, Erzurum gibi önemli merkezi kentler, siyasetçi olduğu kadar büyük bir asker ve aynı zamanda ilim adamı olan Sultan I. Alaaddin Keykubad (d. 1192 - ö. 1237)’ın ihtişamlı günlerini yaşıyordu.
1227 Yılında Moğol Hükümdarı Cengiz Han’ın ölümünden sonra da hakimiyet alanlarını genişletmeye de-vam eden Moğollar, merkezi devlet organizasyonunun çok fevkinde bir çok devlet ve idari yapılanma ile yayılmacı politikalarını sürdürüyordu. Özellikle Anadolu’yu hakimiyet alanlarının içine katmak isteyen Mo-ğol Uzantısı İlhanlılar, doğudan adım adım yaklaşıyorlardı. İlhanlı devletini kuran Cengiz Han’ın torunu Hülagu’dur.
Selçuklu Devleti sınırlarında yaşayan Türkmen toplulukların, yeni yurt edindikleri, hatta bir çoğunun henüz yerleşik hayata tam anlamıyla adapte olamadığı, aralarında husumet ve ikti-darı ele geçirmekte kıyasıya mücadele ettikleri bir dönemde, Asya’nın en doğusundan adeta bir tsunami gibi önüne geleni yok ederek ilerleyen Moğollar 1239 yılında Kars’ı ele geçirip yağmalayarak Anadolu topraklarına ayak bastılar. Selçuklu Sultanını ve şehirlerin emirlerini kendilerine tâbi olmak ve ağır vergiler vermek üzere elçiler gönderdiler. Olayın vaha-metini anlamaya çalışan Sultan Alaaddin’in ömrü maalesef Moğollarla masa başına bu işi sonuçlandırmaya yetmedi. Bu ani ölüm sonrasında başa getirilen tecrübesiz ve dirayetsiz, zevkü sefa düşkünü oğul Gıyasettin’in ise olayın çapını anla-yacak firaseti de yoktu.
Baycu Noyan komutasındaki 30 bin kişilik Moğol ordusu bir-kaç yıl sonra da Erzurum’u yağmalayarak kentte büyük katliamlar yaptılar. Alaattin Keykubat ve Hunat Hatun’un oğlu olan II. Gıyasettin Keyhüsrev teçhiz ettiği 70 bin kişilik orduyla Sivas’ın 80 kilometre doğu-sunda bulunan Kösedağ mevkiinde kendi sayılarının yarısı kadar bile bir sayısı olmayan Moğol ordusunu beklemeye koyuldular. 1243 Yılında iki ordu karşılaşmış ve Selçuklu öncü birlikleri bozguna uğrayınca, basi-retsiz II. Gıyasettin Keyhüsrev, komutanları ve danışmanlarına da itimat etmeyerek koskoca orduyu başsız bırakarak ortadan sıvışmış ve çok kolay kazanılması gereken bir savaşta orduyu hezimete uğratmıştı. Baycu Noyan’ın başında bulunduğu Moğol ordusu, koskoca bir ordunun birkaç gün içinde bu kadar kolay alt edi-lebileceğine inanamamış, bunun pusu amaçlı olduğunu zannederek ordusunu iki gün ordugahta muhafaza ederek kente girmemiştir.
Sivas’ın düştüğü, ordunun bozguna uğradığı ile ilgili katliam haberleri Kayseri’ye ulaştığında, kenti büyük bir hüzün ve ürperti sardı. Ordusu dağılmış ve katledilmiş bir devletin başkenti, aynı zamanda başsız kal-mış, Sultan Gıyasettin Keyhüsrev’den haber alınamıyordu. Moğol Ordusunu Sivas Kapısında beyaz bayrak-larla karşılayıp, kentin anahtarlarını onlara teslim ederek, onların taleplerini yerine getirip, halkı kıyım ve katliamdan kurtarma fikri elbette Ahiyan ve Baciyan merkezi, Selçuklu Başkenti Kayseri’ye yakışmazdı. Yapılacak iş belliydi: Kenti her ne pahasına olursa olsun savunmak.
