Endülüs İzlenimleri (2)
Donkişotun aslı Arapça mıydı?
Endülüs yolu güzergahında bu küçük jestin, Don Kişot’un romanında geçen yer olan Porto Lapiaz olduğunu açıkladı. Bu kitabın yazarı Servantes, bir süre İstanbul’da bulunmuş, Galata’da hapis yatmış ve Şu anda Sevilla’da gömülü bulunuyormuş. Porto Lapiaz küçük, şirin ve sakin bir kasaba. Bu yerin sırtında Don Kişot’un değirmenleri de bulunuyor. Don Kişot’un kaldığı hanı ziyaret ediyoruz. Meşhur Kurgu roman kahramanı Don Kişot’un, şovalye olma hayaliyle şato sandığı bu handa yine lord sandığı hancı tarafından tatlı- kaçık hallerine binaen uydurma bir törenle şovalye olarak vasıflandırıldığı yer, Porto Lapias. Bu han turistik amaçlı olarak, naturel haliyle korunmaya çalışılmış. Kapalı ve açık alan avlusunda bir müddet vakit geçirdikten sonra yola devam ediyoruz.
Arjantinli yazar ve çevirmen Alberto Manguel’in Servantes’in üvey babasına dayandırdığı bir iddiası var: Cervantes Müslümanların Endülüs’ün imha tarihinden çok sonra Toledo’nun kalabalık caddelerinden birinde gezerken sahafta dikkatini çeken bir tomar Arapça eseri almaya karar verir. İçinde yazanları oldukça merak eden Cervantes Arapça’ya tercüme ettirmek için Arapça bilen Endülüslü bir müslümanı bulur ve 50 libre üzüm ve iki çuval buğday karşılığında İspanyolcaya çevrilmesini ister. Müslüman tarihçi Cit Hamete Beneneli (Cide Hamete Benengeli / Şit Hamit bin Ali/Seyyid Ahmet bin Ali) tarafından yazılan Mançalı Don Kişot adlı eseri 1604 yılında piyasaya sürer ve çok büyük bir ilgi toplar.
Bu iddia doğru ise Arapça aslından İspanyolcaya çevrilen bu eserle, İslam Medeniyetinin külleri üzerinden dünyanın en meşhur yapıtlarının, Batı tarafından aşırılıp sermaye edilmesine güzel bir delil teşkil ediyor. Endülüs’lü İbni Tufeyl’in yazmış olduğu ‘Hay bin Yekzan’ adlı eseri de Issız Ada betimlemesinden uyarlanarak 500 yıl sonra İngiliz yazar Daniel Defoe tarafından 1719 yılında ‘Robinson Crusoe’ adıyla kitaplaştırılmış ve İbni Tufeyl’in eseri karartmaya maruz kalmıştı.
BİLGİNİN YİTİK HAZİNESİ: ENDÜLÜS
Endülüs’de 8 şehir bulunuyor: İşbiliye (Sevilla), Kurtuba (Cordoba),Gırnata (Grenada), Kadis (Cadiz), Mâleka (Malaga), El Meriye (Almeria), Velbe (Huelva), Ceyyan (Jean). İspanya topraklarının %17’si Endülüs’te Bulunuyor. Endülüs bölgesinin toplam nüfusu ise 8 milyon.
21 Etnik grubun bulunduğu ve üç dinin en uzun süre hoşgörüyle yaşadığı yer olan Endülüs’te 1985’den sonra Fas asıllı Müslümanlar buraya yeniden gelmeye başlamışlar.
Doğu bilgisinin ışığıyla aydınlanan Batı’nın ilk basamağı olan Endülüs’ün Kortoba kenti aynı zamanda bir filozoflar şehridir. Şu anda Unesco Kültür kenti olan Kortoba’yla birçok Müslüman düşünürün yolu kesişmiştir. İbn-i Rüşd, İbn-i Meymun, İbn-i Bace, İbn-i Tufeyl, İbn-i Haldun, İbn-i Hazm, İbn-i Arabi bu filozoflardan sadece bir kaçı.
711 yılında Fethedilen Endülüs topraklarının 756 yılında başkenti olan Kortoba’da 1200 yıl önce sokak aydınlatması yapılıyordu. Dünyayı dizayn etmek isteyen Roma Medeniyetinin şok yaşadığı yerdir aynı zamanda Endülüs. Hicri ikinci yüzyılda Abbasi ve Fatımi dışında Avrupa’da devletleşen Endülüs Emevi devletidir.
