Bismillahirrahmanirrahim
Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
‘Her çocuk bir projedir’ ne demek bunun üzerinde kısaca durmak isterim. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, her doğan çocuk, Allah’ın ruh üflemek suretiyle ( Hıcr:29, Sad:72, Enbiya:91) şereflendirerek eşref-i mahlûk kıldığı ve ebedî hayat bahşettiği, akıl ve havsalamızın alamayacağı ölçüde potansiyellerle donattığı ilâhî bir sanat eseri olması hasebiyle insanlığa sunulmuş ilâhî bir armağan, potansiyel halinde ilâhî bir mucize, tabir caizse ilâhî bir projedir. Biliyorsunuz Kuran-ı Kerim’de bir âyetÂyet-i Kerime var. Esteîzu billah: لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ“Biz insanoğlunu en güzel bir şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik“ (Tin:4-5) buyrulmaktadır. Bu âyetin derin ve engin mesajlarından birisi insanoğlunun olumlu ve olumsuz potansiyellerinin büyüklüğüne dikkat çekilmesidir.
Peygamber Efendimiz s.a.v. de:“ Her doğan çocuk, fıtrat üzere doğar…” buyuruyorlar. Bu ne demektir? Her doğan çocuk, mükemmel bir yaratılışla doğar. İnsan bir makineye benzetilmez ama bunu daha iyi anlatabilmem için la-teşbih şöyle bir örnek vereyim. Dünyanın en mükemmel bilgisayarını düşünün. Bilgisayarın üzerinde 2 tür program vardır. Biri bilgisayar üretilirken içerisine bir şeyler yükleniyor, buna “hardware” diyorlar. Yani değişmeyen sabit programlar. Siz ondan sonra alıyorsunuz bu bilgisayarı ne işte kullanacaksanız ona göre programlar yüklüyorsunuz. İşte bir çocuğu en mükemmel bir hardware yüklenmiş bir bilgisayar gibi düşünün. Siz şimdi bu bilgisayarı alıyorsunuz, olmadık işlerde kullanıyorsunuz ya da bozuyorsunuz. Bu bilgisayar heba olmuştur. Veya bunu zararlı amaçlarla kullanılan bir aygıta dönüştürüyorsunuz.
Yaratılan her çocuk olabilecek en güzel şekilde yaratılmış ve en güzel potansiyellerle donatılmıştır. Fakat bu potansiyeller, iyi bir eğitimle değerlendirilemediğinde, iyiye, güzele ve hayra yönlendirilemediğinde hem o çocuk hem insanlık için büyük bir risktir. Yani her çocuk olumlu yönde taşıdığı potansiyeller ölçüsünde olumsuz potansiyeller de taşır. Bu şu demektir: Her doğan çocuk o kadar olağanüstü olumlu potansiyellerle doğar ki biz o potansiyellerin büyüklüğünün, genişliğinin farkına varabilsek, Yüce Allah’ın insanoğluna bahşettiği imkânlar konusunda dehşete düşeriz. Tabii ki bu potansiyellerin realize edilmesi, pratiğe aktarılması, harekete ve fiiliyata geçirilmesi, öncelikle çocuğun anne babasına, yakınlarına ve çevresine bağlıyken, ileriki yaşlarda ise kendi iradesine bağlıdır. Bir çocuk doğar doğmaz Cenab-ı Hak çocuğun en yakın çevresinden uzağa doğru olmak üzere çok önemli bir vebal yüklemiş oluyor aslında. Yani doğan her çocuk başta anne babası olmak üzere bütün dünya için büyük bir vebaldir, sorumluluktur. Bir çocuğu gereğince eğitemediğimizde, potansiyellerini heba ettiğimizde veya yanlışlara yönlendirdiğimizde Allah’ın bu mükemmel yaratışına ve sanatına büyük bir saygısızlık etmiş, tabir caizse büyük bir cinayet işlemiş oluyoruz. Böylece o çocuğun aşağıların aşağısına düşmesine de sebep olabiliriz. Bu açıdan da her doğan çocuk önce anne baba, sonra tüm insanlık için yaratılıştaki potansiyelleri olumlu şekilde geliştirilmesi gereken bir projedir. Fakat çocuğun proje olması bir mühendislik nesnesi gibi büyükleri tarafından istedikleri gibi şekillendirebilecekleri bir varlık olması anlamına gelmez. Çocuğun bir proje olması yetenek ve potansiyellerinin en verimli şekilde değerlendirilmesi anlamına gelir. Eğitimin en temel kuralı her kişinin yaratılışından gelen bireysel farklara riayet etmek, kişileri fıtratlarının tersi yönlere zorlamamaktır. Bunun için eğitilecek bireylerin yetenekleri ve doğalarının çok iyi tanınması gerekir. Bu nedenle her erkek ve kadının özellikle de evlenecek, yuva kuracak gençlerin evlenmeden önce olağanüstü potansiyeller manzumesi olan müstakbel çocuklarının fıtratlarına uygun olarak eğitilmesi konusunda kendilerini çok iyi yetiştirmeleri gerekiyor. Bu kendini yetiştirme işi evlilik sonrasına bırakılmış olunursa çok geç kalınmış olur. Üstelik günümüzde gittikçe artan hayat hengâmesi içinde ve aile sorumluluklarının yoğunluğu altında buna zamanları olmayacaktır. Dolayısıyla herkes mesleğe yönelik eğitim süreçleri esnasında çocuk eğitimi konusunda iyi bir donanım edinmek mecburiyetindedirler. Peki, anne ve babalar bu konuda ihmalkâr ve yetersiz ise ne olacak? O takdirde bütün Müslümanlar bundan sorumludurlar ve herkes başkalarının çocuklarının da Ahsen-i takvim üzere yaşamaları, hiç değilse aşağıların aşağısına düşmemeleri konusunda ellerinden geleni yapmak durumundadırlar.