1204 Yılında Anadolu’ya gelen 1171 Hoyi doğumlu Şeyh Nasırettin Mahmud’un Kayseri’de temellerini attığı sosyal, siyasi ve iktisadi misyonu olan Fütüvvet maksatlı Ahilik teşkilatı, bu kentte yiğitlik, cömertlik, kahramanlık ülküsüne sahip binlerce civanmerd, ahi mücahid yetiştirmişti. Hace Nasırettin’in hanımı Fatı-ma Bacı da aynı maksat ve misyonla ‘Baciyan’ teşkilatını kurarak kentte örgütlenmişti. Bir zaman Konya ve Sivas’ta da paralel oluşumlar gerçekleştirseler de Kayseri’den ellerini hiçbir zaman çekmemişlerdi.
Ahiyan ve Baciyan’lar, kentin komutanlarından Emir Kaymaz ve Fahreddin Ayaz’a kanlarının son damlasına kadar kenti savunacaklarına söz verdiler. Kenti çevreleyen dış ve iç surların tamiratı ve gerekli yiyecek ve mühimmatların sur içinde değişik yerlere stoklanması için hummalı bir çalışma başladı. İç ve dış surları çevreleyen duvarların dibindeki yaklaşık 3 metrelik çukur hendek, onarılarak içerisi su ile dolduruldu. Ka-lenin tüm giriş kapıları onarılarak sağlamlaştırıldı. Zaten şehrin neredeyse tüm, sosyal, ekonomik ve siyasal kurumları surun içinde bulunuyordu.
Fütüvvet ve cihad ruhuyla, İlay-ı Kelimetullah davası için fetih ve hakimiyeti kanıksamış bir topluluk için, sur içinden savunma harekatı fazla alışık oldukları bir strateji değildi. Ama kent dışında bir yerde savun-mak, ne ordu ne de techizat olarak mümkündü.
170 Sene önce gelip, fetih ve hakimi-yetle süsledikleri Anadolu topraklarını, ne idüğü belirsiz bir ordu ve ülkeye hediye etmek, ölümden farksızdı, Ahi-yan ve Baciyanlar için.
Moğol Ordusunun hareketi ve güzer-gahı, Kayseri Ovasını çevreleyen Doğu ve Kuzey tepelerde bulunan Tümülüs-ler yani gözetleme kulelerinden takip ediliyor, kısa süre içinde haber, sur içindeki savunma hattına bildiriliyordu.
Baycu Noyan komutasındaki Moğol Ordusunun Sivas’tan sonra hangi yerleşim yerlerine uğrayıp hangi katliamları yaptığı, hangi kasaba ve köyleri yağmaladığı ve kaç gün nerelerde konakladığı ile ilgili tarih sü-kut etse de, çok kısa bir süre sonra, Kayseri’nin doğusundan kente girdiler. Kenti çevreleyen surlar dışında çok az bir yerleşim yeri bulunuyor ve bunlar da zaten gün-ler öncesinde boşaltılsa da kendini yağmadan kurtarama-yacaktı. Eli silah tutan ve kendinde savaşacak gücü bulan-lar, iç ve dış surlarda müdafaa hattında, geri kalan yaşlılar, kadınlar, çocuklar ve bunları korumakla görevli bir grup mücahitler de, Kayseri ovasını çevreleyen dağlardaki yerle-şim yerlerinin ücra köşelerine çekildiler.
Kayseri’nin Doğusundan şehre giren Moğollar, etrafını sükûnet yumağının kuşattığı surların etrafına konuşlandı-lar. Kentin ileri gelen kadıları ve fakihleri, kan akmadan, sulh ve sükunetle kuşatmanın kaldırılması için çaba sarfet-tilerse de Moğol Komutan Abaka bu barış çağrılarına kulak tıkamakla kalmadı, Kayseri Kadısı Celaleddin Habib ve be-raberindekileri acımadan katlettirdi.
Müslümanlar için kenti, yani surların içini savunmaktan başka çare yoktu. Sur içinde kendilerine bir müddet yete-cek miktarda yiyecek maddesi bulunuyordu. Savunma ne kadar uzun sürerse, yorgun Moğol ordusu o derece çare-sizliğe kapılacak ve en azından başka kapıya yönelecekti.
