GEL – GİTLER YAŞAMAK…

Gazetemiz yazarı Mustafa Doğu, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan 15 Temmuz'a darbe süreçlerini kaleme aldı.

Cumhuriyet tarihinde yaşanmış ağır darbeler vardır. İkinci Meclis’in birinci Meclis’e karşı gelmesiyle başlatılan süreç 15 Temmuz akşamı kısmi kalkışmanın yaşandığı darbe girişimi ile dönem dönem kendini göstermiştir. Şüphesiz ki bu topluma yapılan en büyük darbe ise,  bin yıllık tarihi hafızası ile bağların koparılmasıyla gerçekleşendir. Gerçekleşen darbelerin bir kısmı tam başarılı olup iktidarı ele geçirirken, bir kısmı başarısızlıkla sonuçlanmış ve girişimde bulunanlar hayatlarını darağaçlarında sonlandırmışlardır. Bazen bu darbeler silahlı kuvvetlerin fiili müdahaleleri ile gerçekleşirken, bazen de post modern diye isimlendirilen silahlı kuvvetlerin silahsız kuvvetlere yol göstericiliği ve dayatmaları ile gerçekleşmiştir. Bu ülkede gerçekleşe(meye)n her darbe mevcut iktidarı alaşağı etmek ve ülkenin gerçek sahipleri olduklarını iddia eden zevatın! İktidara el koyma gerekçeleri ile yapılmıştır.

1960, çok partili sisteme geçişin sonuçlarını hazmedemeyen güçlerin ve ülkenin kurucu iradesi olduklarını iddia edenlerin ortaklaşa gerçekleştirdikleri bir darbe olmuş ve yazıp/oynama işini kendileri yaparak iktidar erki ve iktidara destek verenler ağır bir şekilde cezalandırılmışlardır. 1980 darbesi ise, üretilen senaryoların uzun süre planlayıcıları tarafından uygulama sahnesine konup seyrini yaparken tüm zemin ve argümanlar hazır olduğunda yönetime el koyma hareketi sağlanmıştır. Sağcısı/solcusu/İslamcısı tüm kesimlerin ciddi bedeller ödediği bu darbe ülkeye ve insanlarına ağır faturalar ödettirmiştir. 28 Şubat diye meşhur olmuş 1997 de gerçekleşen darbe literatüre yeni bir kavramın kazanılmasını da beraberinde getirmiştir. Post modern diye isimlendirilen bu darbe “demokrasiye balans ayarı” yaptıklarını iddia eden silahlı/silahsız güçlerin ortak yapımı olarak tamamen İslamcı iktidara ve kadrolarına karşı gerçekleştirilmiş adi bir operasyondur. Sonuçta her darbe büyük acıların, dramların, travmaların, sosyal/ekonomik/psikolojik çöküntülerinde nedeni olmuştur.

Demokratik rejimlerde iktidarlar parti içi ittifakların veya parti dışında gerçekleşen koalisyonların oluşumu ile gerçekleşir. Demokratik, laik, liberal/kapitalist yönetim şeklini benimsemiş ve halkı Müslüman olan ülkelerde İslamcılar, iktidara geldiklerinde muktedir olma konusunda zorlana gelmiş ve uygulamalar konusunda problemler ile karşılaşmalarını beraberinde getirmiş kadrolardır. 1950 de iktidara gelen Demokrat parti kısmi, 1996 da iktidara gelen Refah partisi ise daha belirgin bir şekilde rejimin ve statükonun sahipleri tarafından sürekli zorlanmış ve engellenmişlerdir. Aslında bu kadrolar, rejimin kendisi için hiçbir tehdit oluşturmamasına, tam tersi söylem ve eylemleri ile rejimin -en başta kendilerine güvenen ve oy verenler dâhil olmak üzere- içselleştirilmeye çalışıldığını görmemezlikten gelmektedirler veya buna rağmen inandırıcı bulmamaktadırlar.

