• Haberler
  • Gündem
  • İslamcılığın Sekülerizmle İmtihanı ve Yenilmişlik Sendromu

İslamcılığın Sekülerizmle İmtihanı ve Yenilmişlik Sendromu

Bugünün sekülerleşmesi, geçmiştekinin aksine kendi halinde ve apolitik, muhafazakâr insanların sekülerleşmesi değildir. Aksine bugünkü sekülerleşme, İslam'ı bir ideolojik kimlik olarak gören, İslam'ı siyasal bir dava olarak görüp toplumu, kültürü ve ekonomiyi bu ideoloji doğrultusunda dönüştürmeyi hedef edinmiş kesimlerin ve onların çocuklarının sekülerleşme tecrübesidir. Yani İslam bayrağını elinde tutan militan bir grubun kendi dünya görüşüne yabancılaşması meselesidir bugünün sekülerleşmesi.

Esat Arslan’ın Kaleme aldığı, ‘21. Yüzyıl Türk Sekülerleşmesinin Kaynakları: Şerif Mardin’den Mülhem bir yaklaşım’ başlığıyla kaleme aldığı makaleyi önemine binaen aynen yayınlıyoruz:

21’inci Yüzyıl Türk Sekülerleşmesinin Kaynakları: Şerif Mardin’den Mülhem Bir Yaklaşım – I

Bugünün sekülerleşmesi, geçmiştekinin aksine kendi halinde ve apolitik, muhafazakâr insanların sekülerleşmesi değildir. Aksine bugünkü sekülerleşme, İslam’ı bir ideolojik kimlik olarak gören, İslam’ı siyasal bir dava olarak görüp toplumu, kültürü ve ekonomiyi bu ideoloji doğrultusunda dönüştürmeyi hedef edinmiş kesimlerin ve onların çocuklarının sekülerleşme tecrübesidir. Yani İslam bayrağını elinde tutan militan bir grubun kendi dünya görüşüne yabancılaşması meselesidir bugünün sekülerleşmesi.

21 yüzyil Türk Sekülerleşmesi

Bu çalışmanın amacı Türkiye’de son 10-15 yılda giderek çölleşen sosyal bilim dünyamızın canlanması için mütevazi bir katkıda bulunmaktır. 1990’lar ve 2000’lerde son derece canlı bir toplumsal düşünce dünyamız vardı. Soğuk Savaş’ın bitiminden, liberal demokrasinin ülkemizde kökleşmeye başlamasından ve Türkiye’de kimliklerin yükselişe geçişinden sonra, Türkiye’nin yeni dünyadaki sorunlarına çözüm arayan mesele sahibi son derece fazla sayıda nitelikli toplum düşünürü vardı. Ve onların yazdığı her kitap ve makale heyecanla okunur ve kamusal alanda paylaşılır, hararetle tartışılırdı. Fakat ne yazık ki son 10-15 yılın hengamelerinden sonra, çok farklı sebepler yüzünden, Türkiye’de toplumsal düşünce ve onun yarattığı kamusal heyecan giderek yok oldu. Bu çölleşmeyi bilimsel olarak ispatlayabilmem imkânsız. Fakat medyada hâkim olan tartışmalara baktığımda ve eskiden toplumsal düşünce üretiminin kalesi olan Bilkent, Boğaziçi, ODTÜ, Ankara Siyasal ve Sabancı gibi üniversitelerde bulunan dostlarımın kalitenin ne kadar gerilediğine dair beyanlarını dinleyince ister istemez bu sonuca varıyorum.

I. Bugünün Sekülerleşmesini Açıklamaya Çalışan Kuramlar 

Bu makalenin meselesi son altı-yedi yılda artık kimsenin reddedemeyeceği kadar yaygınlaşmış sekülerleşme olgusunu anlamlandırmaya ve açıklamaya çalışmaktır. Bu artık açık bir hakikat. Türkiye’de İslam, daha önce sadece Tanzimat ve Tek Parti döneminde gördüğümüz bir sekülerleşme dalgasının içinden geçiyor. Bundan 20 yıl önce olsa, Türk toplumunu bu kadar radikal bir biçimde dönüştüren bu süreç son derece hararetli tartışmalara sebep olurdu toplum düşünürleri arasında. Fakat bugünün koşullarında böylesi bir tartışma iklimi yok. Birkaç cılız teori haricinde Türk toplumunu anlamakla uğraşanlar sanki her şey doğal akışında akıyormuş gibi sessizce durumu kabulleniyorlar. 

Türkiye’nin bugünkü sekülerleşme sürecini anlamlandırmada medyada dört açıklama biçiminin hâkim olduğunu gözlemledim. Bu açıklamaları oldukça sathi bulduğumu belirtmeliyim. 

Bu açıklamalardan ilki, son 15 yılda İslamcı AK Parti’nin yozlaşmasının, örnek bir İslam lideri olarak gösterilen Fethullah Gülen’in bir sahtekâr olduğunun açığa çıkmasının ve İslam’ın temel kaynaklarına referansla terör yaratan IŞİD’in yanlışlarının otomatik olarak dinden çıkışları beslediği yönünde. 