‘Çocuk eğitimi ile ilgili bilgi edinme sorumluluğumuz nedir’ meselesine de kısaca temas etmek istiyorum: Hepinizin bildiği ilmihal bilgileri diye bir tabir vardır. İlmihal, “içinde bulunulan halin bilgisi” manasına gelir. Bundan, her Müslüman’ın bilmesi farz-ı ayın olan bilgiler kastedilir. İlmihal bilgisi, yanında ilmihal kitabı bulundurup gerektikçe bakmakla edinilmez, bunların ezberlenmesi iyice kavranması ve uygulamalarla pekiştirilmesi gerekir. Bizde ilmihal dendiğinde vatandaşımız ibadetlerin nasıl yapılacağını anlar. Oysa ilmihal sadece ibadetlere mahsus bir şey değildir. Sadece ibadet ilmihali öğrenmek ve ezberlemek yetmez. İlmihal demek dini, dünyevi hangi ameli yapıyorsak o amelin bilgisini öğrenmek demektir. Mesela evlenecek bir kişinin evlilikle alakalı her türlü bilgiyi öğrenmesi farz-ı ayındır. Karşı cinsin psikolojisinden tutun çocuk psikolojisine, ruh ve beden sağlığından ahlâk ve karakter eğitiminin ilke ve yöntemlerine kadar evlilikteki dînî, hukûkî ve ahlâkî sorumluluklarını nasıl yerine getireceğini bilmek evlenen herkese farz-ı ayındır.
Yine mesela ticaret yapan bir kişinin sadece ticaretin fıkhî yönünü öğrenmesi yetmez, ticaret hukukunu da öğrenmesi lazım. Bir avukat kadar değil belki ama kendi ticaretinde hukuksuz iş yapmayacak, hukuka ters düşmeyecek şekilde temel hukukî ilkeleri de öğrenmesi kişiye farz-ı ayındır. Öğrenmezse ne olur? Yanlış hukuksuz işler yapar. Hukuksuz işler yaptığında ne olur? Hem muhatapları hem kendisi zarar görür. Dolayısıyla ilmihali sadece ibadetlere hasretmek laik bir anlayıştır yani dinle dünya işlerini ayıran bir anlayışın ürünüdür. 24 saat laikliğin aleyhine konuşup, ilmihal deyince sadece ibadetleri anlamak gündelik işlerimizin bilgisini kendi üzerimize sorumlu tutmamak tam da bir laik anlayıştır. Bu benim şahsi görüşüm değildir. İlmihal kavramının içerisinde kendiliğinden olan bir şeydir. Ama piyasadaki ilmihal kitaplarının içeriğine baktığımızda sadece ibadetleri içerdiklerini görürüz. Öyle bir ilmihal düşünün ki her insana her amelinde lazım olacak bilgiyi verecek. Böyle bir ilmihal ciltler dolusu olur zaten. Böyle bir ilmihal kitabı yazmak da her kişinin harcı değildir. Bu farklı alanlardaki uzmanların ekip halinde kitap yazmalarını gerektirir.
Dolayısıyla ibadetlerle ilgili ilmihal okuyacak kişi ilmihal adı altında satılan kitapları okuyacak ama diğer konuları – lütfen ifademe dikkat edin - hem dini açıdan hem dünyevi açıdan her yaptığı işin bilgisini nereden ve nasıl edinecek? Günümüzde artık herkes okuma yazma biliyor. Dolayısıyla hayatın temel zorunlulukları konularında kitaplardan ve değişik kaynaklardan bilgi edinme imkânı herkes için kolayca ulaşılabilecek bir şey haline gelmiştir.
Bilgi edinme, ilim öğrenme konusunda son derece dikkat etmemiz gereken bir husus da şudur: Biz öncelikle bize zorunlu olarak lazım olanları öğrenmek zorundayız. Bize zorunlu olan bilgileri öğrenmeden bizim için zorunlu olmayan bilgilerle uğraşmamız abesle iştigaldir ve vebaldir. İlim öğrenirken kitap okurken, herhangi bir ilmî faaliyete, konferansa, toplantıya katılırken şu soruyu soracağız: şu anda benim üzerinde bulunduğum durum veya işle alakalı olarak benim bu bilgiye ihtiyacım var mı? Gelecekte benim böyle bir bilgiye ihtiyacım olacak mı? Zorunlu olarak öğrenmemiz gerekenleri, sadece o iş başımıza geldiğinde öğrenmeye kalkarsak zaman yetişmeyebilir. Dolayısıyla biz önümüzdeki yıllarında bize lazım olacak bilgileri de öğreneceğiz.