1492’da Edülüs’ün düşüşünü hazırlayan Fransa Kralı Ferdinant ve İspanya Kraliçesi Pasaklı İsabel’in 1469 yılında Sevilla El Kazar sarayındaki evliliği ve Avrupayı egemenliği altına alma arzularıydı. Yaşamı boyunca kendine yıkanmayı yasaklayan İsabel ile Ferdinant’ın evliliği iki krallığın birleşmesini da sağlıyordu. Bu birleşme, İspanya topraklarında bir tek Müslüman ve Yahudi kalmayıncaya kadar mücadelenin süreceği üzerine bir ahdi içeriyordu. Bu kraliyet ailesi hâlâ dünyanın en zengin aileleri arasındadır.
Yine 1492 yılında Kristof Kolomb’un Latin Amerika’yı kolonileştirerek İspanyolların sömürgesi yapması ve kolonilerin altın rezervlerini buraya taşıyarak, mezhep savaşlarıyla yıpranmış Avrupa’nın cansuyu olurken İspanya (Kastilya ve Aragon) Karallığının tesir alanını genişletiyor. Pasaklı İsabel ve kocası Kral Fernando, Papa'nın direktifiyle, Katolik olmayanlara iki yoldan birini tercih zorunda bırakmışlar: Ya Hıristiyan ol, ya öl... Bunun içinde yapmadık zulüm, işlenmedik cinayet bırakmamışlar, Müslümanlar ve Museviler üzerinde.
Avrupa’da vebadan milyonlarca insan ölürken Sevilla tarihin en önemli metropol kentidir.
Gırnata, Endülüs’de İslam’ın en son kalesidir. 150 Yıl devam eden engisizyon mahkemesi kararıyla Müslümanlar vahşice katledilmişlerdir. Din değiştirmeleri bile kendilerini kurtaramamıştır. Aynı kaderi paylaşan Musevilere II. Beyazıd Osmanlı topraklarında yer açmıştır. Müslümanların kalanları ise deniz yoluyla Afrika’ya dönerek canını kurtarabilmiştir.
Avrupa’nın ikinci sit bölgesi Sevilla, üçüncüsü Kortoba’dır. Kortoba aynı zamanda Avrupa’nın akredite edilmiş en büyük sit bölgesidir.
KURTUBA
Al Andulacia / Endülüs bölgesi kuzeyden Kortoba ile başlıyor.
Fenikelilerle başlayan İspanya tarihi 3200 yıl öncesine dayanır. Yahudi göçmenlerin bölgedeki etkinliği zaman içinde Fenikelileri kolonileştirir. İspanya ve Endülüs bölgesindeki Yahudi varlığının tarihi oldukça eskidir. Romalılardan sonra Vizigotlar bölgeye hakim olur.
Endülüs bölgesinin tarih sahnesindeki asıl önemi Müslümanların 711 yılında buraya ayak basmasıyla başlar. Üçüncü İslam Halifesi Hz. Osman zamanında bu bölgeye gelmeye başlayan Müslüman tebliğciler, elli atmış yıl sonra gelecek olan Müslüman akıncıların ilk öncüleridirler. Tarih 732’ye geldiğinde Avrupa içlerine doğru yürüyüşlerini sürdüren İslam Ordusu, Fransa içlerinde Paris’in 350 km. aşağısında Poitiers’de ancak durdurulabilmişti. Avrupa’nın Müslümanlıkla tanışması ve 9 asırda Avrupa’da zirveye ulaşacak olan İslam medeniyetinin hayretler uyandıran birikiminin anavatanıdır, Endülüs.
Şu anda 236 bin olan Kurtuba’nın 1000 yıl önceki nüfusu 1 milyonun üzerindeydi. Küçük bir Vizigot kasabası Müslümanların elinde, çok kısa süre içinde milyonluk bir kente dönüşüvermişti. Aynı dönemde Şam ve Bağdat’ın nüfusu da buna yakındı. Bugünkü modern Avrupa başkentlerinden, Paris, Roma ve Londra’nın nüfusları toplamı Kurtuba’nın yarısı kadar bile değildi.
756 yılına gelindiğinde anavatanlarını ve tüm varlıklarını geride bırakarak, geldikleri hiç bilmedikleri bir memlekette, yalnızca İslam dünyasında değil, batı hıristiyan dünyasında da eşi benzeri olmayan, ilim, sanat ve zenginlikte görkemli bir medeniyet ortaya çıkardılar, Müslümanlar Endülüs’te. Müslümanlar, bugün Guadalquivir denilen 650 km uzunluğundaki Vadi’ül Kebir’in Kuzey kıyılarında konumlanmış, zengin hinderlantta kurdukları Başkent Kutuba’da Müslümanların emanı altındaki Hristiyan ve Yahudi nüfusla hoşgörü içinde yaşıyorlardı. Zaten Hristiyan ve Yahudiler bu toprakların fethi esnasında direnmek şöyle dursun, neredeyse davetiye çıkarmışlardı, Vizigotların zulmünden kurtulmak için.