Bunun çok sathi bir açıklama olduğuna inanıyorum. Zira Türkiye’de İslam’ın en az 20 farklı yorumu var. Ve bu yorumların pek çoğu AK Parti’nin yozlaşmasına, Fethullah Gülen’in ihanetine ve IŞİD’in terörüne hayli karşı duruyor. Yani mesele bu yozlaşmalardan ibaret olsaydı, bugün sekülerleştiğini gözlemlediğimiz bireyler, İslam’ın bu yanlış yorumlarını besleyen dini anlayışların yerine bu yanlışları eleştiren dini yorumlara bağlanabilirlerdi. Oysa sekülerleştiğini gözlemlediğimiz insanlar, dinin her yorumundan tümden ve toptan çıkıyor. Yani sorun sekülerleşme sürecini İslamcıların yozlaşmasıyla açıklayanların sandığından daha derin.
Bugün dinden çıkışları açıklamaya getirilen farklı bir tez ise Aydınlanma geleneğinden geliyor. Yani dinin özünde irrasyonel ve hurafe bir şey olduğu ve insanlar aydınlanmış bir eğitimden geçince dinin otomatik olarak kaybedileceği inancı… 

Bu açıklamanın da oldukça sathi olduğuna inanıyorum. Zira Türkiye’de İslamcılar Tanzimat’tan beridir modern akıl, bilim ve felsefeyle hemhal durumdalar. Ve akli ve felsefi yollarla Aydınlanma aklının ve modern bilimin dini söylemi tahrip etmesine engel olacak düşünce sistemleri geliştirebilmişlerdi şimdiye kadar. Yani İslamcı düşünürler şimdiye kadar modern Batılı bilimin ve aklın da kendi bağrında irrasyonel öğeler taşıdıklarını, evrensel değil de yerel olduklarını ve dini beyanın bağrında da ciddi ve derin bir akıl ve rasyonalite olduğunu başarıyla savunabilmiş ve dini söylemin yeniden üretimini sorunsuz bir biçimde sürdürebilmişlerdi. 

Aydınlanmacı açıklamanın başka bir zaaf noktası ise toplumda yaşayan insanlar olarak düşüncelerimizin ve kimliğimizin şekillenmesinde akli öğeler kadar akıl-dışı öğelerin de etkin olduğu gerçeğidir. Kimliklerimizi ve ideolojilerimizi tümden akli sorgulamalar eşliğinde oluşturmuyoruz. İstediğimiz kadar akılcı ve laik olalım, kimliklerimizin şekillenişinde bebeklikten itibaren aldığımız eğitimin ve toplumsal ve kültürel yaşamda tuttuğumuz yerin payı çok büyük. Haliyle bu gerçekler bugünkü sekülerleşme sürecini açıklamada Aydınlanmacı mantığın da hayli sathi olduğunu düşünmemize sebep oluyor.

Bugünün dinden çıkış sürecini açıklamada başka bir yaklaşım Marxist-Gramscici çevrelerden geliyor. Onlar için bugün dinden çıkışları açıklayan şey AK Parti iktidarının kültürel hegemonya kurmada başarısız oluşudur. 

Toplumu yönetici ve yönetilen sınıf olarak ikiye bölen ve kültürü ve dünya görüşünü yönetenlerin yönetilenleri denetim altına almasında bir aygıttan ibaret olarak kodlayan bu yaklaşımın da hayli sathi olduğunu söylemek zorundayım. AK Parti’nin yönetilenlerde rıza yaratacak bir kültür yaratamadığı aşikâr. Fakat bugün sekülerleşenler sadece yönetilenler değil. Aksine bizatihi yönetici sınıf, yönetici sınıfın ideologları ve onların çocuklarında dinden soğuma süreçleri çok daha yaygın bir biçimde işliyor. Yani bizatihi yönetici sınıfın kendi anlam dünyasını ve ideolojisini bugünün gerçekleri karşısında savunulamaz olarak gördüğü bir süreci, bizatihi yönetici sınıfın kendi kimliğinde yaşanan bir krizi açıklamak zorundayız ki, bu da bizlerin Marxist-Gramscici yaklaşımın ötesine geçmemizi zorunlu kılıyor. 

Bugünkü sekülerleşme sürecini açıklamada son yaklaşım Volkan Ertit’in Türkiye’deki temsilcisi olduğu Steve Bruce gibi sekülerleşme kuramcılarından geldi. Onlara göre, insanların ruhlarına ve anlam dünyalarına hiç referans vermeyi gerektirmeyen maddi kentleşme, kapitalistleşme, teknolojikleşme ve üniversitelileşme süreçleri evrensel ve zorunlu olarak sekülerleşme gerçeğini dayatır. İnsan ruhuna ve onun anlam dünyasına referans vermeyi gerektirmeyen bu maddi süreçler bir nevi insan ruhunu, onun kültürünü ve onun bir özne olarak kendi anlam dünyasını şekillendirmesini otomatik olarak dönüştürür. 

Bu açıklama biçiminin de oldukça sathi olduğunu söylemek zorundayım. Zira her şeyden önce Türkiye’de dindarlar 1945’ten beridir sistematik olarak kentleşiyor, kapitalist iş ilişkilerine giriyor, teknoloji kullanıyor ve üniversitelileşiyor. 1945’ten beridir giderek hâkim olan bu maddi süreçler, 2002 AK Parti iktidarına kadar Türkiye’nin sekülerleşmesi değil, dindarlaşması sürecini doğurmuştu. Yani son 10-15 yıldaki sekülerleşmeyi açıklayacaksak başka değişkenlere bakmak zorundayız. Ve bunlar modernitenin getirdiği evrensel süreçlerdense son 10-15 yıla yayılmış son derece yerel dönüşümler olmak zorunda. 

