- Haberler
- İSLAM COĞRAFYASINDA YAŞANANLAR… OLAYLARA NEREDEN ve NASIL BAKIYORUZ?
İSLAM COĞRAFYASINDA YAŞANANLAR… OLAYLARA NEREDEN ve NASIL BAKIYORUZ?
Gazetemiz Yazarı Mustafa Dogu yazdı: İSLAM COĞRAFYASINDA YAŞANANLAR… OLAYLARA NEREDEN ve NASIL BAKIYORUZ?
İnsanoğlu olayları beş duyu organı (deri/el, göz, kulak, burun ve ağız/dil) ile algılar ve bunu kendisini diğer canlılardan farklı kılan akıl melekesi ile yorumlar. Bu yorumu yaparken yetişme tarzı, aldığı eğitim, beslenme kaynakları, çevresi, tabiat şartları, bulunduğu ortam ve en önemlisi de haber kaynakları nasıl ve ne şekilde düşünülmesi gerektiği hususunda etkin birer faktör olarak devreye girer. Çok bilindik bir anlatımla gözleri bağlanmış insanların fil tarifindeki tuttukları yerleri, zihinlerinde daha önce oluşmuş benzer şekiller ile tarifi gibi. Bizim çocukluk yıllarımızın Türkçe ders kitaplarında kısa bir hikâyeden anlatılmak istenen “görmek” ve “bakmak” arasında ki fark gibi.
İnsanoğlunun İlah/Rab inancının şekillenmesi, Yüce Yaratıcıyı Kevni (kâinatta ki yaratılmış her şeyin varlığı/ahengi) okumalar yaparak araması ve akli melekeye beş duyu organlarının idraki neticesinde ki etkileşimin yorumlanmasını temin etmesidir. Biz bu okumaya İbrahim’i okuyuş deriz. Daha sonra tüm insanlığa bu okuyuşu mutlaklaştırıp anlamlı kılmak için vahyi ayetlerle desteklenmiş elçiler gönderilir Yüce Yaratıcıdan. Doğru okuma yapmasını ve varlık/yaşam felsefesinin niteliğini/niceliğini belirleyebilmesi için gelen bu elçiler, dönem dönem olağan dışına çıkan hadiselerle (mucize) desteklenirler, bu öğretilerin insanların aklında ve kalbinde sağlam yer edinmesi için. Gözlerin görmesini, kulakların işitmesini anlamaya yarayacak en önemli faktör mühürlenmemiş/şartlanmamış kalpler/gönüller/akıllar ile sağlanacaktır.
Tarih okumacılığı geçmişte yaşanan olayların günümüz izdüşümlerinde takınılacak tavrın, yorumun ve duruşun belirlenmesinde son derece önemli bir etkendir. İnsanoğlunun en az yaptığı, Yüce Yaratıcının en çok yapılması noktasında göndermeler yaptığı bu okuma, yaşanan ve yaşanması mümkün olayların şekillenmesini sağlayacaktır. Kerim kitabımızın “kıssalar” olarak adlandırdığı geçmiş kavimlerin yaşamlarından bireysel ve toplumsal kesitlerin sunulduğu olayları gezip/görmemiz noktasındaki emir niteliğindeki tavsiyesi istifade etmek isteyen akıllara, her çağın insanı için en kıymetli hazinedir. Bu okuyuş bugünün ve yarının şekillenmesini sağlayacak köprüdür.
Haberin kendisinden çok daha önemli olan kaynaklarıdır. Bundan dolayıdır ki haberin kaynağını ve haberi taşıyanı araştırmamız emredilirken, bundan muradın bir kişiye/topluluğa/kavme kötülük yapılabilme ihtimalini bertaraf edilmesidir.