Şu andaki toplantımızın konusu olan çocuklarımızın ahlâkî eğitimi meselesine gelince, çocuk eğitimine her şeyden önce kendi ahlâkımızdan başlamak mecburiyetindeyiz. Ahlâk yönünden kusurlu ve defolu anne babaların, öğretmenlerin ve toplumların, ahlâklı bir çocuk yetiştirmesi mümkün değildir. Okul da tek başına ahlâk eğitimi için yeterli değildir. Çocuğunuzu sadece okula göndererek, ya da sadece sivil eğitim faaliyetlerine katılmasını sağlayarak ahlâklı çocuk yetiştiremezsiniz. Ahlâklı çocuk yetiştirmenin birinci şartı en çok beraber olduğu, en yakını olduğu kişilerin ahlâklı olmasıdır. Yani ahlâk eğitiminin olmazsa olmaz şartı ahlâklı ve erdemli ortamdır, erdemli toplumdur. Çünkü insanlar toplumlarının ürünüdür. Bu demektir ki ahlâk kusuru olan her bir birey davranışlarıyla menfi örnek olmak suretiyle başta çocukları ve yakınları olmak üzere başkalarını da ahlâksız yapmaya aday olduğu gibi, ahlâklı bir birey de başkalarını ahlâklı yapmaya adaydır. Burada tavuk yumurta misalinde olduğu gibi döngüsel bir durum söz konusudur. İşte bu noktada herkesin aklına şu soru gelecektir: Ahlâk eğitimine bireyden mi toplumdan mı başlayacağız? Bunun cevabı, her ikisinden birlikte şeklindedir. Bir yandan herkes yakınlarından başlamak üzere her bireyin ahlâklı olması için elinden geleni yapmaya çalışırken, öte yandan yine herkes bireysel ve toplumsal planda Kur’an’ın her Müslümanın boynuna yüklediği “Emr bi’l-lma’rûf ve nehy ani’l-münker” sorumluluğunu (Âl-i İmran:114, Araf:157, Tevbe: 67, 71, 112) hiç taviz vermeksizin yerine getirmek mecburiyetindedir. Yani iyiliklerin yayılması, kötülüklerin engellenmesi için fert ve toplum planında ne gerekiyorsa yapılması, asla nemelazımcı ve kendi başını kurtarıcı bir zihniyete prim verilmemesi gerekmektedir. İşte burada en kritik noktaya geliyoruz: Kur’an’ın emri olan “Emr bi’l-lma’rûf ve nehy ani’l-münker” sadece başkalarına yönelik bir sorumluluk değil, öncelikle kişinin kendisine yönelik bir sorumluluktur. Yani iyiliği emir, kötülüğe engel olma işine de kendimizden başlayacak, öncelikle kendi nefsimize karşı bu görevi yerine getireceğiz.
Ahlâk ve karakter eğitiminde bilgi önemlidir ama yeterli değildir. Sadece bilgi edinerek, kitap okuyarak ahlâklı olunamaz? Ahlâk esasında bir irade meselesidir. Biz aslında nelerin yasak, nelerin ahlâka uygun, nelerin ahlâka aykırı olduğunu çoğunlukla biliyoruz. Yani ahlâki konularda tartışılan hususlar çok azdır. Biz insanlarla oturup gündelik hayatımızdaki eylemlerimizi gelişigüzel sıralayarak şu iş ahlâkî mi değil mi diye tartışmaya kalksak % 70-80 anlaşırız. % 10-20 sinde ihtilaf ederiz. Demek ki insanlığın sorunu neyin iyi neyin kötü olduğu bilme sorunu değil, disiplin, irade ve kendini kontrol sorunudur. Kur’an tabiriyle “Nefs-i emmâre’nin yani kötülüğü emreden nefsin” ( Yusuf: 53) yönlendirmelerine, hayvânî arzularımıza uymayıp, onları aklın ve ruhun kontrolüne sokma, disipline etme sorunudur. Ahlâk sorunu esasta budur. Tasavvuf eğitiminin de amacı budur. Tasavvuf esasta bir üstadın kontrolünde ve bir ekibin içinde yaşatarak, sizin kötü huylardan arınıp güzel ahlâk edinme işini daha sistemli ve disiplinli yapmanızı sağlıyor. Peki derviş olmadan bu mümkün değil mi? Mümkün tabiî ki. Nasıl? Önce bir kere insanlar en yakınlarından başlamak üzere birbirlerini ahlâkî yönden kontrol edecek. Karı koca birbirini kontrol edecek, usulüne uygun şekilde birbirini düzeltecekler. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de “İyilik ve takvâda yardımlaşınız.“ (Mâide: 2) buyurmaktadır. Dolayısıyla Müslümanlık, liberalizmin insanlara empoze ettiği “Bir kişi başkalarına zarar vermedikçe her istediğini yapmakta özgürdür” anlayışına taban tabana zıttır. Kaldı ki insanların davranışları başkalarına her zaman doğrudan zarar vermese bile dolaylı olarak veya uzun vadede zarar verebilir. Dolayısıyla bir kişinin yaptığı bir kötülük mutlaka doğrudan veya dolaylı olarak, kısa veya uzun vadede mutlaka birilerine, bir şeylere, bir şekilde zarar veriyordur. Peygamber Efendimiz s.a.v. bir hadis-i şeriflerinde “Emr bi’l-ma’rûf ve nehy ani’l-münker” sorumluluğunu terk eden nemelazımcıların aslında kendilerine zarar vermiyor zannettikleri şeylerin gerçekte zarar verdiğini, denizden su almak için bindikleri geminin alt katında delik açanlara ses çıkarmayan yolcuların hep birlikte batacağını belirterek hârika bir teşbih ve temsille anlatmaktadır. İyilik ve takvâda yardımlaşmanın olması gereken en öncelikli ve önemli toplumsal birim ailedir. Bu yardımlaşmanın en çok eşler ve diğer aile üyeleri arasında olması gerekir. Zaten ahlâki yönden mükemmel olmayan bir karıkocanın bırakın ahlâklı bir çocuk yetiştirmesini, evlilik kurumunu sürdürmesi bile mümkün değildir.
Esasında insanlığın en temel problemi ahlâk problemidir. İnsanla hayvanı ayıran temel mesele ahlâktır zaten. Hayvan arzularına ve doğasına göre yaşar, insan ise arzularını ve doğasını kontrol eder. Arzularını ve doğasını kontrol etmesinin adı ahlâktır zaten. Peki, arzularımızı ne ile kontrol edeceğiz? Aklımızla, irademizle. Bu ne demektir? Ahlâk alışkanlık demek değildir. Ahlâk her saniye her dakika tercihte bulunmak demektir. Biz her lahza her an ahlâkî bir tercihte bulunma sınavı ile karşı karşıyayız. İnsan hayatının en temel, en büyük, en dehşetli sınavı işte budur. Ahlâk birtakım davranışları otomatik olarak yapmak değildir. Ahlâk, yerine, zamanına, zeminine, duruma göre davranmaktır. Hatta bazı ahlâkçılara göre otomatik olarak yapılan davranışlar ahlâksızlıktır. Çünkü otomatik olarak yapılan davranışlar bilinçsizdir. Otomatik davranışlarda, yerine ve zamanına göre davranma söz konusu olmadığından yanlışa düşme ihtimali her zaman söz konusudur. Mesela herhangi bir davranış 5 dakika önce herhangi bir ortamda ahlâklı olurken, 5 dakika sonra başka bir ortamda ahlâksız olabilir. Ama bu durum ahlâkın esnek göreceli bir şey olduğu manasına gelmez. Ahlâkın bir tercih olduğu, bir seçim olduğu manasına gelir. Güzel de olsa alışılmış bir şeyi robot gibi tekrar etmek bu seçim özgürlüğünü ve bilincini değersizleştirir. İnsanı insan yapan, eşref-i mahlûk yani yaratıkların en şereflisi yapan en temel özellik irade özgürlüğüdür.