Volkan Ertit’in temsil ettiği sekülerleşme kuramının başka bir zaafı ise insan öznelerin, onların anlam dünyaları ve kültürlerinin ve zihniyetlerinin de en az maddi süreçler kadar toplumu dönüştürmede ve topluma şekil vermede hayati bir etmen olması gerçeği. Yani örneğin 1945 sonrası kentleşme, kapitalistleşme, teknolojikleşme ve üniversitelileşme süreçlerinde, Türkiye’nin sekülerleşmesini değil de dindarlaşmasını netice veren etmenler, büyük oranda bu maddi süreçlerin bireysel ve cemaatsel aktörlerin anlam dünyaları ve kültürleri tarafından sürekli yoğruluyor ve sürekli İslamlaşmayı netice verecek ideolojik hamlelere maruz bırakılıyor olmasından kaynaklanıyordu. Oysa Volkan Ertit’in sekülerleşme açıklamasında bireylerin ve cemaatlerin yarattığı bu kültürel dönüşüm hamlelerinin hiçbir ağırlığı ve açıklayıcı gücü yoktur. 

II. Şerif Mardin Tarzına Duyulan İhtiyaç 

Türkiye’de dinin, dinin dönüşümlerinin ve bu dini dönüşümlerin toplumsal yapıyla ve maddi süreçlerle iç içe geçişlerinin anlamlandırılmasında eskiden bir Şerif Mardin yaklaşımı vardı. Yukarıda saydığım Aydınlanma düşüncesini, Marxizmi ya da evrenselci teorileri şablon gibi Türk toplumuna uygulamayan; bu teorilere hâkim fakat Türk toplumunun yerelliğini ve bu yerelliğin hakkını çok iyi veren; mekanik neden-sonuç açıklamalarına iltifat etmektense, bireylerin ve cemaatlerin anlam ve kültür dünyalarını anlamaya önem veren; kültürü ve dini önemsiz bir üstyapı kurumu olarak almaktansa bunların toplumun şekillenmesinde hayati önem sahibi olduğunu bilen; makro açıklamalar kadar mikro dönüşümlere de önem veren ve makro ile mikroyu, yapı ile aktörü birbirine harmanlamayı başarabilen farklı bir yaklaşım. Nihayetinde Mardin’in yazdıkları hâlâ bu toplumda sosyal bilim yapmak isteyenlerin başucu kitapları olma vasfını koruyor. 

Mardin, pek çok Türk düşünürünü etkilemişi pek çok kavramı ve tezi başarıyla kamuya mal etmeyi başarmış ve pek çok toplum düşünürüne ilham vermiş olmasına rağmen, bir ekol yaratmadı ve kendi tarzını sürdürecek bir gelenek ve öğrenciler grubu tesis etmedi. O, akademide yalnız bir figür olarak kaldı. Haliyle son dönemdeki sekülerleşme sürecinin toplum düşünürlerince anlamlandırılması çabası, Şerif Mardinvari bir anlamlandırma hamlesinden yoksun kaldı. 

Benim bu makalede yapmak istediğim şey, Şerif Mardin bugün yaşasaydı, bugünün sekülerleşme sürecinde neler dikkatini çekerdi ve bu sekülerleşme sürecini doğuran etmenleri nasıl ele alırdı, bu sorulara amatör bir biçimde yanıt vermeye çalışmaktan ibaret.

Başlayalım. 

III. İslamcı Kime Denir?

Her şeyden önce bugünün sekülerleşmesinin Tanzimat’ta başlayıp Tek Parti döneminde zirveye ulaşan sekülerleşmeden mahiyet olarak farklı olduğunu ne kadar vurgulasak yeridir. Zira bugünün sekülerleşmesi, geçmiştekinin aksine kendi halinde ve apolitik, muhafazakâr insanların sekülerleşmesi değildir. Aksine bugünkü sekülerleşme, İslam’ı bir ideolojik kimlik olarak gören, İslam’ı siyasal bir dava olarak görüp toplumu, kültürü ve ekonomiyi bu ideoloji doğrultusunda dönüştürmeyi hedef edinmiş kesimlerin ve onların çocuklarının sekülerleşme tecrübesidir. Yani İslam bayrağını elinde tutan militan bir grubun kendi dünya görüşüne yabancılaşması meselesidir bugünün sekülerleşmesi.