Olay, partinin kuruluşu aşamasında yazılan tüzükler ile mevcut yasaların getirdiği zorunlulukların bir sonucu olarak kurucuların kendi dünyalarında ki inandıklarının değil, dayatmaların neticesinde şekillendiğini göz önünde bulundurduğumuzda, bundan sonraki sürecin büyük takiyye oyunlarına da sahne olacağının da işaretlerini vermektedir. Kurucular ve teşkilatlar başlangıçta yaşadıkları bu çelişkiden dolayı iç dünyalarında büyük fırtınalar yaşamakta iken, ilerleyen süreçte yaşanan bu ikilem baskın ağırlığa göre şekillenmesi neticesinde tek boyuta indirgeyeceklerdir. Yani inandığınız gibi yaşamayı, kurgulamayı, dünya görüşünü, hayallerinizi bırakıp – yaşadığınız gibi inanmaya ve bunun gereklerini yerine getirmeye başlıyorsunuz. Tabi geçmişin izlerini tümden silemeyeceğiniz için o tür argümanları ve yaşamsal şekillerinin bir kısmını ihtiyaç duyuldukça kullanılan sos gibi kullanacaksınızdır. Bu evirilme doğal olarak tüm toplum kesimine de öyle yâda böyle yansıyacaktır.

Batılıların İslam dünyasını ulus devletlere bölerek tayin ettikleri sınırlara hapsedilmesinin bir sonucu olarak, bu gerekçeden hareketle dünün herhangi bir ulusun bayrağını taşıyanları ümmet bilincinin önünde en büyük engel görenleri, bugünün en büyük bayrak taşıyıcılığı ile nasıl millileştiklerini gösterme gayretkeşliğine düştüğü gibi. Veya dünün demokrasinin beşer unsuru bir yönetim şekli olduğundan dolayı inançlarının gereği olarak karşı duruşu sergilerken, bugün tevhidin sembolü camilerin minarelerinden onun korunması çağrılarına nasıl aşk ve şevkle iştirak ettiklerinin tezadının anlamlandırıl(ama)ması gibi. Yönetim şekli/vatan/bayrak mefhumları konjonktüre göre anlamlandırılmaya çalışılan kavramlar olmakta ve gerçekten nasıl olması, nasıl inanılması gerekliliği bilinememektedir. Burada belki de en temel sorun bu problemleri çözme noktasındaki âlim/aydın/entelektüellerimizin batıl(ı) değerlerin, yaşamsal dayatmaları neticesinde zihinsel işgale uğramış olmalarından mütevellid olsa gerek ki bu ve benzer problemlere özgün açılımlar getirememektir. Zira bizim medeniyetimizin, dünyaya adaleti, erdemi, insanca yaşamanın ne demek olduğunu gösterdikleri 13 asırlık hayat bulmuş bir mirası var. Yapılması gereken sadece bu mirasa dönüp bakarak güncellenmiş bir model üretmektir. Varoluş nedeni Allah’ın yeryüzünde ki egemenliğine savaş açmak ve insanlar arasında ki uygulanacak hukukta Tanrı’nın (hatta dinin) devre dışı bırakılması olarak oluşturulmaya çalışılan sistemi cilalamak değildir.