Şimdi bu söylediklerimizden nereye geleceğiz? Öncelikle biz her dakika, her saniye, her lahza, bir ahlâk sınavı verdiğimizin farkında olacağız. Bakınız ahlâk sadece başka insanlarla ilişkiye de indirgenemez. Ahlâk her şeyden önce Yüce Allah'la ilişkiden başlar. Biz her dakika, her saniye Allah'la ilişki içerisindeyiz öyle değil mi? Bunun farkında olacağız. Diyelim ki sabahtan akşama evde tek başımıza oturduk hiç kimseyle görüşmedik. Bizim ahlâk sorunumuz yok mu şimdi? Ahlâk sadece başka insanlarla ilişki durumunda başlar derseniz, evlenmez, inzivaya çekilir yani toplumdan uzaklaşarak hiç kimseyle görüşmezseniz, bu ahlâk diye bir sorununuz kalmamıştır anlamına gelir. Bekâr ve münzevî bir Müslüman’ı düşünün. Bu adamın başka insanlara ve topluma karşı bir sorumluluğu var mı yok mu? Var. Peki, bu sorumlulukları inzivasından dolayı ihmal ediyorsa bu adam vebal altında değil mi? Vebal altında tabiî ki. Sorumluluklarını ihmal eden bir adam ahlâksız mıdır? Evet ahlâksızdır. Demek ki, ahlâk sadece insanlarla birebir ilişkiniz olduğunda söz konusu olan bir şey değil. Ahlâk, aktüel ve potansiyel bütün eylemlerimiz için söz konusudur. Yani bizim yapmamız gerekenleri yapmayışımız, yahut yapmamamız gerekenleri yapmamız ahlâksızlıktır. Dolayısıyla sadece yaptıklarımızdan değil; yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızdan, sorumluluklarımızdan kaçmamızdan, ihmallerimizden, tembelliklerimizden, nemelazımcılıklarımızdan, duyarsızlıklarımızdan, bencilliklerimizden, empatisizliklerimizden de sorumluyuz ve vebal altındayız. Kısaca her an ahlâk sınavıyla yüz yüzeyiz. Tekrar edeyim yapmamız gerekenleri yapmadığımızda ve yapmamamız gereken şeyleri yaptığımızda biz ahlâksız oluruz. Basit bir iki örnek vereyim; münzevi bir adamın sıla-i rahim gibi bir sorunu var mıdır? Vardır. Münzevi bir adamın yeryüzünde adaleti ayakta tutmak gibi bir görevi var mıdır? Vardır. Bu iki konuda da Müslümanlar Kur’an’ın emriyle ve Hz. Peygamber’in Sünnetiyle yükümlülük altına alınmışlardır. Peki, insanlar inzivâya çekilemezler mi? Olabilir, insanlar kendisini yetiştirmek için hayatın bir döneminde inzivaya çekilebilir veya zaman zaman yıl içinde, gün içinde, kendi içlerine dönmek için inzivaya çekilebilirler. Hatta mesela hayatı boyunca 3 sene 5 sene inzivaya çekilir senede bir ay çekilir, her gün iki saat çekilir. Ama bu çekilmeler ne için olacak? Kişinin kendini, hayatını muhasebe etmek için veya kendisini ilerde yapacağı bir şeye hazırlamak için olursa meşru olabilir. Müslüman’ın sorumlulukları sadece kendisine veya yakın çevresine karşı değildir. Evrensel sorumlulukları da vardır. Dolayısıyla bir Müslüman sorumluluklarını yerine getirmediği zaman, dine aykırı davranması nedeniyle günah işlediği gibi aynı zamanda ahlâksız da davranmış olur. Şimdi burada ahlâkın akılla ve dinle ilişkisi meselesinin detaylarına girmek istemiyorum. Dinle ahlâkı özdeşleştirmeden sadece şunu söyleyebilirim: Ahlâka aykırı şeyler aynı zamanda dine de aykırıdır. Fakat buradan hareketle dinle ahlâkın özdeş olduğu sonucunu çıkarmamak gerekir. Din ahlâktan ibarettir gibi sıkça dile getirilen bir anlayış doğru değildir. Din ahlâkı içerir ama ahlâktan ibaret değildir. Din ahlâktan daha geniş ve daha kapsamlıdır. Dolayısıyla dînî buyruklara ve yasaklara uyularak ahlâklı olunabilir ama sadece ahlâkî normlara uyularak dindar olunamaz. Müslüman’ın ahlâk sınavında aklın rolü konusu da derin tartışmaları gerektiren bir konu olmakla birlikte meselenin sadece gündelik hayatımızı ilgilendiren bir yönüne temas etmek istiyorum. Biz, dini hükmünü bilmediğimiz ve öğrenme imkânımız olmayan âcil durumlarda ne yapacağız? Aklımıza göre, rasyonel ahlâkî gerekçelere göre davranacağız. Sonra da en kısa zamanda dînî hükmünü öğreneceğiz. Bu mesele namaz kılacağı esnada kıbleyi soracak kimse bulayan bir kişinin kendi imkânlarıyla kıble araştırması yaparak namaz kılması durumunun benzeridir. Böyle bir kişi kendi imkânlarıyla elinden geleni yaparak araştırma yaptıktan sonra o yöne doğru namazını kıldıktan sonra kıble konusunda yanıldığı ortaya çıksa namazını kaza etmez. Ama araştırmadan namaz kılmışsa ve daha sonra yanlış yöne durduğu ortaya çıkarsa namazını kaza eder. Fıkıh kitapları bu kıble araştırmasına ictihat adını verirler. Tabir caizse biz her an ahlâkî ve manevî yönümüz ve yolculuğumuzun kıblesi konusunda ictihat etmek durumundayız. Dolayısıyla insanoğlu her dakika, her saniye bulunduğu durumun muhasebesini yapmak ve ona göre en uygun davranışta bulunmak durumundadır. Dolayısıyla biz kendimizi buna hazırlamak, böyle yetiştirmek zorundayız. Biz her an, sürekli ahlâkî tercih yapmak, karar vermek durumundayız. Bunun farkında olmak zorundayız. İşte bütün bu nedenlerle alışkanlıklarla değil, sürekli bilinçli davranışlarla hayatımızı sürdürmeliyiz.
