Karadeniz, şehirler denizi!

Bayrağım kadar onurlu, denizim kadar coşkulu, dağlarım kadar dik başlı Kara-denizliye selam olsun. Karadeniz'i görünce, kuzey hattımızdan herhangi bir tehlike ve tehdidin söz konusu olmayacağına inandım. Ne dağlarım, ne de insanım bu tür tehditlere izin vermeyecektir! Belki de Karadeniz'in gizli güzelliği bundadır. Onun için ben 'Karadeniz'e 'Şehirler Denizi' demeyi düşündüm. Kıyı boyunca her metresinde bir pen-cerenin denizi gözetlemesi bu isme haklılık çıkarmaz mı, ne dersiniz?


Ülkemizin büyük illerinin hemen hepsini gezip gördüm. Bende şehir kültürünü geliştiren ve ‘Şehirname’yi yazmama bu geziler sebep olmuştur. Çünkü toplu yaşama içgüdüsü şehirde şekillenir. İnsanlar, tarih boyunca güvenlik ve gelişmeyi hep şehirlerde aramışlardır. Gittiğim şehirleri sadece bir turist merakıyla gezmedim. Şehirlerin sosyal yapıları, tarihi mirası, kültürel özellikleri, şehirleşme pozisyonları hep ilgimi çekmiştir.

Böyle bir dikkat çerçevesinde Mayıs’ın son haftasını Karadeniz sahil şeridinde geçirdim. Muhteşem falezlerle çevrili, zaman zaman vadilerle İç Anadolu’ya açılan kıyı şeridi, bir altın kolye gibi kuşatılmış sahil yollarıyla hem güven, hem de güçlü devlet olmanın hazzını yaşattı bana. Her girdiğim tünelde, ‘ah keşke bunu bir asır önce başarabilseydik’, gibi bir temenniyle gururlanmamak mümkün değildi. Sıkça denize dökülen ırmaklar, yeşil örtüleriyle dağlar silsilesinin sanki gözyaşları gibi geldi bana. Hele hele 1355 km’lik macerasıyla Anadolu’yu kucaklayarak Bafra Burnundan Karadeniz’e dökülen Kızılırmak, sanki Anadolu insanının alın terini ve sevgisini taşıyordu buralara. Burada gecelerin tadı bir başka güzelliği seriyor gözlerinizin önüne. Kaçkar dağlarının zirvesinden göz kırpan yıldızlar denize dökülecek birer bilye gibi sularda dans ediyor.

Ancak denizin keyfi, güzelliği ve verimi buralarda İstanbul kadar değil. Samsun ve Trabzon gibi büyük şehirlerde, bazı yük gemileri limanlarda görünse de, mesela tur gemileri yoktu. Kayıklarla denizde dolaşan insanlar yok denecek kadar azdı. Karadeniz’in haşin dalgaları buna izin vermeyebilir. Buna rağmen, sakin günlerde denizden faydalanmayı düşünmek kötü mü olurdu? Bunu yerli halkın keyif çıkarması anlamında düşünmüyorum elbette. Sokaklara dikkat ettim, çok daha fazla Arap turist buralara ilgi gösteriyor. Birkaçıyla sohbet ettim, ‘haza cennet’ül baki (işte yeryüzü cenneti)’ tabirini kullanıyorlar. Çöle ve sıcağa mahkûm bir toplum, böyle yerleri gerçekten tatil için kurtuluş simidi gibi görüyor. Ancak, Karadeniz’i çevreleyen şehirlerin bu ilgiye hitap edecek turistik altyapısı pek görünmemektedir.


Samsun’dan Rize’ye kadar sahil şeridinde, denize cepheli evler yeşillikler arasından kendisini gösteriyor. Samsun’da, özellikle Trabzon’da, falezleri tıraşlayarak yeni yerleşim yerlerinin açılmasına başlanılmış. Keşke bunlar, göründüğü gibi oyla sık ve çok katlı değil de, doğanın dokusunu bozmadan yapılacak şekilde planlanabilse. Hele, Uzungöl’ün etrafını kuşatan oteller, gelecek için çok daha kötü bir görünüme işaret etmektedir. Betonla inşa edip ahşapla kaplanan bu binaların, burasının sert iklim şartlarına ne kadar dayanacağı belli değildir. Bu doğal gölü, büyük bir kültürpark halinde görmeyi ne kadar isterdim. Mesela bir kongre merkezi olmalı burada. Karadeniz Teknik Üniversitesi, Türkiye’nin önemli eğitim kurumlarından birisidir. Uzungöl’de onun bir sosyal tesisinin olması gerekmez mi? Kültürel etkinliklerin, sanat faaliyetlerinin, edebiyatın, şiirin yaşayan temsilcileriyle burada sık sık kongreler yapılmalıdır. Şehrin ruhunu anlamadan, gelip sadece gezerek giden insanlarla burasını dünyaya tanıtamayız.