20. yüzyılın başlangıcı İslam coğrafyası için kelimenin tam anlamıyla kâbustu. Siyasal otoriteyi temsili de olsa elinde bulunduran Osmanlı tarih sahnesinden çekilerek yerini Demokratik/Laik bir ulus devleti olan Türkiye’ye bırakıyordu. Bu birileri için çok basit bir iktidar değişimi olarak görülebilirdi. Ama 14 asır boyunca öyle yâda böyle ümmet bilincini ayakta tutan bu kurum gelecekte büyük boşluğun oluşmasına ve sahipsizliğin bedelinin Müslümanlarca çok ağır ödenmesine kadar gidecek kaosun ve karmaşanın en önemli unsuru olacaktır. Geçmişi ile (Dini, siyasi, ekonomik, hukuki, yaşam tarzı… vs.) her türlü bağları kesilen kadim devletin yerine yönünü batıya çevirmiş ulusçu kimliği ile ön plana çıkan bir ülke doğuyordu. Gerçekleştirilen devrimler ile bir dönüşüm gerçekleştiriliyor, yeni bir kimlik oluşturuluyordu. Kafatasçılığa varacak kadar ulusçu/milliyetçi, dini sosyal hayattan – hatta birey hayatından- jiletle kazıyacak kadar seküler/laik, ticaretini sadece ve sadece kazanma duygusuna indirgeyecek kadar hiçbir kutsalı olmayan liberal/kapitalist, hukuk sistemi ise tam bir batı kopyacılığı olacak kadar yabancı. Kemalist laiklik diye ideoloji haline gelen bu yapı Müslüman dünyası için bir model oluşturmaya, bu çerçevede İslam ülkelerinde farklı reformların oluşmasına ilham kaynağı olmuştur. Eğitim sisteminden, kadının mahremiyetini yok edici düzenlemelere, miras hukukundan evlilik ve aile yapısına kadar, adalet ve ekonomik düzenin yeniden tasarlanmasından, hukuk sisteminin oluşumuna, dinin birey ve toplum hayatından soyutlanmasına kadar bir dizi değişim ve dönüşüm hareketleri başlatılmıştır İslam coğrafyasının ulus devletlerinde.
Birinci ve ikinci dünya savaşları sonrasında dünyanın patronluğuna soyunmuş güçler haritalar üzerinde devletler kuruyor, sınırlar çiziyorlardı. Kurdukları bu ülkeleri yerli işbirlikçi yöneticilerin desteğiyle sömürgeleştirip her alanda kimliksizleştirme çalışmaları yapıyorlar ve bunda da oldukça başarılı oluyorlardı. Sömürgeciliği dinsel bir nedenden değil, (Hristiyanlaştırma – Misyonerlik faaliyeti) “aşağılık ırk” olarak gördükleri bu coğrafyanın insanının “uygarlaştırma/modernleştirme” gayreti ile özgürleştirme(!) olarak sunmakta idi batı dünyası. Ortadoğu, Afrika ve Asya batılı güçler tarafından birer birer sömürgeleştirilerek, bu toprakların insanlarının inanç ve kültür kodlarına müdahale edilmek suretiyle onur ve haysiyetleri ile oynayarak kendilerine bile yabancı kılınmaktaydılar. Zihinsel ve fiziksel olarak köleleştirilen insanlar kendi topraklarından koparılarak beyaz ırkın hizmetine sunulmak üzere batıya taşınıyor, aileler parçalanıyor ve soy bağları ile oynanıyordu. Bütün bunlar, başta İslam Ümmeti olmak üzere ezilmiş halklarda telafisi imkânsız travmalara neden olacak sonuçların doğmasına gebelik ediyordu.
Yaşanan tüm olumsuzluklara karşın yer yer bu mazlum coğrafyanın ümit ışığı olabilecek hadiselerle de karşılaşmıyor değildik. Mısır’da kurulup Arap coğrafyasında etkin bir yapıya dönüşecek İhvanı Müslimin, Pakistan merkezli olup orta Asya’da etkin olacak Cemaati İslamin, Afrika insanı ile sembolleşmiş Senusi hareketi Müslümanlar için yeşeren ümitler oluşturmuşlardır. Ümitlerin, hayallerin ve beklentilerin egemen olduğu 20. Yüzyıl son çeyreğinde yaşanan olaylar 21. Yüzyıl dünyasının ne çetin mücadelelere sahne olacağının da öncülleri idi.
20. yüzyılın son çeyreği İslam dünyasında direniş ruhunun canlanması noktasında çok önemli hadiselerin yaşandığı yıllardı. 11 Şubat 1979 da ihtimaller sıralamasında belki de en son gelecek, batılılaşma gayretlerinde birçok kamusal düzenlemeyi gerçekleştirmiş, Sömürgeleştirilemeyen kadim devlet geleneğine sahip İRAN da İmam Humeyni liderliğinde İslam devrimi gerçekleşiyordu. Bu tam anlamıyla bir halk hareketi idi ve önünde durabilecek hiçbir silahlı güç yoktu. Devrim çok kan akıtılarak ve uğrunda çok ağır bedeller ödenerek gerçekleşmişti.
Aynı yıl İslam coğrafyasının yiğit evlatları ile maruf ve sömürgeleştirilemeyen ülkelerden biri olan AFGANİSTAN 27 Aralık 1979 da Ruslar tarafından fiilen işgal edilerek yönetime el konuldu. İktidara İşgalci zihniyetin temsilciliğini doğduğu topraklarda gerçekleştirmekten imtina etmeyecek Babrak Karmal getirilecektir. Fakat tüm despotluğuna rağmen mücahitlerin destansı direnişleri karşısında aciz kalacak ve işgalci patronları tarafından iktidar değişimine tabi tutulacaktı. Yerine getirilen Muhammed Necibullah ’da mücahitlerin direnişini kıramayacak ve Gorbaçov’un iktidarı döneminde adeta “Rus Vietnam’ı Sendromu” yaşatılmış olan Rus askeri birlikleri 1989 da Afganistan’dan büyük bir hezimete uğramış olarak geri çekilecektir.