Türkiye bir hukuk devletidir. Yasalarında darbe yapmanın, hatta girişiminde bulunmanın ağır cezaları ve bedelleri vardır. Dolayısıyla darbe girişimini planlamış, gerçekleştirmiş, yardım ve yataklık etmiş herkesin süreç içerisinde aldığı roller ile orantılı cezai müeyyidelere tabi tutulmaları gerekmektedir.  Cezaların ağır olmasındaki temel nedende caydırıcılık olsa gerek. Ama maalesef bugüne kadar en yakın tarihli 28 Şubat post modern darbe girişiminde bulunan askeri, sivil, bürokrat, akademisyen, politika ve iş dünyasının önde gelen şahsiyetleri başta olmak üzere hiç kimseye bir şey olmamış ve adeta yaptıkları yanlarına kar kalacak şekilde yaptıklarının keyfini sürmeye devam etmiş ve etmektedirler. Direkt - endirekt çok büyük acıları, dramları, travmaları yaşayanların ise sadece çok az bir kısmı yıllarca süren hukuk mücadelelerinden kaybettiklerinin sadece cüzi bir kısmını alabilmişlerdir. Bu adaletsizlik bundan sonraki kalkışmaların en önemli cesaret noktasını da oluşturacaktı ki netice de de öyle oldu. Önce 27 Nisan bildirisi ile iktidara “ayağını denk al” çağrısı yapıldı ve nihayet sıcak bir temmuz gecesi de çok vahşi yöntemlerin acımasızca uygulandığı fiili müdahale ile sonuçlanacak girişim gerçekleşti.
15 Temmuz akşamı Türkiye’de ABD/AB/GLADYO/İSRAİL öncülüğünde çok uluslu, çok örgütlü, içlerinde besledikleri kin ve nefretin gözlerini kararttığı, insani tüm özelliklerini yitirmiş, akılları, beyinleri, kalpleri ipoteklenmiş, iradeleri ellerinden alınmış bir güruhun sahneye koydukları bir darbe girişimi yaşandı. Bu girişim halkın çok büyük bir kesiminin fiili direnci ile bertaraf edildi. Yirmi beş güne yakın bir zaman meydanlar bu direncin kararlılığını sergilemek ve yeni kalkışmalara gözdağı vermek için adeta doldu taştı. Devletin tüm kurumları hiçbir istisna gözetilmeksizin bu karşı duruşta saf tuttu ve bütün bu kurumlarda darbe girişimine kalkışan yapıyla öyle yâda böyle irtibatı bulunanlar açığa alınmaya, işten atılmaya, tutuklanmaya, gözaltına alınmaya başlandı. Üç beş günde haklarında muhtelif işlemler yapılan kişiler yüzbinleri aştı. Özellikle devletin kolluk kuvvetleri askeriye ve polis teşkilatında çok hızlı görevden alınmalar ve tutuklamalar yapıldı, yapılmaya devam ediliyor. Bu darbenin baş aktörü ise; Tüm ümmet başta olmak üzere Türkiye’ninde baş belalısı olan ABD, 1997 yılında bu ülkeye uzun yıllar çok canların yanmasını ve kanların akmasını sağlayan diğer bir terör örgütünün lideri Abdullah Öcalan’ı vererek aldığı ve yeni senaryolarının en önemli figürü kılacağı Fethullah Gülen idi. ABD’nin Pennsylvania eyaletinde yirmi yıla yakın bir zamandır yaşayan 160 ülkede okullar açabilmiş, “Ilımlı İslam, dinler arası diyalog” gibi gelecekte şekillenecek projelerin ipuçlarının verildiği bu zat kimdi bu ve neydi amacı? Nasıl bir yapı oluşturmuş ve bu yapıyı oluşturanların bir araya gelme nedenleri nelerdir? Daha onlarca, yüzlerce soru sorulabilir ve bu hareket tüm detaylarına kadar irdelenip incelenebilir. Yapılması da gereken önemli bir konu. Ama bu kısa yazıda bizim yapabileceğimiz bir şey değil. Biz kısaca bir değerlendirme ile yazımızın insicamını bozmamaya gayret edeceğiz.

Milli Görüş hareketinin başlangıcı ile Fethullah Gülen hareketinin başlangıcı aslında aynı yıllara rastlamaktadır. AK parti iktidarına kadar bu iki hareketin liderleri ve kadroları hiçbir zaman aynı safta yer tutmamış ve yan yana gelmemişlerdir. İkisi de milli ve dini söylemleri itibari ile aynı tabana hitap etmesine rağmen neden yan yana değil de karşı karşıya gelmişlerdir? Acaba hangisi gerçekte milli ve dini değildi? Bu soru bile bugünü anlamamız açısından son derece önemli ve cevabı düzgün, adil ve objektif arandığında birçok bilinmeyene kapı aralayacaktır. Zira bugün büyük oranda bu iki kadronun savaşı ülke arenasında sürmekte ve dozajı yükselerek çığırından çıkmaktadır.