Sosyal bilimlerde tanım yapmanın çok zor olduğunu biliyorum. Fakat Türkiye’de “İslamcı kimdir?” diye sorulduğunda verilebilecek efradını cami ağyarını mâni bir tanım bulunduğuna da inanıyorum. Bu tanımı da hemen vereyim. Türkiye’de İslamcılar çok farklı bireylerden, cemaatlerden, tarikatlardan ve dünya görüşlerinden müteşekkil çoğulcu bir yapı arz etseler de, İslam’ı siyasal ve toplumsal bir dava olarak görürler. Gerçek İslam’ın ne olduğu ve İslami bir toplumu yaratmanın hangi yöntemle gerçekleşeceği hususunda her zaman anlaşamasalar da, bu merkezi ideal onları aynı cemaatin parçası yapar. Aralarında husumetler olur, birbirleriyle kavga ederler, hatta birbirlerini tekfir bile edebilirler, fakat bunların tamamını aile içi kavgalar olarak görürler. Ve bu iç kavgalar örneğin bir Kemalist’le kavgadan çok daha farklı bir ruh taşır. Zira ilk tür kavgaların tamamı aile içi kavga olarak algılanır ve buna göre tavır alınırken, bir Kemalist’ten gelen eleştiri ortak düşmandan gelmiş bir saldırı olarak algılanır ve buna göre yanıt üretilir. 

İslamcıların ikinci ortak vasfı, bir geçmiş zaman nostaljisine sahip olmalarıdır. Dört Halife dönemindeki büyük fütuhat, Osmanlı’nın üç kıtaya hükmedişi, Batı’yı aydınlatan Endülüs uygarlığı gibi geçmişin muhteşem günlerine duyulan bir nostaljidir bu. İslamcıların hepsi bu mirasın tamamını sahiplenmek zorunda değildir. Kimi Osmanlı’yı eleştirebilir, kimi Dört Halife dönemindeki iç kavgalara dikkat çekebilir, fakat hepsindeki ortak vasıf bugünkü sefaletinin aksine İslam’ın geçmişte muhteşem başarılara imza atmış olduğu ve İslamcılara düşen görevin bu eski ihtişamı bugün de kurmaları zorunluluğudur. 

Bu bizi İslamcıların üçüncü ortak vasfına getiriyor. O da İslam’ı dünyaya ışık saçan bir medeniyet olarak inşa etme tutkusu. İslamcılar için sadece ilahiyat sahası değil, bilim, felsefe, sanat, ekonomi, edebiyat, siyaset vs. her alanda İslam’ın dünyaya önder olması gerektiği gibi ortak bir tutku vardır. Bu medeniyet idealine sahip İslamcılar için ortak düşman Batı emperyalizmi ve Batı emperyalizminin Türkiye’deki taşeronu olduğuna inanılan Kemalist düzen ve onun aktörleridir. İslamcılara düşen ortak görev ise İslam’ın yeniden dünyaya hükmetmesine engel olan emperyalizmle ve Kemalizm’le savaşmak ve İslam dünyasına birlik ve bağımsızlık getirmek için eldeki maddi ve manevi olanaklarla her yönden mücadele etmektir. 

Türkiye’deki İslamcılara dair söylenmesi gereken başka bir husus ise toplumsal köken olarak İslamcıların Osmanlı-Türk toplumunun seçkinlerinden ve ‘merkez’inden değil, Mardin’in ‘volk İslam,’ ya da halk İslam’ı dediği kesimlerden, yani Şerif Mardinci anlamda ‘çevre’den gelmiş olmalarıdır. Yani bugünün İslamcıları, İkinci Meşruiyet döneminin seçkin ve devletle iç içe geçmiş ‘merkez’ İslamcılarından farklıdırlar. Söylemeye bile gerek yok, İslamcıların vurgulanması gereken son belki de en temel ortak vasfı İslam’ın temel kaynaklarının hayatı şekillendirmede sorgulanamaz otorite olma özelliğine inanmalarıdır. Kuran, Sünnet, dört mezhep fıkhı, kelam, tasavvuf gibi… Kimi dört mezhep fıkhını reddedebilir ve yeni içtihatlara gereksinim duyulduğuna inanabilir. Kimi Sünnet’in öyle değil de, böyle yorumlanması gerektiğine inanabilir. Kimi Kuran’ın gelenekçi değil de, tarihselci bir biçimde okunması gerektiğine inanabilir. Fakat seküler bir düşüncenin ya da başka bir dinin kaynaklarının değil de, İslam’ın temel kaynaklarının kimlik ve düşünce oluşumunda son otorite olarak görülme vasfı hepsinde ortaktır. 
İslamcılara dair verdiğim bu tanım, 2023’ün İslamcı toplumsal oluşumlarını kuşatmak için verilmiş bir tanım değil. Zira 2002’den 2023’e gelene kadar bu kesimler çok dönüştü, farklılaştı ve parçalandı. Aksine bu tanımı 2002’de AK Parti iktidara geldiğinde “2002 yılında İslamcı kimdi?” sorusuna yanıt vermek isteyenlerin muhatabını tanıması için veriyorum. Zira 2002’de birbiriyle çatışabilen tüm bu grupları bir arada tutan ve onlara ortak bir kimlik ve kolektif hareket olanağı sağlayan aidiyet hissi yukarıda saydığım gibiydi. 2002 yılında (gelenekçi) İbrahim Kalın, (selefi) Yasin Aktay ve (tarihselci) Mehmet Aydın bambaşka İslami düşüncelere bağlıydı. Fakat bu çatışma durumu 2002’de onları AK Parti bünyesinde ortak hareket etmekten alıkoymadı. Zira onların her biri yukarıda zikrettiğim ortak total ideoloji sayesinde birbirlerini aynı cemaatin ve ümmetin üyesi olarak görebiliyorlardı. Bu ortak kimlik 2002’nin koşullarında pek çok cemaat ve tarikat üyesini de -Fethullah Gülen oluşumu dahil- bir araya getirebilecek ve ortak harekete imkân verecek bir çerçeve kimlik teşkil ediyordu. Birkaç küçük istisna hariç neredeyse tüm İslamcılar 2002 yılında AK Parti şemsiyesi altında bütünleşti. 