Yine, mazisinde çok sayıda cihan devleti kuran, yönettiği topraklarda çok uluslu/çok dinli insanların hukukunu başarıyla uygulayan, Yavuz Sultan Selim ile Hilafet makamına uzun yıllar ev sahipliğini yapmış ve 1923 de bu Hilafeti Meclise devrederek İslam Ümmetinin siyasal otoriteden mahrum kalmasını sağlayan, emperyalistlerin direkt sömürgeleştiremediği İslam coğrafyasının kadim devletlerinden biri olan TÜRKİYE ’de 12 Eylül 1980 de askeri darbe gerçekleşecektir. Yine 1997 de 12 Eylül benzeri adına “post modern” dedikleri bir darbeyi İslami söylem ve kadrolara sahip Refah Partisinin iktidar ortağı olmasından dolayı ordu tarafından çok kutsadıkları Demokrasiye balans ayarı yapacaklardı. Çok sayıda Müslüman tutuklanacak, haklarında yıllarca sürecek davalar açılacak, üniversite ve tüm kamuda başörtüsü yasaklanacak, imam hatiplerin orta kısımları kapatılacak, dinin hayata egemen kılınması önlenecektir.
Yine 20 Eylül 1980 de Batılı emperyal güçler Ortadoğu’daki en önemli kuklalarından biri olan Saddam yönetimindeki IRAK’ı, İslam Devrimi ile adeta başları önlerinde eğik gezen mazlum Ümmetin ümit ışığı olma noktasında ki İRAN’a karşı topraklarına ve egemenlik haklarına saldırmak suretiyle savaş ilan edecektir. Bu savaş daha iç dinamiklerini sağlamlaştıramamış, içeride çok büyük sorunlarla uğraşmak zorunda olan İRAN için ağır bir sınavdı. 8 yıl sürecek, 1 milyondan fazla insanın ölümüne, 150 milyar dolardan fazla yıkıma neden olan bu savaş, misyonunu tamamlamış olacak ki başladığı noktaya herkesin çekilmesiyle son bulacaktır.
Yine en yakın komşularının kendi başı derdine düştüğü bir dönem olan 2 Şubat 1982 de SURİYE’nin Hama ve Humus kentinde İhvanı Müslim’inin başlatmış olduğu zalim Hafız Esad’a karşı direniş çağrısı, adeta insanların oturdukları evler ve mekânlar mezarları kılınacak şekilde tarihin soykırımlarından birine sahne olacak şekilde bastırılacaktır. Günlerce dünyaya kapatılan Hama ve Humus adeta yerle bir edilip, Moğolların tarihte İslam coğrafyasında gerçekleştirmiş olduğu mezalimi bile mumla aratacak bir zulme şahitlik edecekti. Gün ağardığında görebilecekti sağ kalanlar ölenlerin akıbetini.
1948 den beri İslam coğrafyasının kalbine bir hançer gibi saplanan ve bugünlere kadar dünya arzının bu coğrafyasında bir türlü huzur ve sükûnetin sağlanamamasında en büyük katkı sahibi olan Siyonist İsrail Filistin Direnişini kırmak amacıyla FKÖ’nün en çok destek aldığı ülke olan LÜBNAN’ı 6 Haziran 1982 de işgal edecektir. Bu işgal yine bilindik yerli işbirlikçilerle de desteklenerek meşrulaştırılmaya çalışılacaktır. Varlıklarını İsrail karşıtlığına bina ettiklerini söyleyen Ortadoğu’nun Arap cengâverleri(!) bu işgalde üç maymunu oynayacaklardır. Batının Demokrasi hayranı kahramanları(!) bu işgalin son derece meşru ve hak olduğunu, İsrail’in kendine yönelik saldırılara meşru müdafaa yaptığını söyleyerek dünya kamuoyunu maniple etmeye devam edeceklerdir. Ortadoğu coğrafyasının diğer aktörleri ise efendilerine bağlılık yarışına girmiş, verilecek her göreve hazır bir şekilde beklemekteydiler. Halklarına karşı her türlü zulmü reva gören bu diktatör kılıklı şahsiyetler 21. Yüzyıla geldiklerinde satranç taşları gibi birer birer düşecekler, yaşamlarını efendilerinin sadakatlerine karşılık son büyük ikramı olan(!) kanalizasyon çukurlarında noktalayacaklardır.