Nurculuk hareketi olarak 1970’lerde başlayan oluşum kendisinden 80’den sonra söz ettirmeye ve yazılı/görsel medyada yer alarak kamuoyunda tanınmaya başlamıştır. Kullandığı dil başlangıçta radikal ve muhalif söylemler içerirken 80 darbesinden sonra söylemler değişmiş yerini daha devletçi, daha uzlaşmacı, camiasını diğer İslamcı yapılardan uzak tutan tavır ve hareketlerin baskın olduğu bir yapıya evirilmiştir. 80 darbesinden sonra büyük/küçük,  İslamcı, sağcı, solcu ne kadar yapılanma varsa cunta tarafından acımasız takibe uğratılıp yakalananlar hakkında gözaltı süresi başta olmak üzere tutuklu kaldıkları tüm zaman zarfında ağır işkence ve muamelelere tabi tutulmuşlardır. Fakat ne hikmetse bu hareketin lideri başta olmak üzere, hiçbir müntesibi bu işlemlere tabi tutulmamışlardır. Gülen örgütü ile generaller arasında bir kısım farklılıklar oluşsa da, nihai noktada başta İslamcılar olmak üzere tüm kesimlere karşı ortak bir ittifak kurdular. Birbirlerinin çıkarlarını korudular. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra, afişlerle aranan Gülen dönemin Milli Güvenlik Konseyi’nin koruması altında faşist darbeyi desteklemek için camilerde vaazlar veriyor, görevini en iyi şekilde ifa ediyordu. Bu süreçte bu örgütün dışında ki yasal olarak kurulmuş başta tüm siyasi parti, vakıf, dernek ve sendikalar kapatılıp her türlü mal varlıklarına el koymak suretiyle kamulaştırılıyor, İki kişinin dahi bir araya gelmesi âdeta suç sayılarak korku dolu günler yaşatılıyordu. Peki, yasal hiçbir zemine dayanmayan bu yapı tüm kurumları ile faaliyetlerini nasıl sürdürüyordu. Gelişen zaman dilimlerinde de, normalleşen siyasal ortamında katkısı ile iktidara gelen tüm siyasi yapılar ile iyi ilişkiler kuruluyor ve hareket devlet başta olmak üzere tüm birimlerde kadrolaşıyordu.

Legalleşmeye öncelikle eğitim faaliyetleri ile başlayan yapı, nurculuk hareketi olmaktan da çıkarak kendine özgü değişik isimlendirmeler ile kamuoyunda meşruiyet addetme yoluna gidiyor, hareketin lideri Fethullah Gülen’in konuşmaları ve yazıları ile de yol haritaları belirleniyordu. Başlangıçta büyük şehirlerde üniversite evleri açılıyor ve en iyi üniversiteleri kazanmış, kazanma potansiyeline sahip öğrenciler kazanılması gereken kişiler olarak hedefe yerleştiriliyordu. Bu aynı zamanda daha sonra Tüm Türkiye’yi kapsayacak dershanecilik faaliyetlerinin alt yapısını oluşturacak bir çalışmanın prototipini oluşturuyordu. Zira liselerden zeki, çalışkan, gelecek vadeden öğrenciler bu evlerle devşirilecek ve harekete kazandırılacaktı. Neticede daha sonra ki süreçte toplumun diğer kesimleri ile oluşacak ilişkilerin kurulmasını sağlayacak oluşumların gerçekleşmesi ile hareket değişik zeminlerde ve platformlarda kendisinden söz ettirmeye başlıyordu. Hareket siyasi ve ekonomik büyük bir güç haline gelerek tüm ülke sathında kadrolaşıyor, örgütleniyor ve hedeflerine adım adım yaklaşıyordu. Şimdi bizim için önemli olan, hareketin yıllara yayılmış eylem ve söylemleri ile nasıl bir hedef ortaya koyduğu, nihai noktada neye ulaşmaya çalışıldığı, hareketin liderine atfedilen özellikler nelerdi bunları kısaca irdeleyelim.