Dış surların etrafındaki girişleri günlerce zorlayan Moğolların ku-şatmayı yarmaları hiç de kolay olmadı. Her defasında kale burçla-rını müdafaa eden Ahi Cengaverler tarafından püskürtüldü. Kıyasıya bir saldırı ve kıyasıya bir müdafaa, her geçen gün tarafların gücünü kırıyordu. Her defasında şehrin farklı kapılarından hucuma geçen Moğol askerleri önemli zayiatlar veriyordu.
On yedi gün süren Moğol saldırıla-rı bir sonuca ulaşamamış ve iyice
ümitsizliğe düşülmüş iken, Ermeni dönmesi şehrin iğdişçibaşı Hajuk oğlu Hüsam, kalenin gizli kanalizasyon geçişlerinden birini kullanarak Baycu Noyan’a sığınıp, kale hakkındaki önemli bilgileri ona aktardı. Kalenin içindekilerin yiyeceklerinin bitmek üzere olduğunu ve dayanacak güçleri kalmadığını onlara nakletti. Mo-ğollar surları kuşatan suyla dolu hendeğe boşalan bu geçişi kullanarak lağım suları içinden kaleye girmeyi başardılar. Şehrin Subaşısı Fahrettin Ayaz da Hajuk’la beraber Moğollar’a sığındılar. Moğolların kuşatma-larında en büyük destekçilerinden biri de daha önce Moğollarla irtibat kurmuş ve dostluk geliştirmiş olan Kalenderîlerdi. Kaleyi muhasara eden bu kalenderi dervişler içinde bulunanlardan birinin de Şems-i Tebrizi olduğu iddia edilir. Bu çifte ihanet ve istihbarat üzerine Moğollar son bir taarruzla, kale içine sızan Moğol askerlerinin arkadan açtığı, şu anki Cıncıklı Camii’ne geçilen giriş kapısından içeri dalmayı başardılar.
Kayseri kenti için sonun başlangıcı olan bu saldırıdan sonra kale Baycu Noyan tarafından teslim alındı. Sur-ları müdafaa eden ahi mücahidlerin birçoğu şehid edildi. On bin civarında şehid ve bir o kadar da esir ol-duğunu iddia eder tarihçiler. Kadınlar ve çocuklar da Moğol askerleri tarafından üleşildikten sonra, kalan-lar ise elleri bağlanarak şehrin kenar yerleşim yerlerinin uzağına götürülerek, sonradan Meşhed’lik denen yerlerde şehid edildiler. Kenar yerleşim yerleri civarında çok sayıda Şehidlik (Meşhed) ve toplu mezarlar oluştu.
Sur içinde kalan mahalleler yağmalanarak, şehrin hazinelerine el konulmuş, evler, barklar, dükkanlar, ima-lathaneler, idari binalar ateşe verilmişti. Tam bir katliamın yaşadığı kent içi ve çevresinde onbinlerce belki yüzbinlerce tarihin kayıt ede-meyeceği kadar insan kıyımdan geçirildi. Katliamda şehid edi-lenlerin sayısı konusunda 30 binle başlayan 100 binlere dayanan abartılı rivayetler vardır.
Bir semavi afet ve tufan gibi önüne kattığını yok eden bu ateş, 170 küsür yıldır medeni-yet, kültür ve insaniyet adına ne varsa yaktı, yıktı götürdü.
En büyük maharetleri çıplak at sırtında süratle ve çok sayıda ok atabilmek olan Moğollar, Kayseri kent merkezini harabeye çevirip batı istikametine yöneldiklerinde geride, insan nefesinin olmadığı vahşi hay-vanlara ve yırtıcı kuşlara ziyafet olan bir kent bıraktılar.
Baciyan kurucusu Fatıma Bacı, Moğol saldırılarında esir edilmiş, Moğolların çok aramalarına rağmen ula-şamadıkları Mahperi Hunat Hatun, gelini ve kızı ile beraber, günler öncesinden kenti terk etmişler Adana Civarında bir Ermeni Krallının himayesine sığınmışlardı.