IV. İdeolojiler Ne İşe Yarar?

2023 koşullarında konuştuğumuz sekülerleşme dalgası, işte bu İslamcı kimliğin sekülerleşme dalgasıdır. Yani 2002’den 2023’e geçen süreçte, Türkiye’de siyasi iktidarı eline geçirmiş ve yeni Türkiye’nin seçkinleri olmuş kesimin çocuklarının ve onların ana-babalarının artık İslami dünya görüşünü kendilerine hitap ediyor olarak görememeleri ve İslam’dan uzaklaşmaları dalgasıdır. Yani burada, temel kimlik oluşumunda, dünya görüşünün kendini yeniden üretmesinde ve İslam’ın toplumsallaşmasında yatan bir kriz durumu görüyoruz. Bu kriz bir Marxist’in iddia ettiği gibi yöneten-yönetilen ilişkisinde ortaya çıkmış bir rıza krizi ya da maddi süreçlerin otomatik olarak dünya görüşlerini ve kimlik yapılanmasını felce uğratması süreci değildir. Haliyle burada ideolojinin toplumla ve bir cemaatle ilişkisine dair daha derinlikli, daha Şerif Mardinvari bir bakışa ihtiyacımız var.

Şerif Mardin’in Din ve İdeoloji kitabından mülhem bir din ve ideoloji yaklaşımı getireyim. “Dinin ve ideolojinin toplumdaki yeri nedir?” sorusuna Mardin, kitabında birkaç açıklama getiriyor. Mardin için din, her şeyden önce bir cemaati bir arada tutan tutkal işlevi görür. Ve cemaate eylemlerini koordine edebilecekleri ortak bir ‘biz’ duygusu sağlar. İkinci olarak din, Mardin için, bireysel ve toplumsal eylemlerimiz için gerekli olan değerler sistemini bizlere sunar. Üçüncü olarak, Mardin için din, bizlere entelektüel bir harita sunar. Ve bu harita sayesinde bizler etrafımızdaki eşyayı ve olayları anlamlı bir bütün haline sokabilir, kendimizin dünyadaki yerini bilebilir ve eylemlerimize bir tutarlılık ve hedef getirebiliriz. Dördüncü olarak, din, Mardin için, bir bildung vesilesidir. Yani din bebeklikten yetişkinliğe giden yolculuğumuzda psikolojik olarak bizlere kişisel gelişimimizin yönü doğrultusunda bir çerçeve sağlar. Travmayla baş etmemizde, ergenlik krizlerden kurtulmada, mesleğimizi seçmemizde, ontolojik güvenliğimizi sağlamada, vs. gerekli kültürel materyali sağlar bizlere din. Ve beşinci olarak, din, Mardin için, bize bu dünyada ya da ölüm sonrasında gerçekleşecek bir ütopya sunar. Ölümden sonra cennete gideceğimiz inancı ya da eğer mücadele edersek İslam’ın dünyaya bir gün egemen olacağı gibi inançlar bu ütopyanın bileşenleridir. 

İşte İslamcı cemaatin son 10-15 yılda ideolojik olarak yaşadığı ağır kriz bu alanlarda yaşanan dönüşümlere bakılarak anlaşılmak zorundadır. Yani Şerif Mardin, kendisiyle doktora yapan ve bugünkü sekülerleşme dalgasını anlamlandırmak isteyen öğrencisine muhtemelen şunları söylerdi: Bu radikal dönüşüm sürecini anlamak istiyorsan, İslami ideolojinin cemaat ve ‘biz duygusunun oluşumunda, eylemlerine meşruiyet sağlayan değerlerin temini noktasında, onlara dünyaya anlam verecek bir entelektüel harita sunması konusunda, kişisel gelişim konusunda ve güzel gelecek ve ütopya noktasında yaşadığı dönüşümlerine odaklan. Ve bu analizi yaparken sadece maddi süreçlere ya da sadece kültürel ve ideolojik sahadaki dönüşümlere odaklanma. Kültürün ve ideolojinin çalışılmasıyla, toplumsal yapıdaki ve maddi süreçlerdeki dönüşümlerin etüdünü iç içe geçir. 

Makalenin devamı bu soruşturmaya odaklanacaktır. 

V. Bugünün Sekülerleşmesini Anlamada Makro Çerçeve  

Şerif Mardin’le doktora yapan ve onun mikro dönüşümler kadar makro dönüşümlere de önem verdiğini bilen ve makro dönüşümlerle mikro yapıları ve süreçleri iç içe geçiren açıklamalara değer verdiğini bilen araştırmacı, muhtemelen, 2002 yılından itibaren Türkiye İslamcılığını şekillendirmede hayli etkili olmuş üç makro dönüşümün altını bütünsel bir çerçeve olarak çizecekti. 

