İndirgeme Cumhuriyeti ve Osmanlı Türkçesi

Hş… Türkiye Cumhuriyeti için kullanıyor değilim 'İndirgeme Cumhuriyeti' ifadesini. Yıkıntılar arasında kalmış ören yerlerini andıran geçmişiyle, içi henüz pişmemiş de olsa varlığına yakışır gelecek umutlarıyla, sorunlarıyla, saflıklarıyla ülkemi seviyorum. Türkiye Cumhuriyeti ifadesi, milletimizin kurtarabildiği ideallerinin adıdır. Ve Osmanlı İmparatorluğu'nun taşıdığı tüm anlamları taşır. Biz isteyelim ya da istemeyelim dünya üzerinde görüntü de böyledir. Bu görüntüden reddetseniz de kaçamazsınız.

Hâşâ… Türkiye Cumhuriyeti için kullanıyor değilim “İndirgeme Cumhuriyeti” ifadesini. Yıkıntılar arasında kalmış ören yerlerini andıran geçmişiyle, içi henüz pişmemiş de olsa varlığına yakışır gelecek umutlarıyla, sorunlarıyla, saflıklarıyla ülkemi seviyorum. Türkiye Cumhuriyeti ifadesi, milletimizin kurtarabildiği ideallerinin adıdır. Ve Osmanlı İmparatorluğu’nun taşıdığı tüm anlamları taşır. Biz isteyelim ya da istemeyelim dünya üzerinde görüntü de böyledir. Bu görüntüden reddetseniz de kaçamazsınız.
İnsan tekleri olarak tek tek bir kaderimiz var. Kişiler kendi kaderlerinden kaçabilirler. Böyle bir durumda pek çok, üstelik de onlara ait olmayan, başkalarının belaları onları bulur. Kişinin kendi başının belasını bulması onu yükseltirken başka başların belasını kendine bela seçmesi onu alıklaştırır. Milletler için de böyledir. Bizler doksan yıldır millet olarak tarihi kaderimizden kaçıyoruz. Başka milletlerin başlarının belası olan Sosyalist hayaller, nice güzide gencimizi, aydınımızı yörüngesinden çıkardı geçmişte. Batı toplumları kiliseye karşı hümanist, laik hamlelerinde haklı olabilirdi. İngiltere ve Fransa’daki vahşi kapitalizme itirazında haklıydı Marks. Ama bunlar, kilise gibi bir aptallaştırma mekanizmasını asla kurmayan ve el tezgâhlarıyla üretim yapmaya 1940’lara kadar devam eden bizimki bir ülke için geçerli sorunlar, belalar değildi. Aydınlarımız, kendilerini Batılı aydınların yerine koyup onların “belalarını” benimsediler. Şairlerimiz de öyle. Sylvia Plath’a özenen Nilgün Marmara, sözgelimi İranlı şair Fürug Ferruhzad gibi değildir. Fürug, bir İranlı kadın olmanın içinden bir şiir meydana getirir. Marmara’ysa neredeyse satır satır Plath’ın tercümesi bir hayat yaşar. Üniversitelerimizin sosyal bilimler alanında yapılan araştırmaların yüzde doksanı da böyledir. Fransız, Alman bilmem kimin kuramını Türkiye’de en iyi bilen bilmem kim, o kurama göre sosyolojik bir analiz yapar. Başkalarını belası dediğim budur: Kendi kaderini bir türlü yaşayamamak.
İndirgeme Cumhuriyeti, işte bu insanların oluşturduğu zihinsel yapının adıdır. Türkiye Cumhuriyeti, bu zihinsel yapı nedeniyle ne yazık ki doksan yıldır, kendi kaderini yaşamaktan kaçan insanların zihinsel seviyesinde seyreden bir “indirgeme cumhuriyeti”dir. İnsanımızın irtifası, kendi belalarını bulamamış aydınlarımızın irtifası kadardır. Belalarını bulmuş düşünürlerimizeyse baktığımız nadirdir. En azından son on yıla kadar böyleydi. Rahmetli Menderes ve Özal dönemlerinde zaman zaman, insanımız ile “tarihi kaderimiz” arasındaki mesafe birbirine yaklaşmışsa da çok sürmedi bu. Son on yıldır belirgin bazı çabalar olduğu görülüyor. Ama bunların içinin henüz pişmediği de bir gerçek. Zaman ve büyük, çok yönlü emekler gerekiyor. Lakin dış ve iç şartlar, bu zamanı vermeye niyetli değil.
Türk Milli Eğitimi, tarihi bir adım atıyor ve meyveleri iki üç kuşak sonra alınacak bir hamle yaparak Osmanlı Türkçe’sini liselerde müfredata koyuyor. Görünüşte önemli bir adım bu. Günlük konuşma dilinde bile 34 sesle konuşan insanımızı, 29 sesi temsil eden 29 harfle düşündürüp konuşturmak, apaçık bir aptallaştırmadır zaten. 29 sesi kulağıyla duyan ona göre bir musiki yapar, 34 sesi duyup ifade eden de ona göre. Müzikte de böyledir bu, felsefede de. Düşünce, dilin ayrıntısıyla şekillenir en başta. 29 sesin ayrıntısını bilen bir düşüncenin 34 sesin ayrıntısını kavraması son derece güçtür. Düşüncemizi kısırlaştıran hususlardan biri alfabemizdeki seslerin kısırlığıdır.