Kayseri’de olan bu katliamların ateşinin dumanın gözlemlenebildiği dağ ücralarından biri de Turesan-ı Ve-li’nin İncesu’nun sırtındaki tekkesinin bulunduğu tepe idi. Kayseri Ovasının çevresindeki dağlarda bulunan yerleşim yerleri de bu saldırıdan nasibini alacaktı. Bir Moğol birliğinin İncesu’dan geçerken, kimsenin görmesinin mümkün olmadığı sarp bir tepe’nin sırtında bir saldırıya uğrama ihtimali neredeyse yok gibiydi. Gel gör ki büyük bir ihtimalle, bir ajanın istihbaratı sonucu, sarp tekke dağının tepesinde bulunan Turesan Tekkesi’nde bulunan kadınlar, çocuklar ve ahiyan dervişler de katliamdan geçirileceklerdi. Tekkenin etra-fındaki şehidlik hâlâ o günlerden izler taşır. Ayrıca tekkenin giriş bölümünün sağındaki şehidlik adı verilen bir oda içinde Turesan-ı Veli’nin yakınlarından şehid olanların sandukaları bulunmakta.
Turesan-ı Veli’nin bu ‘tekke direnişi’ sırasında şehid edilip edilmediği konusunda herhangi bir bilgi söz ko-nusu değil ama etrafı şehidlik olan bu tekke içerisinde metfun bulunduğu kesin. Moğolların, direniş gös-termeyen ve teslim olan topluluklara eman verip, onları öldürmemek gibi genel bir savaş etiğinin bulun-duğu bir vakıa iken, Turesan Tekkesinin etrafındaki şehidlik, burada büyük bir direnişin gerçekleştirildiği ve direnişçilerin şehid edildiğinin en önemli dayanaklarındandır.
Kayseri’yi İncesu istikametinden terk eden Moğolların geride bıraktıkları kan, zulüm ve gözyaşının izleri onlarca yıl silinmeyecekti. Ölümler, zulümler ve acı çekmelerin had safhada yaşandığı bu toprakların ken-dine gelebilmesi için en az bir asır gerekecekti. En yakınlarını bu katliamda kaybeden, bir çoğu çocuk, kadın ve yaşlılardan oluşan az sayıdaki halk, yaşadığı acıları sinesine gömerek şehitlerin defnedilmesi için günlerce emek sarf edeceklerdi. Bir çok yere bölgesel şehitlik ve toplu mezarlar inşa edilmişti. Yakınının cenazesini tespit edebilenin sayısı çok azdı. Şehidlerin gömülü bulunduğu yerlere ise genel bir isim veril-mişti: Meşhed.
Çekik gözlülerin Anadolu bozkırından devşirdikleri köle kadınları kendi aralarında üleştikten sonra, çocuk-larla beraber esir pazarında pazarlamaları sonucu, Anadolu coğrafyasının her yanında kimliğini arayan binlerce insan türeyivermişti. Yakınlarını ve ailelerini bulmaları ise neredeyse mümkün değildi.
Kendilerine ‘ölü’ demenin ve ‘toprağa gömülü’ demenin dinen yasak olduğu, Allah yolunda İla-yı Kelime-tullah ve nizam-ı alem davasını müdafaa için canını bu uğurda verenlerin, Allah’ın dünyevi ve uhrevi nimet-lerine şahit olanların hatırasına, artık onlar ashab-ı meşhed idiler. Bizim gibi dünyalıkların farkında olama-yacağı şekilde, rızıklandırılan ve niğmetlere gark olan şahitler yani şehitler topluluğunun çağlar ötesine uzanan çağrısı kıyamete kadar diriliğini muhafaza edecektir.
Dinin ahkamının bu topraklarda yeniden, nasıl dirileceği konusunda ise hiç kimsenin bir çabası ve öngörü-sü yoktu. Hatta bir kısım Müslümanlar ise zihnen hepten teslim olmuştu: Artık İslam’ın eski azametine ulaşması bu topraklarda mümkün değildi. Çünkü tüm dini rehberler, hocalar, mürşitler, oluşan dini kurum-sallaşmalar, hepsi berheva olup gitmişti. Bu ümitsizlik süreci sonrası Konya’yı kuşatan Moğollar’a kentin anahtarlarının sulh ve sükunutle teslim edilmesine öncülük eden Mevlana Celaleddin’in bu tavrı günümüz zaviyesinden tenkide uğrasa da o günün Anadolu’su için ışığın yeniden yükseldiği bir merkezi kentin ko-runması bakımından anlamlıdır. Daha sonraki dönemlerde, Konya’da yanmaya devam eden bu ışık, ümidi kırılan Anadolu kentlerini aydınlatan ışık olacaktır.