Bunlar nelerdir bakalım:

Birinci olarak, 2002 yılı, Türk siyasi tarihinde ilk defa olarak İslamcıların iktidara geldiği bir dönemdi. Burada İslamcı iktidarın bilinçli olarak yaptıkları ve bu eylemlerin sonuçlarından daha ziyade, bu iktidarın hangi toplumsal yapıları ve kültürel şekillenmeleri bilinçsiz olarak dönüştürdüğü hususu Türkiye’nin sekülerleşme dinamiklerini açıklamada çok daha hayati bir önem arz eder. Bunlara yeri geldiğince değineceğim. 

İkinci olarak AK Parti iktidarı, sistematik bir neoliberal küreselleşmenin bizatihi İslamcılar eliyle uygulamaya döküldüğü bir dönemdi. Neoliberal dönüşüm üç sebeple önem arz ediyor. Birinci olarak neoliberalizm yeni bir iktisadi şekilleniştir. Ve bunun makroekonomik uygulamadan mikro yapılarda şirket ve işçi ilişkilerine uzanan sonuçları vardır. İkinci olarak neoliberalizm, sadece bir iktisadi şekilleniş değil, yeni bir yaşam felsefesinin; tüketime, hedonizme ve bireyciliğe odaklı bir yaşam felsefesinin yayılışını kabul etmek anlamına gelir. Üçüncü olarak, bu süreç bir küreselleşme sürecidir. Yani artık kültürün oluşumunda ulusal kültürel özerkliğin kaybolmaya başladığı ve dünya ölçekli kültürel ve sosyal dönüşümlerin ulusal ölçeği ve İslamcıların kendi iç toplumsal ve kültürel yapılanmasını derinden etkilemeye başladığı bir süreçtir.

Bu doktora öğrencisinin dikkatini çekecek üçüncü makro ölçekli dönüşüm ise AK Parti iktidarının 11 Eylül’ün hemen sonrasında, ABD elitinin radikal İslam’a savaş açtığı bir dönemde başlamış olmasıdır. Bu iki sebeple önemliydi: Bir yandan ABD eliti İslam’a karşı bir fikirler savaşı başlatmıştı. Yani İslam’ın yanlış bir din olduğunun ve Batı medeniyetinin İslam’dan üstün olduğunun vurgusunun ısrarla yapıldığı bir dönemdi bu. Bir yandan da bu savaş, İslamcıların İslam ümmetine birlik ve bağımsızlık getirme ütopyalarının test edileceği bir savaştı. Ki zaten ABD’nin Irak’taki yenilgisinin 2008’de belli olduğu dönemde İslamcılar, Arap Baharı’nın lokomotifi olmak isteyerek bu ütopyayı gerçek kılmaya çalıştılar. 

VI. Cemaatin Erozyonu 

Bu makro süreçleri vurguladıktan sonra artık Türkiye’de İslamcıların sekülerleşmesi olgusunun dinamiklerini parça parça etüt edebiliriz. İlk önce, İslamcı ideolojinin cemaat ve ‘biz’ oluşturma yeteneğinde görülen erozyonu vurgulamak istiyorum. 

Burada birbirinden bağımsız birkaç etmenin söz sahibi olduğunu söylemek gerekir. Birinci olarak, İslamcılar 2008 yılında Kemalist orduyu yenilgiye uğrattığında, cemaat oluşumunda temel olan mağduriyet ve asabiyet duygusunu da yitirmiş oldular. İslamcıları bir arada tutan en temel olgu, 1923’ten beridir Kemalizm’in İslamcılara zulmediyor olduğu düşüncesiydi. Cemaati tutkallayan bu ortak düşman, 2008 itibarıyla artık tehdit olma vasfını yitirmişti. 

İkinci olarak neoliberal küreselleşme İslamcılar arasındaki işçi-işveren münasebetini bozdu. 2002’den önce mütevazi koşullarda iş yapan ve kendilerini işçilerine sorumlu gören pek çok işveren, zenginleşme ve emeği taşeronlaştırma sonucu İslamcı işçilerle kendilerini ortak bir biz duygusunda buluşturan ‘aynı ortak yaşamı paylaşma’ duygusunu yitirmeye başladı. Artık işçiler ve işverenler, giderek daha yoğun olmak üzere, kendilerini aynı ümmetin parçası olarak değil de, basit bir kâr amaçlı iş sözleşmesinin aktörleri olarak görür oldular. 

Üçüncü olarak, İslamcıların iktidara geçişi, pek çok İslamcının artık bürokraside ve siyasette koltuk sahibi olabileceği ve kamusal olanaklardan meşru ya da gayrimeşru biçimlerde pay alabileceği bir fırsat evreni yarattı. AK Parti iktidarından önce birbirine dost, yoldaş, derttaş olarak bakan ve kendilerini aynı cemaatin mensupları olarak gören pek çok insan, artık insanlarla ilişkilerini koltuk kapma çabasında ya da kamusal olanaklara erişme çabasında bir araç olarak kullanmaya başladı. Yani insanlar arası ilişkilerin hasbiliği, samimiyeti ve sıcaklığı 2002’den sonra giderek erozyona uğradı. Yani kolektif ve hayali bir ‘biz’ duygusunu oluşturan makro ölçekli kimlik duygusunun mikro temelleri ciddi olarak zedelenmeye başladı.