19 Aralık 1991’de Cezayir’de yapılan seçimlerde İslami Selamet Cephesi oyların büyük çoğunluğunu alarak seçimin tartışmasız tek galibi olmuştu. Fakat Emperyal batıcı zihniyet Demokratik yöntemlerle seçimi kazanmış ve işbaşına gelecek olan iktidarın İslamcılardan oluşması neticesinde Demokrasiyi koruma(!) adı altında orduya yönetime el koyması direktifinde bulunacaktır. Ülke Fransızlarında desteği ile dünyaya kapılarını kapatacak ve adeta cadı avcılarının öncülüğünde Müslüman avı başlatılarak 1 milyondan fazla insanın katledilmesi ve ülkenin büyük bir kaosa sürüklenmesi sağlanacaktır. Benzer bir hadise Tunus’ta Nahda Partisine karşı düzenlenecektir.
21. yüzyıl arifesinde Ortadoğu haritası böyle idi. İslam coğrafyasının diğer topraklarında da tablolar bundan farklı değildi. Avrupa’nın göbeğinde Bosna Hersek’te son yılların en aleni soykırımı BM ve NATO gözetimindeki silahlı güçlerin nezaretinde Sırplar tarafından tek suçları “Rabbimiz Allah” dedikleri için Mümin Boşnaklara karşı uygulanıyordu. Dünya sadece seyrediyor, insanlık alçalabildiği kadar alçalıyordu. Adına savaş dedikleri tek taraflı vahşet bittiğinde bağımsız kuruluşlar tarafından da akredite edilen sonuçlara göre öldürülen Sırpların %90’dan fazlası asker iken, Boşnaklarda bu oran tam tersine %90’dan fazla sivildi. Rusya Çeçenistan’ı işgal edecek ve oradaki Müslümanlara karşı tüm dünyanın gözü önünde bir kıyım gerçekleştirecektir. Hindistan Keşmir bölgesi ve Çin Doğu Türkistan bölgesi Müslümanlarının da durumları diğer kardeşlerinden farklı değildi.
İki binli yılların başına geldiğimizde Ortadoğu tablosunda çok değişen bir şeyler yoktu. İslam coğrafyası daha büyük bir ateş sarmalının içine düşmüş ümitler yerini hayal kırıklıklarına, kardeşlik duyguları düşmanlıklara/ötekileştirmelere, mezhepçilik başta olmak üzere hizipçilik/grupçuluk adeta birer din halini almaya başlamıştı. İran İslam Devrimi, İmam Humeyni’nin vefatından sonra ulusçu/mezhepçi/mehdici kadroların iktidarı ile ümmetçi reflekslerini yitirmeye ve olaylara sadece kendi doğruları açısından bakıyor olmasından dolayı yeşeren ümitleri soldurmaya başlamıştı. Emperyalist ve Siyonist kafalar ABD ve NATO öncülüğünde İslam ülkelerini Demokrasi getirme(!) adına askeri olarak fiilen işgal ederek, ülkelerin tarihi dokusu başta olmak üzere insanını, doğasını, kültürünü yok etmekten hiç çekinmemektedirler. 11 Eylül ikiz kuleler saldırısını gerekçe göstererek Afganistan ve Irak direkt işgal edilirken, Pakistan, Sudan gibi ülkelerin toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına bakılmaksızın sözde terör hedeflerini vurma adı altında insanların üzerlerine bombalar yağdırılmakta, başta dünyanın ekolojik yapısı olmak üzere her şey yok edilmeye çalışılmaktadır. Özgürlük ve daha iyi bir yaşam getirme gibi balla sunulmuş zehiri andıran aldatmacalarla işgal edilen topraklarda on yıllar geçmesine rağmen hala kaosun egemen olduğunu, huzurun kalmadığını ve en önemlisi de insanların başta can olmak üzere hiçbir emniyetlerinin kalmadığını görmekteyiz. Başta Türkiye olmak üzere İslam devletlerinin kahir ekseriyetinin destek verdiği ve meclislerinden tezkere geçirip üstlerini ve limanlarını açma yarışına girdikleri bu işgaller ve müdahaleler O topraklarda güveni bitirmiş, insanlığın onuru kırılmıştır. Can, mal ve namus güvenliğinin kalmadığı topraklara dönüştürülerek en başta petrol kaynakları batılı şirketlere pay edilmiştir.