Bir vaiz olarak devletin resmi din söyleminin temsilcisi olan diyanet işleri başkanlığında kadro sahibi olmuş bu zat gözyaşları içerisinde verdiği vaaz ve sohbetlerle etrafında ciddi bir cemaat halesi oluşturmaya 70’li yıllarda başlamıştı.  Nurcu bir okuma ile yetişmesinden de mündemiç olsa gerek ki Rasulallah başta olmak üzere geçmiş dinlerin de menkıbelerini ve yaşanmış trajik hadiselerini anlatarak başta kendisi ve cemaati olmak üzere gözyaşları içerisinde geçmeyen hiçbir vaazı yoktur. Bu vaazlar dışında kaleme aldığı eserlerle de müntesiplerinin öğrenci evleri başta olmak üzere tüm sohbet toplantılarında düşünce dünyalarının şekillenmesi sağlanıyordu. Özellikle 1994 yerel seçimlerinden sonra devlet tarafından çok radikal bulunan Refah Partisine karşıt alternatif daha ılımlı söylemleri ile bu şahıs malum çevrelerce parlatılmaya başlanmıştı. Netice itibariyle büyüyen ve gelişen bu yapı kendini siyaset ve partiler üstü sayıyor yurtiçi ve yurtdışında ki okulları ile hareketin varlığını kamu vicdanında meşrulaştırmaya çalışarak iktidar başta olmak üzere tüm siyasi erk üzerinde ağırlığını hissettirmeye çalışıyordu. Başta iş dünyasını etki altına almak ve örgütün büyüme/gelişmesine katkı sağlayacak finansmanı oluşturmak için gereken yapılanmalar sağlanıyordu. Kurdurduğu ticari teşekküller, banka ve SİAD türü yapılanmalar ile iş dünyasında adından söz ettirmeye başlamıştı. Bu tür kurumların açılışlarına o dönemin en popüler siyaset ve devlet adamları davet edilerek hareketin lideri ile aynı kare de pozlar verdittirilerek geleceğe dönük yatırımlar yapılıyordu.

1994 yılında kurdurduğu gazeteciler ve yazarlar vakfı ile 1998 den itibaren startını verdiği Abant Platformu (konsili – bu tabir sevgili kardeşim Mehmed Durmuş’ a ait olup Platformun tamamını içeren bir kitabı da 2012 yılında yayınlandı) ile de özelikle entelektüel dünyaya, genelde ise Türk halkına Demokrat-liberal-Laik-Modern bir Müslümanın nasıl olunması gerektiğini ve gelecekte şekillendirmeyi hedeflediği “din” algısının alt yapılarını oluşturuyordu. İsrailli çocuklara duyduğu merhamet ve şefkati, İslam ümmetinin mazlum, mağdur coğrafyalarında her türlü zulme/haksızlığa/baskı ve tecavüze uğrayan çocuklara göstermekten uzak, Otorite olarak İslam coğrafyasının kalbine hançer gibi saplanmış terör devleti İsrail’i görmek, kendince tayin ettiği batıl hedeflere varmak için Allah’ın helalleri ve haramları üzerinde tahrifatları pervasızca yapmaktan çekinmemek en bilinen özelliklerindendir. Bunlar yıllara şamil tüm söylemlerinde yalanlanması kabil olmayan sözlerdir. 28 Şubat sürecinde eğitim kurumları ve ticari iştirakleri dâhil olmak üzere o dönemin kuvvet komutanlarının emrine sunmaktan ve isterlerse hepsini devredebileceğini söylemekten imtina etmeyen, şu anki iktidarında önemli bir kısmının bakan/belediye başkanı ve diğer kadrolarını oluşturanların o dönemdeki iktidardan alaşağı edilmelerinde öncü kuvvet rolünü üstlenen ve “beceremediyseniz çekilin” diyerek yüksek tirajlı rejim destekçisi gazete ve televizyonlarının en popüler haberlerine imza atan bu zattan başkası değildi. Peygamberin kendisini çirkin eylem ve amellerine alet etmekten zerre kadar imtina ve hayâ etmeyerek düzenlediği olimpiyatlarına “peygamberimizin manevi şahsiyetleri dün buradaydı” diyecek kadar şirazeden çıkan da bu zat idi… Bu olimpiyatların en önemli desteği bugün için iktidarı elinde bulunduran kadrolar tarafından sağlanıyor ve tüm rezaletler kamu vicdanında bunların elleri ile aklanıyordu.