Moğolların terk ettiği ve vali atadığı Kayseri, tüm canlılığını ve ticari, zirai dinamizmini yitirmiş, ekilmesi gereken tarım arazileriyle bile ilgilenecek kimse kalmamıştı. Ahi sanatkarlara ait atölye ve merkezler ateşe verilmiş, hayatta kalanlara ise Baycu Noyan’ın ağır vergileri altında eman verilmişti. Uzun yıllar Kayseri çevresindeki bu araziler bakımsızlıktan step ormana dönüşmüş, kentin çevresi yabani hayvan barınağı haline gelmiş ve sukûneti tercih eden halk da kentten uzaklaşarak, kenar ve kuytu köylerde kendine yaşam alanı aramaya başlamıştır.
Moğol katliamından kurtulan, ilim ve siyaset erbabının süreç içinde İlhanlı idarecilerle geliştirdikleri iyini-yet ilişkileri onların her halukârda ‘moğol ajanı, işbirlikçi’ ithamıyla yaftalanmasına neden olmuştur. Bu ilişkilendirme ve itham, Şems-i Tebrizi’yi, Mevlanâ Celaleddin’i, Seyyid-i Burhaneddin’i, Ahiliğin kurucusu Hace Nasreddin (Nasrettin Hoca) olarak bilinen Nasıreddin Mahmud’u ve birçok Selçuklu yöneticisini ku-şatmaktadır. Korkaklık ve pısırıklık mı, öngörü ve ileri görüşlülük mü herkes bir gün mutlaka yaptıklarının hesabını verecek, mahşer gününde.
Bir kısım tarihçiler tarafından, insanlık yara-tıldıktan beri benzeri bir zulme ve katliama tanık olunmamıştır diye tarif edilen Moğol saldırılarının, dini, sosyal, ekonomik ve siyasi hayatı nasıl etkilediği bir yana Müslümanların bu topraklarda yaşadığı en ağır imtihanlardan biri olmuştur. Müslüman toplumun dünyevi hırs eksenli refaha boğulduğu bir dönemde, başına gelen bu musibetten çıkaracağı elbet-te büyük dersler vardır.
Moğol saldırıları sunucu yaşanan acıların tes-kinini meşhed ve mezarlıkları ziyarette bulan
halkın neredeyse günlük ritüeli oluvermişti, mezar ziyaretleri. Dünyevî iştigallerden azamî derecede uzak-laşan halk mistik bir hayata yönelmiş, tekkeler, türbeler etrafında, meşhedlikler etrafında şekillenen bir yaşam canlılık kazanmıştı. Bu durum halk arasında yaygın bir gelenek haline gelmeye başladı. Moğol saldı-rılarından yaklaşık 15 yıl sonra Urfa Harran’da doğacak olan Şeyhulislam İbn-i Teymiye, halkı mezarlıklar-dan, mistik eğilimlerden uzaklaştırmak ve gerçek hayata döndürmek için en çok emek harcayanların ba-şında gelecekti.
Ne garip bir tarihi tecellidir ki, neredeyse dünya kara parçasının üçte birini egemenliği altına almış olan Moğolların ömrü bir insan ömrünü bile bulamadan adeta tuz/buz olup buharlaşmıştır. Kayseri’de görev-lendirdikleri valiler vasıtasıyla sağlamış oldukları hakimiyet ancak 65 yıl sürebilmiştir. Türkî ve Farsî halkla-rın bir çoğuyla nesebî bir bağı olmasına rağmen, hiç kimse tarafından zinhar kabullenilmeyen Moğollar’ın adeta yok olarak buharlaşması örneğine tarihte pek rastlanmaz. Hakimiyet kurdukları yörenin halkıyla, töresiyle kaynaşmış olsalar bile, kendini ‘Moğol soyuna’ ait hisseden neredeyse hiçbir topluluğun bulun-mayışı bir kez daha kendini göstermiştir ki: Zulüm ile abâd olunmaz.