1948 den beri, işgal ettikleri toprakların gerçek sahipleri olan Müslüman Filistin halkına bütün dünyanın gözü önünde her türlü soykırıma varacak vahşeti ve katliamı işlemekten geri durmayan Siyonist İsrail Gazze’yi defalarca ablukaya alarak havadan, karadan ve denizden vurmaktadır. Filistin topraklarında ve oluşturulan kamplarda katlettiği Filistinli masumların kanları bu zalimlerin ellerinden silinmemişken, sürekli yenilerini işlemekten geri durmuyorlar ve adeta tüm dünyaya, özelde de Müslüman ülkelere meydan okumaya devam ediyorlar. Yakın tarihimizde El-Halil’de, Beytüllahim’de, Batı Şeria’da topluca insanlar katledilip topraklar işgal edilirken tüm dünya ile birlikte İslam dünyası’da sessizliğe gömülüyor, cılız birkaç kınamadan öteye geçmeyen beyanatlar veriliyordu. Gazze tüm dünyanın gözü önünde bombalanırken ne acıdır ki bizim koca koca belediyelerimizin başkanları verdikleri beyanatlarla, yakılmış/yıkılmış Gazze’yi imar etme yarışına girmektedirler.
2011 yılı “Arap Baharı” isimlendirmesi ile Tunus’ta başlayıp sırasıyla Mısır, Libya, Ürdün, Yemen, Bahreyn, Umman, Lübnan, Fas ve kısmi de olsa Cezayir ile devam edegelen ülkelerdeki halklar ekonomik adaletsizliğe karşı bir isyan hareketi başlatmışlardır. Tunus’ta Muhammed Buazizi'nin kendisini yakması ile sembolleşen halk hareketleri siyasal isyanlara dönüşerek birçok ülkede iktidar değişimlerine kadar gitmiştir. Bu süreçte başta batı “think thank” kuruluşları olayların seyrini kendi çıkarlarını etkileyecek her türlü girişimi yapmaktan kaçınmamış, isyanların İslamcı bir dönüşüme evirilmemesi için her türlü oyunu sahneye koymuştur. Her türlü iktidar alternatifini oluşturacak A,B,C planlarını masada hazır tutarak arazide uygulayacak yerli aktörlerle temaslara geçilmiştir. Çok sayıda Müminin şehadetleriyle sonuçlanmış olan bu halk ayaklanmaları batılıların istemiş olduğu istikamete evirilerek bugünkü gelinen noktaya ulaşmıştır. Bugün için baktığımızda bu ülkelerin hiçbirinde İslamcı kadrolar iktidarda değiller. Hüsnü Mübarek (Mısır), Zeynel bin Ali (Tunus), Muammer Kaddafi (Libya), Ali Abdullah Salih (Yemen) gibi despot/zalim yöneticilerin yerini Abdül Fettah Sisi (Mısır), Abdurabbu Mansur Hadi (Yemen) gibi zalim/despotlar ile Nuri Ali Busehmeyn (Libya), Moncef Marzouki (Tunus) gibi ABD yanlısı devlet başkanları şu anda ülkeleri yönetmektedirler.
2011 Mart ayında Suriye’de de yine Arap baharı ile bir halk isyanı başlatılmış ve Zalim Beşşar Esad’ın iktidardan indirilmesi hedeflenmiştir. Arap baharının yaşandığı diğer topraklardan farklı olarak bu ülkede ki isyancı muhalefeti oluşturan gruplar silaha başvurmuşlardır. Kendi aralarında hiçbir ittifakın sağlanmadığı ve yüzlerce fraksiyonlar şeklide oluşan muhalefet, araya giren birçok devletin teşvik ve desteği ile bir ittifak sağlayabilmişlerdir. Beşinci Yılına girdiğimiz şu günlerde Suriye’de ölenlerin sayısı resmi rakamlara göre üç yüz binin üzerinde, kayıplar yarım milyonu geçmiş, mülteci durumunda ki insan sayısı yedi milyonun üzerinde, tutukluların sayısı hiç bilinmiyor. Beş yıl önce bir zalimin iktidardan indirilmesi için başlatıldığı söylenen isyan, çok ağır bedellerin ödenmesine rağmen nerede/nasıl biteceğine dair kimsenin bir öngörüsünün olmadığı noktaya gelmiştir. İran ve Türkiye gibi Müslüman iki ülke bu savaşta karşıt grupları oluşturuyor, Rusya ve batı bloku da yine benzer şekilde karşıtlar. İki yüz elli, üç yüz milyar doların üzerinde bir ekonomik yıkım, hiçbir değerle ölçülemeyecek