Ve son olarak, neoliberalizm, Türkiye’de altyapı ve lüks konut inşasını teşvik edince, eskiden pek çoğu Mardin’in ‘mahalle’ adıyla zikrettiği kolektif mekânlarında yaşayan bireyler, kendi olanaklarınca lüks apartman evlerine taşındılar. Ve yeni apartmanlarda atomize olmuş aileler olarak eski ‘mahalle sıcaklığını,’ giderek daha yoğun olmak üzere, yaşayamaz oldular. 

Görebildiğim kadarıyla, bu dönüşümler bir araya gelince, İslamcıların birbirini aynı cemaatin mensupları olarak gördüğü, birbirine hasbi ve samimi duygularla yaklaşabildiği bir dönemin sonuna gelmiş olduk. Artık pek çok İslamcı kimliğini hayali bir cemaatin mensubu olarak değil de, atomize bir birey olarak anlamlandırmaya başlamış oldu. Yani cemaat tahayyülü bozuldu ve insanlar arası ilişkiler bir cemiyetin ‘insanlarla araç olarak ilişki kurma’ mantığına giderek daha fazla yaslanır oldu. 

VII. Değerler Sisteminin Erozyonu 

2002 yılı İslamcı iktidarından sonra İslami değerler sistemi de hayli erozyona uğradı ve giderek artan bir yoğunlukta İslamcıların bireysel ve kolektif yaşamına anlam veremez oldu.

Burada en başta, İslamcıları iktidara taşıyan derin bir zihniyet dönüşümüne referans vermemiz gerekiyor. 1997’deki 28 Şubat Darbesi, İslamcılara iktidar kapısını kapattığında, İslamcılar ciddi bir zihniyet dönüşümü geçirdiler. O güne kadar İslamcılar siyaseti, ekonomiyi, dış ilişkileri, eğitimi vs. tamamen İslami referanslarla şekillendirmek istiyorlardı. Ve milli egemenliği ve demokrasiyi Allah’a şirk koşmak olarak görüyorlardı. Fakat bu ideolojiyle iktidara gelebilmek mümkün değildi. Bu süreçte İslamcılar, ilahi egemenliği ve milli egemenliği birbirinden ayrıştırdı; birini kozmik sahaya öbürünü toplumsal sahaya ait bir kavram olarak kurguladı ve bu ikisinin birbiriyle çelişmediği düşüncesine ulaştı. Ve bu yolla İslamcılar siyaset yaparken milli egemenlik, demokrasi, laiklik, insan hakları, Avrupa Birliği değerleri ve neoliberal ekonomiyi vs. siyasette uygulayacağını vazetti. 

Yani artık bu sahalarda İslami değerler uygulanmayacaktı. Batı’dan intikal etmiş milli egemenliğe ve demokrasiye dayalı kavramların Batı’da uzun bir geçmişi var. Ve bunlar Batı’da ahlaki değerlerin gölgesinde bir anlam kazanır. Fakat İslamcılar milli egemenlik, demokrasi, laiklik gibi kavramların bağrındaki ahlaki değerlere de yabancıydılar. Bu sebeple bu kavramlar pek çok İslamcı elit için ahlaki değerden bağımsız bir yönetim aygıtı olarak işlev kazandı. Yani sadece başarı getirdiği ve gücü konsolide ettiği için bu kavramlar siyasete döküldü. Haliyle İslamcıların bütünsel siyasal yaşamı ahlaki değerden bağımsız bir güç siyaseti olarak teşekkül etti. Bu dönüşüm de, İslamcıların kamusal yaşamının ahlaki değerden soyutlanmasında hayli rol oynadı. 

Bu süreçte din ve ilahiyat alimlerine şöyle dendi: “Siz siyasete karışmayın. Sadece ve sadece dindar nesil yetiştirme görevine odaklanın.” Haliyle bu durum, din ve ilahiyat alimlerinin toplumsal, siyasal, iktisadi ve kültürel sahaya yeni anlamlar ve değerler katacak çabalara girişmelerine dair motivasyonunu büyük oranda yok etti. Ve pek çok din alimi, Türkiye’deki yeni durumla kültürel olarak baş etmektense, 20’nci yüzyılda formüle edilmiş bir İslam’ı gençlere aşılamaya çalışma görevini kendileri için yeterli buldular. 20’nci yüzyılda formüle edilmiş bu İslam namaz, oruç gibi ritüellerde ve gündelik yaşamda hâlâ söz sahibiydi. Fakat yeni toplumsal, siyasal, kültürel duruma ve Batı’dan intikal ettirilmiş yeni eğitim felsefesine bir katkıda bulunmuyordu.

Bu iki dönüşümün yanında İslam’ın iktisadi değerleri de erozyona uğradı. İslamcı iktisatçıların, İslami değerleri uygulamaya dökmektense, neoliberal iktisadı hayata geçirmeye çabaladığını söylemiştim. Fakat yeni koşullarda, İslamcı zenginler de, kendi statülerini İslam’la meşrulaştırma yeteneğini giderek daha fazla kaybettiler. 2002’den önce, İslamcı zenginler, ‘homo İslamicus’ kavramı altında, kendi iktisadi eylemlerini gerek başkaları gerek kendi gözlerinde meşru kılıyorlar ve ticari yaşamlarından manevi, dini ve kutsal bir tatmin duyuyorlardı. Helal kazanmaya önem veren, kendini işçisine sorumlu gören, kanaatkâr bir tüketim ahlakına sahip Müslüman zengin figürü, giderek kimseye hitap etmez oldu. Taşeronlaşmanın bir sonucu olarak, zenginler, işçilerini giderek daha serbest biçimde işten çıkarır oldu. Kamusal olanakların artışıyla helal kazançtansa kamuya yakınlığı koruyarak rant elde etme çabası yaygın hale geldi. Giderek artan maddi olanaklar, eski kanaatkâr yaşamı terk ettirdi. Ve lüks tüketim yaygınlaştı. “Eski mücahitler müteahhit oldu” ve “başörtülü cip kullananlar” etiketleri bu dönüşümün ürünü. 