Buradan şuraya geçmek istiyorum; biz çocuklarımıza robotik davranışlar kazandırarak onları ahlâklı yapamayız. Biz çocuklarımıza her yaşadıkları durumun hesabını yapıp, karar vermesini ve tercihler yapmasını ve bu tercihleri doğru yapmasını öğretmeliyiz. Ahlâkın, ahlâk eğitiminin bence en temel unsuru budur. Öbür türlü, alışkanlık kazandırmak kolay iştir. Basit bir iştir. Affedersiniz onun hayvan eğitiminden farkı yoktur. İnsanlara otomatik, robotik davranışlar kazandırmanın sirkte kullanacağınız hayvanı yetiştirmekten farkı yoktur. İnsanlara yaptığı davranışları muhasebe ederek davranma alışkanlığı vermemiz lazım. Mesela küçük, 1 veya 2 yaşındaki, bir çocuğa bunu nasıl vereceğiz? Veririz. İşte argümanlarla, ikna yöntemiyle, konuşarak, tartışarak. 2 yaşındaki çocukla nasıl tartışırsınız? Tartışırsınız deneyin bakın. Yani normal akademisyenlerin tartışması gibi tartışmazsınız. Ona soru sorarsınız, düşünmesini sağlarsınız, kendisinin bir konuda karar vermesini sağlarsınız. Çoğunuz biliyorsunuzdur, Sokratik yöntem diye bir yöntem var. Meşhur Yunan filozofu Sokrates’in yöntemi. Sokrates ne yapıyor? Muhataplarına bir şeyi empoze etmiyor. Söylemek istediğini doğrudan kendisi söylemiyor. Soru cevap tarzı diyaloglarla karşısındaki kişilere sorular sorarak onları istediği noktaya getiriyor. Yani kendi söylemek istediği şeyi karşısındaki kişiye kendi kendine söylettiriyor. Bu yöntem çok kolay bir yöntem değil ama bunun için Sokrates olmaya da gerek yok. Biz karınca kararınca bu yöntemi kullanabilir ve geliştirebiliriz. İnsanlar akıllı varlıklardır. Karşılıklı konuşarak, beraberce fikir yürüterek çok olumlu sonuçlara varabiliriz. Ama önce bunun değerli ve önemli bir şey olduğuna inanmamız, sonra buna kendimizi alıştırmamız lazım. Bu kolay bir yöntem değildir. Söyleyeceklerimizi ve karşımızdan beklediklerimizi doğrudan söylemek, buyruklar vermek daha kolaydır. Bu diyalog yoluyla ikna yöntemini anne babalar çocuklarından önce kendi aralarında kullanmaları ve geliştirmeleri lazım. Kendi aralarında konuşamayan tartışamayan müzakere yapamayan, belli doğruları karşılıklı müşavere yöntemiyle bulamayan anne babalar, çocuklarına, dinlemeyi, fikir alışverişini, müzakereyi, müşavereyi, diyalogu öğretebilirler mi? Bu konuda da örnek olmak çok önemlidir. Çocuk ne görürse, hangi ortamda büyürse onu yapacaktır. Dolayısıyla ailedeki eğitimin en temeli anne babaların her konuda hem kendi aralarında hem de çocuklarıyla karşılıklı konuşarak, müzakere ederek karar vermeleridir. Benden önceki konuşmacı arkadaşımız sınıfa gittiğinde öğrencilere sınıfta uygulanacak kuralları öğrencilerin kendilerinin belirlemesini sağlıyorum dedi. Gayet güzel ve hârika bir yöntem. Aynı şey aile içinde de yapılmalı. Hemen evlendiklerinin ertesi günü yapmaları şart değil. Zamanla meseleler ortaya çıktıkça karşılıklı müzakerelerle kararlar alınabilir. Burada en kritik nokta şudur: Taraflar bu konuşmalar esnasında menfaatperest davranmayacaklar, âdil olacaklar, birbirlerinden alan kazanmak, karşıdakini değiştirmek, istediği şekle sokmak, sorumlulukları birbirlerine yıkmak, otorite ve tahakküm kazanmak için yapmayacaklar. Adaletle yapacaklar. Adaleti emreden onlarca âyet var. Bu âyetler sadece idarecilere veya mahkemelerdeki hâkimlere mi hitap ediyor? Tabiî ki hayır. Hepimize hitap ediyor. Adalet ne demek? Bizim İslam ulemasına göre adaletin tanımı şudur: “Herkesi ve her şeyi hak ettiği ve layık olduğu yere koymaktır.” Lütfen bu tarife dikkat edin. Her şey derken: somut-soyut, maddi- manevi, ilişkiler-sorumluluklar bu her şeyin içine giriyor. Buradaki “şey” eşya manasında değil. İnsan hayatındaki maddi manevi her şey layık olduğu hak ettiği yere konulacak. Şimdi mesela aile kurumu iki kişinin yürüttüğü bir faaliyetse burada taraflar kendi ilişkilerinde öncelikle âdil olacaklar. Eğer taraflardan bir tanesi en ufak bir şekilde keseri kendine yontarsa adalet bitmiştir. Bu kendine yontuş nereden kaynaklanırsa kaynaklansın fark etmez. Mesela bir erkeğin kültür ve geleneğe sığınarak veya ondan meşruiyet devşirmeye çalışarak eşine karşı gayr-ı âdil davranması ahlâksızlık ve günah olduğu gibi, bir kadının da bazı ideolojik akımlara kapılarak İslâmî hükümleri kendine yontması ahlâksızlıktır ve günahtır. Yine bir kadının aile içerisinde veya toplum hayatında gerekenden fazla sorumluluk veya kendine düşmeyen işleri yüklenmesi de kendi nefsine karşı adaletsizliktir ve zulümdür. Ama nefsine karşı zulmetmenin başka