insan ve medeniyet katliamı, doğanın ve diğer tüm canlıların yok edilişi. Bu trajik ötesi tablo, özellikle bu vahşi savaşın karşıtları olarak duran iki Müslüman ülke yöneticileri ve halkları için hiçbir şey ifade etmiyor mu? Hafız Esad’ın Seksenli yıllardaki Hama ve Humus katliamına sessiz kalan İslam Devleti İran, kendince geliştirdiği ama insanlık vicdanında karşılık bulması imkânsız gerekçelerle bu savaşın tarafı olmaktan öte silahlı güçleri ile birer aktörü konumuna gelmiştir. Ortaya koyacağı hiçbir gerekçe kendisinin bu tutumunu meşrulaştıramayacak ve gelecekte ümmet vicdanında açmış olduğu yaralar sürekli kanayacaktır. İran bu savaşta Esad taraftarı olmakla yıllar boyu oluşacak Şii aleyhtarlığına/öfkesine/karşıtlığına çanak tutmuştur. Adına İsrail karşıtlığı olarak geliştirdiğini söylediği “Stratejik destek” gibi bir gerekçeyle ölen yüzbinlerce masumun kanının akmasına fiili ortak olarak da katılmasıyla ümmet vicdanında büyük yaralar açmasına neden olmuştur. Karşıt tarafı oluşturan blokun en önemli ülkelerinden olan Türkiye ise başından beri batı ile aynı söylemlerle olayın takipçisi ve tarafı olmuştur. Yıllarca Esad ailesi ile devlet teamüllerinin ötesine taşınacak bir duruş sergileyen, sınırların kaldırılması, mayınlı bölgenin temizlenmesi ve tarıma açılması başta olmak üzere, giriş/çıkışların ülke kimliklerine kadar indirgendiği ve ortak bakanlar kurulu toplantıları yapacak kadar ilişkilerin çok ileri boyutlara taşındığı noktadan, Esad yönetimine ömür biçecek noktaya gelmesinin hiçbir makul ve mantıklı izahı olamaz. Hiçbir şey bir anda değişemez ve dönüşemez. Hele hele konu ülkeler meselesi ise. Türkiye’nin, bu acımasız savaşın hiçbir şekilde tarafı olmamış, çaresiz mültecilere kapılarını, topraklarını, gönüllerini açması ile bu savaşta taraf olması aynı bakış açısıyla değerlendirmemeliyiz.
Şu günlerde de Yemen kaşınıyor. İç dinamikleri itibariyle batının adeta iştah kabartacağı mezhepsel yapının en sıkıntılı olduğu bir ülke. Özellikle Fransa’da gerçekleştirilen Charlie Hebdo saldırısından sonra Yemen El Kaidesi ’ne göndermeler yapılarak buraya bir operasyonun işaretleri verilmekteydi. Yaklaşık bir ay kadar önce DAİŞ’in üstlendiği Şiilerin gittiği bir camiye çok kapsamlı intihar saldırıları düzenlenmiş ve bu saldırı sonucu 150 den fazla insan ölmüştü. %45 Şii (Zeydiyye ve Caferiyye), %55 Sünni (Şafi) bir yapıya sahip olan Yemen’de Arap baharı ile başlayan iktidara karşı isyan hiç dinmedi. Netice itibariyle Caferiyye ekolüne mensup Husilerin, Zeydiyye ’ye mensup Ali Abdullah Salih’i iktidardan devirdikten sonra, Arap ülkeleri ve batı yerine yardımcısı Abd Rabbuh Mansur Hadi’yi boşalan koltuğa oturtturdular. Husilerin ülkenin büyük bir kısmını ele geçirmesi ve belki de stratejik bir konuma sahip Babül Mendeb boğazını kontrolleri altına almaları Arabistan başta olmak üzere birçok körfez ülkesini tedirgin etti. Husiler maalesef yine mezhepçi refleksleri ile olayı değerlendirip taraf olan İran tarafından askeri, siyasi ve ekonomik olarak desteklenmektedirler. Bugün gelinen noktada on Arap/körfez ülkesi Yemene hava operasyonu başlattı. Bu on ülke Arabistan, BAE, Katar, Kuveyt, Umman, Bahreyn, Mısır, Ürdün, Fas ve Sudan’dan oluşuyor. Baktığımızda hepsi kendi içinde sorunlu, despot, zalim, diktatör, zengin ve şımarık ülkeler. Bunların değil ümmet bilinci, mümince bir kaygı taşıdıklarından dolayı bu operasyona başvurduklarını söylemek için insanın akli melekesinden endişe duyması gerekir.