Osmanlıca derslerini lise müfredatına koymakla aşılabilecek bir durumdan söz etmiyorum. Aksine şimdi kenarında gezindiğimiz sorunların tam merkezine girmiş olacağız. Acaba bizde kenarında gezindiğimiz sorunların merkezine düştüğümüzde onları halledebilecek bir hazırlık var mı? Var elbette ama abartılı bir hazırlık bu… Belki de hazırlıkların en risk taşıyanı…
Türk Dili ve Edebiyatı eğitimi aldığım üniversite hayatımda, Osmanlıca derslerine ideolojik nedenlerle yaklaşan arkadaşlarımın çoğu Osmanlıcayı öğrenemedi. Nefret ediyorlardı çünkü. Onların tersi gibi bakanlarsa, yanlış öğretme yöntemlerinden ötürü ayrıntıya boğuldular ve bir başka çeşit “nefret” geliştirdiler: Soğudular. Sınavları vermeleriyle kitapları eskicilere satmaları bir oldu. Osmanlıca, İngilizce öğretilir gibi öğretiliyordu çünkü. Kurallar, kurallar, kurallar… İngilizceyi öğretirken konuşabilmeye ağırlık vermekle sorun çözülebiliyor. Ancak Osmanlıca öğretilirken böyle bir yöntem de işe yaramayacaktır. Dolayısıyla lise öğrencileri içinden anne babaları etkisiyle Osmanlıcaya mesafeli duranlar, öyle görünüyor ki Osmanlıca denince, eskiden bilmedikleri şimdiyse bilmek istemedikleri ya da bilmelerindeki sorunlardan ötürü yaklaşamadıkları yeni bir şeye, “nefret değilse bile soğukluk” duyacaklar. Osmanlıcayı öğrenmeye hevesli gençleriyse öğrenme noktasındaki problemler bekliyor olacak. 
Liselerde Osmanlıca nasıl öğretilmeli o halde?
Yukarıda anlattığım, “indirgeme cumhuriyeti” olma meselesi ilk kez işimize yarayabilir. İndirgeme yapacağız… Gençlerimize öncelikle matbu Osmanlıca metinleri okuyabilmeyi öğreteceğiz. Dilimize giren Arapça ve Farsça kelimeleri gramer kurallarına boğmadan, meselenin mantığını vererek öğreteceğiz. Osmanlıca’ya hevesi gelişenler için daha ayrıntılı öğrenmenin yolu açık olacak ama bu kadarla yetinmek isteyen de bizim “öğren” baskımız nedeniyle dedesinden, onun dilinden, tarihinden, dininden soğumayacak. Osmanlıca öğretme meselesi böyle yalınca ele alınabilirse, bu dersi liselerde edebiyat, tarih, din kültürü ve ahlak bilgisi hocalarının hepsi verebilir. Ama iş abartılı ayrıntıya kalırsa, açıkça söylemek gerek: Bunların çoğu eline yüzene bulaştırır ve öğrencilerle birlikte kendileri de işlerinden “soğurlar”. Yazma kısmıysa daha zaman alıcı olsa da daha zevkli gelir öğrencilere. O hususta da belli bir seviye şimdilik yeterli görülmelidir.  
Osmanlıca okumayı orta sonda olan oğluna yarım saatte öğretmiş bir babayım. Bu, ne benim marifetim ne de oğlumun marifeti. Mesele yalın. Yalınca düşünmek gerek. Alfabeyi daha önce bilen oğlum, 5 – 6 yıl önce televizyonda, bir yandan 12 Dev Adam’ın dünya şampiyonası finallerini seyrediyordu bir yandan da önüne koyduğum Ömer Seyfettin hikâyelerinin eski yazı metnine odaklanmaya çalışıyordu. Tabii olmuyordu. Zaten kötü giden maça da kızıyorduk.  O kızgınlıkla döndüğümüz Ömer Seyfettin’ın Sırça Köşk’ü yavaş yavaş söküldü: “Hatice Hanım, pek genç dul kalmış zengin bir hanımcağızdı.” Oğlum, o günlerde içine düşen hevesten olsa gerek Tarih bölümünde severek okuyor şimdi.  
Her mesele kendi irtifasında ele alınmak ister. “İndirgeme Cumhuriyeti” olmayalım ama şu Osmanlıca meselesini, Allah aşkına lise talebeleri için Milli Eğitimin pek çok dersine yaptığımız gibi çekilmez hale getirmeyelim. Bugün kaş yaparken çıkaracağımız göz, iki üç kuşak sonra insanımızın “indirgemenin de indirgemesi” haline getirir ki o vakit ne kadar dövünsek azdır. 

Yazan : Celal Fedai

Bakmadan Geçme