17/25 Aralık tarihleri malum yapı ile iktidarın kavgalarının gün yüzüne çıktığı ve masanın devrildiği tarihtir. Bu tarihten sonra iktidarın bunlara karşı bakış açısı yüzde yüz değişmiş ve hazırlanan iddianamelerle terör örgütü hüviyetine büründürülmüştür. Tabi bu emniyet/adalet düzleminde değerlendirilecek ve tartışılacak bir konu. Bizim üzerinde durmamız gereken nokta ise bu sürece gelinene kadar ortaya konulanları ve bundan sonra sürdürülecekleri konuşmak ve tartışmak olmalıdır. Bu tartışmanın da objektif ve adalet içerisinde yapılma zorunluluğu vardır. Malum yapı “İslamcı hareketler” içerisinde öyle yâda böyle görev almış her kesin ve kesimin hakkında çok şeyler bildiği ve bir çoğununda sanki bugünlerde ortaya çıkmış gibi gözlerin şaşkınlıkla açık kaldığı türden değil. Bana göre bu yapı 35 yıldır çizgisinde en ufak bir zikzak olmayan iktidar hedefine mevcut iktidarlardan devşirdiği başta bakanlık ve kadrolar olmak suretiyle emin adımlarla ilerleyen bir yapı. 35 yıl önce de hain ve bu ümmetin bir parçası olmaktan uzaklardı, bugün içinde aynı pozisyondadırlar. Hedefe varmak için her şeyin kendilerince mubah kılındığı ve bununla ilgili her türlü fetvalar başta Fethullah Gülen olmak üzere sözde din soytarıları tarafından üretilerek vicdanlarının rahatlatılması sağlanmıştır. Bugün için FETÖ avcılığı yapanlar dâhil olmak üzere daha iki yıl öncesine kadar -en masum davranışları- çocuklarının geleceğini onların eğitim kurumlarında aramaktı. Siyasi erk tarafından istedikleri her şey bazı görüşlerine katılınmadığı halde verilerek toplumun tüm bireylerinin buralara en hafif deyimi ile sempati ile bakmalarının iste(me)yerek teşvikinin tek bir izahı olabilir; O da iktidar mücadelesidir. Malum yapının yazılı ve görsel medyası birilerinin kumpas aracı haline getirilirken, hedefe varmak için başta anayasa değişikliği olmak üzere her türlü girişimi pervasızca yaparken en radikal İslamcılar başta olmak üzere bu tezgâhı “en büyük cihat” gibi savunup/teşviklerde bulunurken bunların akılları ve ferasetleri neredeydi diye sormak gerekmez mi? Bugün dahi iktidarda bakanlık ve başkanlık koltuklarını işgal edenler o günlerde genel ve yerel tüm imkânlarını bunlara seferber ederek kadrolaşma dâhil her türlü zeminin kapısını aralamışlarken gerçek anlamda suçlular kimlerdir?

Bu yapı daha uzun süre tartışılacak ve konuşulacak. Bizim bu yapı ekseninde yapmamız gereken ise yeni bir ihanet çetesini oluşturacak aklını/beynini/gönlünü sorgulamaksızın birilerine ipotek altına verecek yapılara karşı uyanık ve duyarlı olmamızdır. İktidar 13-14 yılda bazı bakanlıklarda birer değişim gerçekleştirirken, her şeyin üzerinde en duyarlı olunması gereken ve geleceğin nesillerini şekillendirecek çocuklarımızın ve gençlerimizin eğitimini ilgilendirecek bakanlıkta 5-6 değişim gerçekleştirmiştir. İşin daha acısı bunlarda adeta biri diğerinin muhalifi gibi sonra gelen öncekinin tüm uygulamalarını köklü değişimlere tabi tutmuşlardır. Fethullah Gülen’i müntesipleri nezdinde tartışmasız kılan sakat eğitim ve teslimiyetçi okuma ve yetişme tarzıdır. İddialarına Allah ve Resul ile görüşmeler yaptıklarını da ekleyerek kendilerinin tartışmasızlığını sağlayan bu tip yapılanmalar tarihin her döneminde olmuş ve bundan sonrada olacaktır.

Bugünün modern deyimi ile STK’lar ortaya gerek iktidar, gerekse bu tür sakat yapılanmalar tarafından konulan tüm yanlışlara zamanın bir takım hesabi tutumlarla müdahale etmediğinde doğacak sonuçlarda konuşma hakkı da en az olanlar olmalıdır. Yapılan her yanlışa duyulan sessizlik bu yanlışların büyüyüp gelişen kartopuna dönüşerek bizleri de altına alıp ezeceğini unutmamalıyız. STK’lar aklını, beynini, gönlünü vahyin ışığı altında şekillendirmiş saygılı/disiplinli özgün/özel nesiller yetiştirilmesi uğruna seferber etmelilerdir. Bu uğurda ortaya koyacakları en erdemli tavır ise, atılan tüm yanlış adımlarda hiçbir şeyden korkmadan ve çekinmeden -başta iktidar erki olmak üzere- dur diyebilmektir.
 

Bakmadan Geçme