Şunu samimi olarak ifade edeyim, Samsun’dan başlayarak Ordu, Giresun, Trabzon ve Rize, Yüce Yaratıcının bizlere bahşetmiş olduğu muhteşem bir tabiat dokunuşuna sahip. Doğal olarak gelir kaynakları, fındık, çay, kivi gibi belirli türlerde sınırlı kalsa da, Karadeniz insanının keşfedici kabiliyeti, buradaki insanları fakirliğe mahkûm etmemiştir. Çok dağınık yerleşim alanlarına rağmen, her tepeye, ya da her yamaca bir cami inşa etmiş olmaları, kimlik güvenliğinin teşhiri açısından çok önemli bir dikkat noktasıdır. Bir şeyi daha gördüm burada, tabiatın insan karakterinin oluşumundaki etkisi! Bu sert yamaçlarda yaşayan insanın tavrıyla ovada yaşayan insanınki aynı olmuyor. Kimlik krizine uğramış az sayıda insanın kendini vareden değerlerden kopmuş olanlarını dışarda tutarsak, yöre halkının kararlı duruşları, güven veren davranışları, şehirleşmenin erozyonuna rağmen, bozulmadan devam ediyor.

Bu gezinin sonucunda gördüklerimi eleştirel mantıkla ele alırken, oraların daha mükemmeline layık olduklarını anlatmak içindir. Değilse, Samsun başlı başına bir kültür şehridir; tarihiyle, bugünüyle ve geleceğiyle ülkemizin yüz akı bir şehridir. 1.Bayezid’in 1398’de şehri fethetmesiyle Türkleşen Samsun, Kurtuluş savaşımızın ‘ilk adım’ının burada atılmış olması yanında, geçmiş medeniyetlerin izlerini koruması, onları gelecek nesillere tarihin emaneti olarak sunması göz ardı edilecek bir farklılıktır!  Caddelerinde gezerken, mutluluk duymamak mümkün değil. Şehrin siluetini renklendiren sahil, eğlence yeri gibi görülmüyor burada. Tarihiyle bütünleştirilip öyle donatılmış. Dağla denizin kucaklaştığı, kanyonlarıyla taçlandırılmış bir Samsun, göç veren değil, göç alan bir şehre doğru koşuyor artık. Altınkaya barajına ev sahipliği yapan Şahinkaya kanyonu suyun insanoğlunun eliyle yönlendirilmesinin en güzel örneklerinden birisi. Sözün kısası, Samsun gezilmez, orada yaşanılır! Samsun’dan ayrılırken kendi kendime mırıldanmadan edemedim:

 

“Çarşambayı sel aldı,

Bir yar sevim el aldı.

Keşke sevmez olaydım,

Elim koynumda kaldı.”

 

Daha sakin ve yaşanacak bir yer istiyorsanız, buyurun, Ordu’ya davet edelim sizi.

Üstelik burasının da hoş bir türküsü var, sizi de onunla karşılayabiliriz:

 

“Ordunun dereleri,

Aksa yukarı aksa.

Vermem seni ellere,

Ordu üstüme kalksa!”

 

Âşık sevdiğini vermesin elbette. O doyumsuz güzelliğiyle, deniziyle, dağlarıyla, sevimli insanlarıyla biz Ordu’yu Ordululara bırakarak yolumuza devam edelim. Şimdi Giresun karşılayacak bizi. Küçük, ama şirin bir şehir! Horonu, kemençesi, tulumu ve uşaklarıyla ritmik bir halayın gölgesindeyiz gibi geldi bana. Ordu ve Giresun insanı, doğal olarak kendilerini çeken iki büyük şehrin; Samsun ve Trabzon’un cazibesinden kurtaramamaktadırlar. Bu iki güzel ilimizin ortasında denizi doldurarak açılan hava alanına rağmen, bu kuşatma sanırım devam edecektir. Buna rağmen, buralar yaşanacak güzel kıyı şehirleri olarak varlıklarını hep bu çerçevede sürdürecekler gibi geliyor bize.