Emevi Prensi Abdurrahman bin Muaviye, aynı yüzyılın sonuna gelindiğinde tüm Kurtuba’lıların namaz kılabileceği büyüklükte Avrupa’nın Kabesi adını verdiği Ulu camii’yi yaptırmaya başladı. Camilerin yanı sıra kentte büyük bir imar faaliyeti planlanarak, çeşmeler, hamamlar, bahçeler, köprüler, caddeler ve gece aydınlatılmış sokakların yapımına başlandı. Kurtuba, III. Abdurrahman zamanında (912-961) İspanya’da en geniş topraklarına ulaşarak, en görkemli dönemini yaşadı.
O yıllarda dünyanın, en büyük ve modern kenti ortaya çıkarılmıştı, Kurtuba’da. Parke taş döşeli ve gece aydınlatılmış sokakları, temiz akar su sistemi yanı sıra 70 kütüphanesi ve II. Hakem himayesinde 400 bin kitabı bulunan bir ilim akademisi oluşturularak, İslam alimlerine çağrılar gönderilip, burada çalışabilecekleri ortamlar oluşturulmuştu. Kitap ve kültür merkezi konumundaki Kurtuba’da tüm halk kitap okumaya, çoğaltmaya/ yazmaya özendiriliyordu. Çoğaltma işinde daha çok kadınlar görev alıyordu. Birçok kadın Kuran-ı Kerim’i el yazması olarak çoğaltmada uzmanlaşmışlardı. İlim ve kültür faaliyetlerinin yanı sıra çok çeşitli el sanatları teşvik edilmiş, değerli taş ve fildişi oymacığı yaygınlaşmış, kristal sanatı da icat edilmişti.
Kurtuba Camii’ni görmek üzere yaya olarak yola devam ederken yolumuzu, çöl kumu rengi sıcaklığındaki dev kale surları kesti. Büyük ve görkemli sıralı sivri burçları olan surların dibinde ilerlerken önümüze 2000 yıl önce yaşamış Kortoba’da doğmuş, Romalı, hatip, trajedi yazarı felsefeci Seneka’nın taştan yapılmış boy heykeli çıktı.
Seneka’nın biraz ilerisinde, kale surlarının dibindeki kanalda akan berrak suyun devamında, surların büyük kapısı önünde, akraba sıcaklığı ile bir başka heykel karşıladı bizi: İbni Rüşd. Elinde kitabı, sakalı ve sarığıyla oturmuş vaziyette, mütebessim, taacüpkar ve düşünceli tasviri heykeli adeta bize ‘hoşgeldiniz’ der gibiydi.
Onüçüncü yüzyılda Endülüs'te yetişen meşhur filozof, doktor, astronomi bilgini ve matematikçi olan İbn-i Rüşd’ün ismi, Muhammed bin Ahmed olup, künyesi Ebü'l-Velid'dir. Babası, Kurtuba kadısıydı. Ehl-i sünnet alimi olan Muhammed, İbn-i Rüşd diye meşhur olmuştur. Avrupa'da Averroes adıyla tanınır.
Aristo yorumlayıcısı olmakla meşhur olmuştur. Eserleri, yüzyıllarca Avrupa'da okutulmuştur. Birçok Batılı bilgin İbni Rüşd'ün düşüncelerinin tesiri altında kalmıştır. 1126'da Endülüs'ün Kurtuba şehrinde doğdu. 1198'de Fas’ın Merrakuş kentinde vefat etti.
İbni Rüşd, küçük yaşından itibaren ilim tahsil etmeye başladı. Önce kelâm ve fıkıh ilimlerini, daha sonra zamanın ilim merkezi olan Kurtuba'daki büyük âlimlerden fizik, tıp ve astronomi ilimlerini tahsil etti. Bu ilimlerle ilgili birçok eser yazdı. Edebiyat ve felsefeye karşı ilgi duymaya başladı. Filozof İbn-i Tufeyl ile dostluk kurdu. Onun vasıtasıyla Fas'a giderek, felsefecilere karşı aşırı sevgi duyan Fas Hükümdarı Ebu Yakub'un iltifatlarına kavuştu. Ebu Yakub Yusuf, Aristo'nun eserlerini şerh etmesini istedi ve onu İşbiliye kadılığına getirdi. İbn-i Rüşd, Farabi ve İbn-i Sina ile İmam-ı Gazali'nin ve Batı filozoflarının eserlerini inceledi. Aristo'nun görüşlerini inceden inceye tetkik edip, şerhler yazdı. Aristo ile Eflâtun'un felsefi görüşlerini uzlaştırmaya çalıştı. Yunan filozoflarının yanıldıklarını söyleyen İmam-ı Gazali’ye karşı bu filozofları müdafaa etti.