bir anlamı da kendisini kandırmaktır. Yani savunma mekanizmaları üreterek yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışmaktır. İnsan için en tehlikeli şey kendini kandırmasıdır. Hani “Yoğurdum kara diyen olmaz” diye bir atasözü vardır. İnsanlar yaptıkları bir sürü olumsuz şeyleri tevil ederek, yorumlayarak güya olumluymuş gibi kendilerini kandırırlar. Kuran-ı Kerim’de bu konuda çok önemli bir âyeti var: “Nefislerinizi temize çıkarmayın” (Necm: 32) Bu âyet ne anlama geliyor? Kabahatlerinizin, suçlarınızın üstünü örtmeyin, hatalarınızı meşrulaştırmayın veya hatalarınızı başkalarına yüklemeyin. Nefislerinizi eleştirin, kendinizi eleştirin, otokritik yapın, yaptığınız her davranışı âdil bir şekilde eleştirin demektir. Ahlâk konusunda en tehlikeli davranış insanın kendi yaptığı şeyleri meşrulaştırma çabasıdır. İnsanda böyle bir duygu var, herkes her yaptığı işi meşrulaştırıp güya güzel yaptığına kendisini inandırmaya uğraşır. Allah Tealâ insanın kalbine böyle bir duygu vermiş. Allah en iyisini bilir ama naçizâne kanaatime göre, insanın komplekse kapılıp, benden adam olmaz duygusuyla ye’se yani ümitsizliğe kapılmaması için Allah insana böyle bir duygu vermiştir. Yani insana değerli, önemli bir kişi olduğu hissi vermiştir. Bu hissin kibir için kendisinin kusurlarını örtmek için kusurları başkalarına atmak için kullanılmaması lazım. Bu hissin şöyle kullanılması lazım: Ey rabbim, sen beni mahlûkatın en şereflisi olarak, önemli bir varlık olarak yarattın. Kur’an’da “Biz âdemoğlunu değerli kıldık” (İsrâ:70) buyuruyorsun. Bunun sonucu olarak bana kendimi önemli hissetme duygusu verdin. Böyle önem verdiğin bir kişi olarak buna layık olmam lazım. Düşük işlerle, yanlış davranışlarla bana verilen bu değeri ihlal etmemem lazım. Ben Allah’ın değer verdiği önemli bir yaratığım. Hayatım önemlidir. Bu öneme layık bir hayat sürmeliyim. Küçük işlerle, yanlış işlerle, basit işlerle kendi hayatımı heba etmemem lazım” diye düşünmeliyiz. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk’ın bize verdiği bu kendimize önem duygusunu kibre, hatalarımızın üstünü örtmeye değil hayırlı işlere yöneltmemiz lazım. Ahlâk eğitiminde de bu duygu esas olmalıdır. Sadece ceza ve ödülü öne çıkaran normatif yani kural koyucu ahlâk anlayışı yerine, insanın değerini esas alan bir ahlâk anlayışı esas olmalıdır. Hatta sadece ödülü öne çıkarmak da yanlıştır. Bu da tüccar ruhlu tipler üretir. Ödül ve ceza hiç olmayacak mı? Olacak, ama asıl olmayacak. Allah Kur’an-ı Kerim’de sürekli bize düşünmemizi emrediyor. Bunları yaparken Yüce Allah, bir taraftan bizi düşündürüyor, bir taraftan da yaptığımız işlerin sonuçlarını bize hatırlatıyor. Bu ne demektir? Yaptığınız işleri düşünerek yapın demektir. Şimdi Kur’an-ı Kerim’deki düşünme emrini bazı kişiler sadece kâinat üzerinde düşünmek olarak anlıyor. Peki, kendi üzerimizde yaptıklarımız üzerinde davranışlarımız üzerinde düşünmeyecek miyiz? Hep dışarıyla mı ilgileneceğiz, kendi içimize dönüp, içimize bakıp, içimiz üzerinde düşünmeyecek miyiz? Kur’an-ı Kerim’de yine bir âyet-i kerîme var: “Biz insanlara hem dış dünyada hem kendi içlerinde âyetlerimizi gösteriyoruz.” (Fussilet: 53) İçimizdeki âyetler nedir? İçimiz ne demektir? Bedenimiz, ruhumuz, iç dünyamız, hayatımız, davranışlarımız, ahlâkımız demektir. Bunlar üzerinde düşünmek dendiğinde ahlâk üzerinde düşünmek de bunun içine girer. Dolayısıyla bizim ahlâk eğitimimiz düşünmeye, aklı kullanmaya, müzakereye, diyaloga, iknaya dayanmalı. En temelde kendi ahlâkımız bile kendimizi iknaya dayanmalı. Mesela diyelim ki biz egoist bir kişiyiz. Egoist bir kişi ne yapar? Herhangi bir hata yaptığında ona bahaneler üretir. O hataya başkası sebep olmuştur; hata ortamındır, kurumlarındır, idarecinindir, karısınındır, kocasınındır, annesinindir, babasınındır. Hata hep başkasındadır. Egoist kişi hatayı kendinde kabul etmez başka yerlere yüklemeye çalışır. Bunun farkında olup olmaması sonucu pek değiştirmez. Peki, şimdi bu kişinin ne yapması lazım? Kardeşim egoizm kötü diye 24 saat söylesek faydası var mı? Yok. Bu adamın kendi kendine oturup düşünmesi lazım. Egoistlik önce kendim için, sonra başkaları için iyi midir kötü müdür? Soruya buradan başlaması lazım. Başkası için kötü olduğunu zaten biliyoruz ama egoizmin kendimiz için kötü olduğunu biliyor muyuz? Her şeyi kendine yontan menfaatçi, bencil, ben merkezli bir adamı düşünün, bu adam için egoizm akıllıca bir şeydir. Yani kendisince kurnazlık yapıyor. Güya