Adına “kararlılık operasyonu” diyerek bir ülkeye bombalar yağdıran kahraman(!) Arap ülkelerinin yöneticileri Suriye’de, Mısır’da, Filistin’de, Arakan’da, Afganistan’da, Pakistan’da, Çeçenistan’da Doğu Türkistan’da, Irak’ta ve daha adını sayamadığım ülkelerde binler, on binler, yüzbinler katledilirken nerelerdeydi? Bu ülke için ortaya koyduğunuz o kararlılığı 1948’den beri ciğerlerimize hançer gibi saplanan, sürekli işgallerle adeta bir terör devleti haline gelen, bütün kutsallarımıza savaş açmış başta İsrail ve en yakın destekçilerine karşı neden sağlayamadınız. Ülkeler işgal edilirken, insanlar ve medeniyetler yok edilirken, dünya yağdırılan bombalarla yakılıp yıkılırken kimin safında yer tutuyor ve kararlılığınızı her ne pahasına olursa olsun o koltuklarınızı korumak ve daha sağlama almak için mi kullanıyordunuz? Son yılların dünya kamuoyu önünde mazlumların bir nebzede olsa ümitlenmesine ve tebessümüne neden olan Mavi Marmara direnişi kadar bir direnişi gerçekleştirecek yürek de mi yoktu bu iktidar sahiplerinde?
Netice itibariye bugün İslam coğrafyasının önemli ülkeleri yanıyor. İşgaller yerini kendi iç çatışmalarına bıraktı, kaos tüm coğrafyayı sarmakta. Batılı toplum mühendisleri tarafından bu ortamın daha da karmaşık ve anlaşılmaz kılınması için herkesin korkusu haline getirttirilen örgütsel yapılar üretilmekte. İslam adeta kan/vahşet dini gibi insanlara yansıtılmaya çalışılmakta. İŞİD (DEAŞ), EŞ ŞEBAB veya BAKO HARAM gibi harici mantıklı örgütler, mezhep fanatizminin egemen olduğu bakış açısı ile desteklenen yapılar (İran/Şia, Arabistan/Sünni-Selefi), batının İslam dünyasında oluşturmaya çalıştığı Protestanlaşmanın farklı bir eylem ve söylem ile dillendirilmeye çalışıldığı neo nurculuk/ılımlı İslam/BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) gibi laik/seküler bir din anlayışı karşımıza çıkmaktadır. Allah’ın aziz dini İslam, birilerinin çok farklı/çirkin emellerine kaynak yapılarak tahrif edilmektedir.
20.yüzyılın başlarında İngilizlerle anlaşmak suretiyle Osmanlı yönetiminden ayrılarak Arap ırkına dayalı devletçikler oluşturma vadi ile başta Şerif Hüseyin ve oğulları ihanete ikna edilmiş, Suudi Arabistan olmak üzere birçok devlet kurulmuştur. Zihniyet olarak kendilerine bu ikramda bulunan efendilerine tabi olan bu devletleri oluşturan iktidarlar bugüne kadar ümmetin akan kanını izlemek, yok edilen mirasına katkı sağlamak noktasında sadakatlerini her daim gösteregelmişlerdir. Ümmetin kıblesini mimari açıdan batı tarzı yapılanmalarla adeta boğmuş, kıyam ve güven merkezi olan Beytullah’ı işgal ederek sıradanlaştırmaya çalışmışlardır. Allah’ın sınırsız ikramı olan zenginlikleri başta azgınlıklarının, batılı devletlerin Ortadoğu arenasında gerçekleştirmek istediği her türlü katliam/işgalin kaynağı kılmışlardır. Selefiliğin harici mantığı ile tezahürleri olan silahlı yapılanmaların en büyük finansörlüğüne soyunarak başta kendi ülkesinin olmak üzere İslam ümmetinin evlatlarını birbirine kırdırma ve bu sayede kendi iktidarlarına karşı oluşacak tüm tehditlere karşı gaz alma operasyonu yürütmektedir.
Tabloya baktığımızda başta en kutsal mabetlerimizden biri olan Mescidi Aksa Siyonist İsrail’in işgali altında. Filistin toprakları yetmiş yıla yakındır karış karış işgal edilmeye ve oradaki insanlar katledilmeye devam ediliyor, Gazze yıllardır ambargo altında inliyor. Kültürümüzün ve tarihimizin en önemli kentleri Şam, Bağdat, Basra, Kahire, işgaller ve iç çatışmalarla yok ediliyor. Filistin, Suriye, Irak, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Yemen, Arakan, Doğu Türkistan, Çeçenistan, Keşmir, Afganistan, Pakistan, Bangladeş işgallerin ve iç çatışmaların yaşandığı topraklar. Mezhep/meşrep farklılıkları adeta birer farklı inanç sistemleri gibi algılanmaya başlanarak kardeş katliamlarına dönüşmüş, her gün kan ve gözyaşı buralarda akmaya devam etmektedir. Batinilik ve mistisizm dinin yaşamdan siyasal/ekonomik/hukuksal anlamda koparılıp şekilsel ve ayinsel bir takım anlaşılmazlara dönüştürülmesi hareketleri olarak tarihinin zirvesine çıkmış durumda. Ülkeleri yöneten koca koca adamlar dahi buralarda meşruiyet ve icazet arama yarışına girerek siyasi ikballeri uğruna geleceğin din anlayışına dinamit koymaya devam etmektedirler.