Değerlerin yitimi sürecine etki eden dördüncü bir dönüşüm yine kamusal olanakların İslamcılara açılmış olmasıyla ilgili. 2002 AK Parti iktidarından önce, İslamcı ailelerde “çocuğum daha iyi bir Müslüman olsun” duygusu ve yaklaşımı “çocuğum hayatta maddi olarak daha başarılı olsun” duygusundan çok daha etkili bir çocuk yetiştirme ahlakı geliştirmişti. Fakat kamusal olanaklar İslamcıların önüne açılınca, pek çok aile daha İslamcı çocuklardansa, hayatta daha başarılı çocuklar yetiştirme çabasına yoğunlaştı. İslamcılar iktidarda olduğu için, artık pek çok aile için İslam bir tehdit altında olarak algılanmaktan çıkmıştı. Yani İslam için fedakârlık yapacak nesillere duyulan ihtiyaç ortadan kalkmıştı. Ve dünyadan pay kapma çabası da, İslam açısından meşru görülen bir çabaydı. Fakat çocuk yetiştirmede İslamcı motivasyon değil de seküler motivasyon ağır basınca, yeni kuşaklar giderek daha yoğunlaşacak şekilde İslamcı dürtülerini ve hassasiyetlerini yitirir oldular. 

Değerlerin yitiminde, bu süreçlere eşlik eden başka bir dönüşüm kültürel yaşamın küreselleşmesiyle ilgili. 2002’den önce pek çok İslamcı Hollywood filmi izlemez, televizyonda İslamcı kanal dışında başka kanala bakmaz, reklamlara mesafeli olur, Batılı müziği dinlemezdi. Fakat İslamcı televizyon kanallarıyla beraber televizyon bir bütün olarak Müslümanların gündelik yaşamına girdiğinde televizyondan ve daha sonrasında internetten intikal eden tüm Batı kaynaklı yaşam biçimi İslamcılar tarafından takip edilmeye başlanır oldu. Bireyler hâlâ İslami değerlere bağlı yaşam sürdürüyor olsalar da, Batılı maddi yaşam biçiminin cazibesi ailelerin kültürel yaşamına daha çok nüfuz eder oldu. Ve haliyle Batılı yaşam biçimi karşısında İslam’ın ahlaki değerleri giderek daha fazla sorgulanmaya açık hale geldi. 

İslamcılarda 2002 sonrası değer erozyonuna verilebilecek son dönüşüm İslamcı kadınların giderek daha fazla olacak bir biçimde kamusal yaşamda görünür olmasıyla ilgiliydi. Geleneksel İslam yorumunda kadın-erkek ilişkisinde harem-selamlık uygulaması esastır. Ve geleneksel İslam’ın kadın-erkek birlikteliğine dair değerler geliştirme çabası ciddi sınırlara tabidir. Fakat Türkiye’de İslamcı kadınlar on yıllara yayılan mücadelelerinde, gerek Kemalistlerle kavga ederek gerekse de kadını kamusal yaşamdan uzak tutmaya çalışan İslamcı erkeklere kafa tutarak kendilerine kamusal alanda yer açtılar ve erkek-kadın birlikteliğine dayalı ortak alanlar oluşturdular. Bu dönüşüm kendi içinde yeni değerler oluşturdu, fakat bunlar geleneksel İslam ile telif edilemez özellikler taşıyordu. Çok boyutlu bu dönüşümün yarattığı hayati başka bir sonuçsa, Kuran ve Sünnet’teki kadın karşıtı görülen ayetlerin ve hadislerin giderek daha fazla kamusal gündeme giriyor ve giderek daha fazla İslamcı kadınları rahatsız ediyor oluşuydu. Eski bir Diyanet İşleri Başkanımızın deyişiyle “Kadın meselesi İslam’ın yumuşak karnıydı.” Ve kadınların okumasına giderek daha fazla maruz kalan Kuran ve Sünnet, bu süreçte değer kurucu kutsallık ve büyülülük makamını korumada, giderek daha fazla zorlanır oldu.

Not: Yazının devamı gelecek

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

ESAT ARSLAN: Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde lisans, Sabancı Üniversitesi Tarih Bölümü’nde yüksek lisans yaptı. Yazarın 2006-2017 yılları arasında tamamlamış olduğu altı ciltlik Tamamlanmamış İslam Yazıları adlı ‘ırmak kitabı’ İslam düşüncesinin temel sorunlarına 21. yüzyıl için bir yanıt çabasıdır. Son kitabı, Romaya Karşı Galyalılar’dır.
 

Bakmadan Geçme