kendisince egoistlik yaparak hep menfaatlerini öne çıkarıp, kendi menfaatlerinin yerine getirilmesini sağlıyor ilk bakışta. Birçok egoist kişi bunu çaktırmadan yapıyor ve ustaca kurnazlık olarak algılıyor olabilir. Ve sevinir “Bak işte burada yine kazandım” der. Bu kişiyi egoizmin kötü olduğuna nasıl inandıracağız? Bu kişinin bir şekilde ikna edilmesi lazım. Bunu ya kendisi yapacak ya da başka birisi. İşte benim ahlâk eğitiminin iknaya dayanması gerekir dediğim şey budur. Bu adamı düzeltmek için dışlamak, ilişkiyi kesmek bir dereceye kadar işe yarasa da bir noktadan sonra işe yaramaz. Bu adam egoizmin kötü bir şey olduğuna ikna edilmedikçe egoist olmaktan kurtulma çabası göstermeyecektir.
Ahlâkî meseleleri ikna ederek anlatan en mükemmel eser İmam Gazâlî’nin İhyâ-u ulûmi’d-din isimli kitabıdır. İmam Gazâlî bu eserinde ahlâkî konuları ele alırken sadece âyet, hadis ve büyüklerin sözlerini aktarmakla kalmıyor, her kötülük ve her iyiliği aklî argümanlarla gerekçelendiriyor, rasyonel olarak insanları ikna etmeye çalışıyor. Örneğin kibir konusunu ele alırken kibrin kötülüğünü ifade eden âyet, hadis ve büyüklerin sözlerini aktardıktan sonra insanın kibrinin gerekçelerini yerle bir ediyor. Kişinin kibrinin kendisine zararlarından başlıyor, sonra başkalarına zararlarına geçiyor. Hakikaten de kibrin en büyük zararı sahibinedir. Kibirli kişi Hakkı, doğruyu kabul etmez, kendisini eleştiremez, yanlışını göremez. Sonuçta, Allah korusun, sapık yolda, burnunun doğrusuna gider. Bakınız kibrin zararı en çok kimeymiş?
Dolayısıyla biz çocuklarımıza da, ailemize de eğitimi böyle vermek zorundayız. Yani, en küçük yaştan itibaren, onların anlayacağı dilden, onların seviyelerine uygun olarak, her davranışlarında onları ikna etmeye uğraşmalıyız. Bu uzun zaman alır, bu yorucudur, bu zordur. Ama çocuk yetiştirmek zaten böyle bir şeydir, çocuk yetiştirmek dünyanın en zor meselesidir. Çocuk yetiştirmek meselesi sadece ailelerin sorunu da değildir, bütün milletin, hatta bütün dünyanın sorunudur.
Başlığımızdaki her çocuk projedir ifademin en kritik çağrışımını ifade ederek konuşmamı bitirmek istiyorum: Her çocuk ebedî ve sonsuz bir projedir. Çünkü insanoğlu ebedî hayata namzettir. Bu demektir ki biz çocuklarımızı sadece doğumlarıyla ölümleri arasındaki dünya hayatını göz önüne alarak değil, sonsuz âhiret hayatını da göz önünde bulundurarak eğitmeliyiz. Oysa çoğumuz sadece çocuklarını sadece bu dünyadan başka hayat yokmuş gibi yönlendiriyor ve yetiştiriyor, onların dünyalığı peşinde ömür tüketiyor. İyi bir okula gitmesini, iyi bir gelir getirecek eğitim almasını her şeyin önüne geçiriyor. Çocuklarımızın maneviyatını planlıyor muyuz? Çocuklarımızın maneviyatına önem verip, onu planlamak ne demek? Çocuklarımızın Ahsen-i takvîm üzere hayat yolculuğunu sürdüren, kâmil, ahlâklı, insan gibi insan olmaları için uğraşmak, mücadele etmek, yorulmak demektir. Ve çocuklarımız öyle bir bilince ulaşmalı ki, her yaptığı işlemde düşünerek, taşınarak tercihlerde bulunmalı, adaletle davranma alışkanlığı kazanmalı. Biz çocuklarımızı seçmeye ve doğru tercihlerde bulunmaya yönlendirmeli ve alıştırmalıyız. Onların adına kendimiz seçimler yapmak yerine, iyiyi, güzeli ve doğruyu seçmeyi, yaptığı tercihlerin de bedelini ödemeyi öğretmeliyiz. Hayat, tercihlerden, kararlardan ve verilen kararın sonucuna katlanıp, bedelini ödemekten ibarettir. Çocuklarımız adına kararları siz vermekten sakındığınız gibi, başkalarının vermesine de izin vermeyin! En küçük yaştan itibaren çocuklarımızı seçmeye ve karar vermeye yönlendirelim, kendileri seçsinler, yanlış yapsınlar, yanlış yaptıklarında onları uyaralım, doğru yaptıklarında cesaretlendirip teşvik edelim. Onlara otomatik, robotik davranışlar kazandırmayı değil, her yaptıkları tercihi gerektiğinde ehliyle istişareler yaparak, aklın, dinin, vicdanın, iyinin, doğrunun, güzelin, doğrultusunda yapmaları konusunda kendilerini geliştirmelerine izin verelim. Onlara güvenelim. Seçim yapmaları konusunda cesaretlendirelim, kontrollü de olsa inisiyatif verelim. Vesayet anlayışımızı frenleyelim. Bunu ertelemeden hemen bir yerlerden başlayalım. Her şeyin bir başlangıcı vardır. Bu başlangıcı olur olmaz gerekçelerle ertelemeyelim. Tabiî ki bunun yolu, öncelikle kendi tercihlerinizi kendinizin yapmasından geçer. Ancak bu sayede iyi örnek olur ve bunu başkalarına öğretebilirsiniz.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Soru: Egosu olan insan kendini nasıl sorgulamalı?