İslam ümmetinin birer ulus devletlerine bürünmüş ülkelerin yöneticisi olan krallar, prensler, devlet başkanları, cumhurbaşkanları, ruhani ve dini liderler, Siyonist İsrail askerlerinin pis postalları ile en kutsal mabetlerimizden biri olan, Tahrif edilmemiş iki semavi dine ve bir süre Müslüman ümmete “KIBLEGAH”lık yapmış olan “Mescidi Aksa” (Süleyman mabedi) işgal edilip, kutsal ve kerim kitabımız ayaklar altına atılırken nelerle meşgullerdi. Hangi gerekçe bu işgale karşı verilmesi gereken en sert karşılığı vermekten, bu işgalcileri, bu kutsal düşmanlarını, bu Allah’ın dinini/vahyini tahrif eden güruhu bu topraklardan atılmasına engel olabilirdi. Mavi Marmara yüreği kadarda mı yüreğe sahip değildi bu koca ulus devletlerinin iktidar sahipleri. En şiddetli(!) kınamalarla geçti gitti bir Allah/mabet/kutsal düşmanlığı.
Tarihi ve geçmişi soykırımlarla dolu, daha yakın tarihimizde Cezayir’de akıttığı masumların kanları ellerinden temizlenmemiş, Ortadoğu’da yanan her ateşe benzin taşımakla maruf Fransa’da bir terör eylemi gerçekleştiriliyor. Kutsallara ve dini inançlara ifade özgürlüğü adı altında her türlü hakareti yapmaktan geri durmayan bir derginin yazarlarına –adeta eylemi yapmaları için her türlü zeminin hazırlandığı- bir terör eylemi gerçekleştiriliyor. Bu eylem on kişinin ölümü ile sonuçlanıyor. Paris büyük büyük(!) ülkelerin cumhurbaşkanları/başbakanlarının katıldığı sözüm ona “teröre lanet” yürüyüşü yapılıyor. Siyasi, ekonomik, lojistik her türlü destekleri ile terörün tarih boyunca hamiliğini yapmış emperyal batılı güçler bir tiyatro sahnesinden farksız, ikiyüzlülük maskelerini kuşanmış bir şekilde Paris sokaklarında yürüyorlar. Acı olan ise katil ile mazlumların sahibi olduğunu iddia edenlerin basit hamasi duygularla aynı safta olması. Bu gerçekten çok ama çok acı bir tablo.
21. yüzyıl dünyası soğuk ve sıcak savaşların yaşandığı bir dönem olarak geçecektir gelecek nesillerin tarih kitaplarına. İletişiminde çağımızda geldiği nokta itibariyle olaylar değerlendirildiğinde yeryüzünün herhangi bir parçasında cereyan eden hadiseler adeta yakın mahallemizde, köyümüzde gerçekleşiyormuş gibi haberdar olmamıza ve tüm detayları ile ilgilenip takip etmemize neden oluyor. Bu uzakların yakın kılınmasını sağlayan teknolojik gelişim aynı zamanda toplum mühendisleri için haber kaynaklarının manipülasyonunu da beraberinde getiriyordu. Toplumların değişim ve dönüşümü bu kitlesel medya araçları ile yapılmaya çalışılmakta bir anda binler/on binler/yüz binler, hatta milyonlar sokaklara dökülebilmekte ve kontrolü imkânsız olay/yağma/yıkımların nedenleri olabilmektedirler. Doğrular ve yanlışlar Allah’a ve Resulüne havale edileceği yerlerde cemaat liderlerine ve kanaat önderlerine havale edilmektedir. Mezhepçi/ulusçu bakış açısı ümmetçi bakış açısının önüne geçmiş adeta ülkeler ticari işletmeler gibi kar/zarar mantığı ile yönetilerek yeryüzünün yaşanmaz kılınmasını sağlamaktadırlar. Ticari kayıp endişesi işlenen zulümlere sessiz kalınmasına, yatırımların aksayacağı ve yabancı sermaye akışının duracağı korkusuyla işgallere/sömürgelere/tecavüzlere sessiz kalınmaktadır.
Tüm hadiseleri mümince bir bakış açısı ile duygusallık ve hamasetten uzak feraset ile bakmayı ve kardeşlik hukukuna zarar verecek her türlü eylem ve söylemden uzak durmayı Rabbimizden dilemeli ve sıratı müstakimden ayırmamasını temenni etmeliyiz. Ümmet bilincinin kardeşlik hukukunun güçlü bir şekilde tesis olacağı bilincini kuşanmalı ve yaşam felsefesi kılmalıyız.
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah'tan korkup sakının; umulur ki esirgenirsiniz.” (Hucurat, 10)