Trabzon’a gelince, Karadeniz turları, hep Trabzon odaklıdır. Çünkü orada, bizim tarihimizin önemli ayak izleri bulunmaktadır. Mesela, Yavuz Sultan Selim’in şehzadelik dönemi burada geçmiş, oğlu Kanuni Sultan Süleyman burada dünyaya gelmiştir. Tarihin ve tabiatın bize sunduğu elbette bunlarla sınırlı değildir;  Sümela Manastırı, Uzungöl ve Ayder yaylası da Trabzon’un ön plana çıkan zenginlikleridir.  Gerçekten de, bu üç yer görülmeye değer niteliklere sahip. Uzungöl ve Ayder’e güzel çift şeritli kıyı şeridindeki yoldan her ikisinde de 100 km.’den daha fazla bir koşuşturmayla içeriye geçiyorsunuz; bir nevi Anadolu’nun kalbine doğru bir yürüyüş. Ancak sahildeki falezler, aynı özellikleri burada birbiriyle tokalaşacak kadar iki yamaç haline gelmiş ve yeşil örtüleriyle sizi kucaklayan, kendisine bağlayan bir manzara sunuyor. Bunu yamaçlara, dağ tepelerine serpiştirilmiş binalar ve onların hemen yanı başında uzunca minareleriyle camiler kucaklıyor. Her adımda farklı bir tablonun cazibesine kapılıyorsunuz. Teleferik inşası için ziyarete kapatılan Sümela manastırı, Hıristiyan azizlerinin mahremiyetini duvarlarında saklamaya sanırım devam edecektir. 

Yahya Kemal, İstanbul’da değil de, bu bölgede yaşasaydı, herhalde aşağıdaki şiire eşdeğerde bir şiiri de burası için yazardı.  

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!

Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.

Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!

Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.


Böyle ömre değer şehirlerden birisi, Karadenizli için kuşkusuz Trabzon’dur. Ne var ki, böylesi şehrin üstüne yazılmış doğru dürüst güzel bir şiir bulmada zorlandım. Bedri Rahmi Eyuboğlu buralıdır, ama buradan kopmuş gibi geldi bana. Kendi şehrine özlem duyduğunu anlatacak Beyatlı’nın kalitesinde bir şiirini göremedim. Yazılanlar yok mu? Dolu! Ancak, Trabzon’u edebiyat camiasında temsil edecek güçte şiir pek yoktur sanırım.

Belki Karadenizli şairlerin işini zorlaştıran her yörenin bir güzellik alyansı halinde olmasıdır. Şair, bunlardan hangisini anlatsa, öbürü önüne çıkacak ve ‘ben ondan geri mi kalırım?’ diyecektir. Haklıdır da, buradaki denizin hırçın dalgalarıyla dağların yeşil dorukları, damar damar süzülüp akan nehirleri haksız rekabete izin vermeyecek kadar birbiriyle iç içe girerek bir tabiat muştusu şeklinde çıkmaktadır karşımıza.

Kuşkusuz Trabzonlunun gururu, Çaykara doğumlu Osman Turan’dı. Onu da yâd etmeden geçmek istemiyorum. Benim gençlik dönemimin, şuurlanma mayasında bu büyük insanın payı oldukça büyüktür. ‘Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’ ve ‘Selçuklular Zamanında Türkiye’, ‘Türkiye’nin Manevi Buhranı Din ve Laiklik’, ‘Türkiye’de Siyasi Buhranın Kaynakları’, Selçuklular ve İslamiyet’ isimli kitaplarını ilk yayınladığı yılda almış ve büyük bir dikkatle okumuştum. Bununla da yetinmeyerek o yıllarda İstanbul’da kendisini ziyaret edip tavsiyelerini almıştım. Şimdi onun isminin burada, “Osman Turan Kültür ve Kongre Merkezi” adıyla üniversitede yaşatıyor olmasından memnuniyet duydum. Bir kültür kadirşinaslığı olarak bu vefayı umarım diğer şehirlerimizde de görürüz.

Gözüm arkada kalarak evime dönerken, Karadeniz’i ilk gördüğümde fısıldadığım Ahmet Cevat’ın ‘Çırpınırdı Karadeniz” türküsünü yeniden dillendirmeden edemedim:

 

Çırpınırdı Karadeniz,

Bakıp Türk’ün bayrağına.

Ah ölmeden bir görseydim,

Düşebilsem toprağına.

 

Sırmalar sarsam koluna,

İnciler dizsem yoluna.

Fırtınalar dursun yana,

Yol ver Türk’ün bayrağına!

 

Bayrağım kadar onurlu, denizim kadar coşkulu, dağlarım kadar dik başlı Karadenizliye selam olsun. Karadeniz’i görünce, kuzey hattımızdan herhangi bir tehlike ve tehdidin söz konusu olmayacağına inandım. Ne dağlarım, ne de insanım bu tür tehditlere izin vermeyecektir! Belki de Karadeniz’in gizli güzelliği bundadır. Onun için ben ‘Karadeniz’e ‘Şehirler Denizi’ demeyi düşündüm. Kıyı boyunca her metresinde bir pencerenin denizi gözetlemesi bu isme haklılık çıkarmaz mı, ne dersiniz?

Yazan: Muhsin İlyas Subaşı

Bakmadan Geçme