Kendini sorgulamıyorsa, yanındakiler, çevresindekiler sorgulamalı. En yakını, eşi, annesi babası, arkadaşları, kardeşleri sorgulayacak. Bakın arkadaşlar, biz günümüzde bireysel bir hayata alıştık, insanlar artık şöyle düşünüyor, Müslümanlar da dâhil: “Yahu, her koyun kendi bacağından asılır, bana ne, bana zararı dokunmuyorsa ne yaparsa yapsın.” Biz başka insanların bize zararı dokunduğu anda rahatsız oluyoruz, zararı dokunmadıysa ne yaparsa yapsın, duygusu hâkim oluyor gittikçe. Yani kişiler başkalarına zarar vermediği sürece bütün davranışlarında özgürdür. Ve bir kişi başkasına zarar vermediğinde her yaptığı davranış meşrudur. Bir kişi başkasına zarar vermediğinde bütün davranışları ahlâkîdir. Bu liberalizmin felsefesidir. Şimdi farkında olmadan biz bu anlayışı gittikçe daha fazla içselleştiriyoruz.
Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan ne demek? Bize zarar verildiğinde hakkımızı koruyacağız. Ama bu yetmez arkadaşlar. Yanımızda başka birine zarar verildiğinde de o kişinin hakkını koruyacağız. Adaleti ayakta tutmak ne demek? Dünyayı fethedip başına oturmak mı demek? Adaleti ayakta tutmak demek çevremizdeki gayr-ı âdil durumlara müdahale etmek, onlarla mücadele etmek demektir. Müdahalenin yöntemini biliyorsunuz; eliyle, diliyle; onları yapamazsa kalbiyle buğz etmek, reaksiyon göstermek. Şu halde biz çevremizdeki olumsuzluklarla önce elle değil, dille, sözle eleştiriyle müdahale edeceğiz. Mesela egoist bir kişinin egoist olduğunu elimizden gelen bütün iyi yöntemlerle, bütün ikna edici yöntemlerle, bütün maharetimizi kullanarak ona kabul ettireceğiz. Ağzıyla söylemesi şart değil. İçinden kabul etsin yeter. İçinden kabul etmesinin ölçüsü nedir? Ufak ufak davranışlarında değişiklik oluyorsa, o kişi hatasını kabul etmeye başlamış demektir. İnsanların davranışlarını birdenbire değiştirmeleri zordur. Bu belirli bir zaman ve süreç ister. Ayrıca insanların hatalarını açık açık itiraf etmelerini beklememeliyiz. Hatayı itiraf etmek çok büyük bir meziyettir ama herkes hatasını itiraf edemez. Bu çok zor bir iştir. Hatasını itiraf etmek, çok mükemmel insanların harcıdır. Hatayı itiraf etmek hataların yaygınlaşmasını önler. Hatayı itiraf etmek insanların size güvenmelerini sağlar. Hatayı itiraf etmek insanların sizin üzerinizde ümitvar olmasını sağlar. Hatasını inkâr eden kişilerden insanlar ümidini keser, ne hali varsa görsün duygusuna kapılır. Fakat kişinin hatasını açıktan, diliyle itiraf etmesi şart değildir, içinden itiraf etmesi ve bunu davranışlarına yansıtması yeter.
Şu halde biz, sadece kendimizi eleştirmekle yetinmek durumunda değiliz. Çevremizdeki kişileri de eleştirme görevimiz var. Bu da, en yakınlarımızdan başlayarak uzağa doğru sırasıyla gider. Bizim toplumumuzda olumlu, dikkatli ve iyice hesabı kitabı yapılarak yöneltilen eleştiri çok ihmal edilen bir şeydir. Ama eleştiri bizim toplumumuzda niye yapılmıyor? Biz eleştiriyi yanlış yaptığımız zaman olumsuz sonuçlarını görüp eleştiriden kaçıyoruz. Eleştiriyi yapmayı bilmiyoruz. Sözü uzatmadan basit bir şey söyleyeyim. Eleştiri kesinlikle iki kişi arasında olacak, üçüncü kişilerin haberi olmayacak. Asla insanların arasında eleştiri yapmayacağız. Eleştireceğiniz kişiyi yalnız bulacaksınız, durumu uygun mu bakacaksınız; öfkeli mi değil mi, müsait zamanını kollayacaksınız, Kur’an-ı Kerim’in tabiriyle “Hikmetle, güzel öğütle ve güzel yöntemlerle“ (Nahl:125) usturuplu şekilde, tatlı dille eleştireceksiniz. Hatta öyle eleştireceksiniz ki, adam o an eleştirdiğinizin farkında bile olmayacak. Tabir caizse jeton zaman içinde düşecek. Yahu falan kişi beni çok usturuplu bir şekilde eleştirmiş de fark etmemişim diyecek. O kadar dikkatli eleştireceğiz. Hepinizi tekrar saygı ve sevgiyle selamlarım.
Prof. Dr. Salahattin Polat