Endülüs İslam Medeniyeti’nin zirve isimlerinden İbni Rüşd’ün heykelinin hemen arkasındaki sur kapısından içeri girdiğimizde, içerisinde dev bir sur içi kentle karşılaşıyoruz. Bazen bir, bazen iki insanın yan yana ancak geçebileceği genişlikteki sokakların kenarlarında iki katlı beyaz veya çoğu açık pastel renklerde evlerin arasından ilerlediğimizde bir müddet sonra etrafı yine evlerle çevrili geniş avlu sağanlıklarda nefeslenip yine dar sokakların arasına dalıyoruz. Bazı evlerin altı kafe veya dükkana dönüştürülmüş. Mahremiyeti koruma esasına göre planlanan sokak ve evlerin beyaz duvarlarında, pastel renkli pencere söveleri önlerinde rengarenk çiçeklerle bezenmiş saksılar ve bu saksılardan duvardan aşağı taşan yaprakları güzel bir manzara oluşturuyor. Kurtuba sokaklarının en güzel tarafları da, evlerin dış duvarlarını süsleyen saksıları. Rengarenk çiçekleri ile sokaklara ve küçük meydanlara bir başka hava veriyorlar.
Nereye çıkacağını bilmediğimiz bu dar ve dingin sokakların aralarındaki avlulardan birinde Ünlü Müslüman Filozof/Hekim İbni Meymun’un bir diğerinde( Ebu Cafer) Muhammed el Gafaki’nin sarıklı ve sakallı büstlerine rastlıyoruz. Avrupanın ilk teşekküllü hastanesi de Endülüs’de açılmış. İslam medeniyet havzası içinde yetişmiş ve İbni Rüşd gibi önemli eserler bırakmış olan İbni Meymun’un, İslam Alimi mi yoksa, Moimunidies namıyla Yahudi bir Haham mı olduğu tarihsel çekiştirmesi bir yana Muhammed el Gafaki dünyada ilk katarakt ameliyatı yapan göz doktoru olarak biliniyor.
1165 Yılında Endülüs’ün Mürsiye kentinde doğan Muhiddin İbn’i Arabî, Endülüs ilim hafızasında yetişmiş bir alim olarak özellikle gençlik yıllarından sonra Endülüs merkezli olarak doğu Müslüman dünyasına defalarca geziler yapar ve 1239’da Şam’da vefat eder. 1132’de Endülüs Emevi Beylikleri arasındaki sıkıntıları berteraf etmek için, Şam’ın Tay kabilesinden Ehl-i Beyt soyundan bir grup Endülüs’e gelerek aralarında sıkıntı olan emirlerin arasını bulmaya çalışırlar. Mürsiye’ye yerleşen bu ailenin çocuğudur, İbn-i Arabi. Babası kendini 7 yaşındayken tanıştırmak üzere İbni Rüşd’e götürür. İbni Rüşd o yaşlardaki bir çocuğun gözündeki ışığı görür ve öğrencisi olarak alır. 13 Yaşında Endülüs şehirlerinde vaazlar vermeye başlar. 36 Yaşında İbni Rüşdün vefatından sonra, ülkeyi terk ederek Kuzey Afrika, Hicaz, Anadolu ve Şam’a gider. Konya’da Konevi ile tanışır ve Onun dul olan annesiyle evlenir. Birçok eserler kaleme alır. Şam’da iken yazdığı Fusus’u Hikem başyapıtı kabul edilir. Şam’da vefat eder.
Dar sokaklardan birinde Kurtuba Ulu Caminin minaresini gördüğümüzde camiye yaklaştığımızı anlıyoruz. Biraz sonra Camiden çok bir iç kaleyi andıran 12 metre yüksekliğinde görkemli surlarla çevrilmiş caminin sur kapısından içeri giriyoruz. İçeride değişik ağaçların bulunduğu geniş bir açık alan ve giriş bileti almak için birikmiş telaşlı bir kalabalıkla karşılaşıyoruz. Avlunun bir köşesinde ise çevresi 8.5 metre olan kare şeklinde, sonradan tepe kısmına çanların takıldığı görkemli, mahzun minaresini görüyoruz. İçerisinde sesli konuşmanın, kalabalık gruplar halinde gezmenin ve özellikle namaz kılmaya teşebbüs etmenin dahi yasak olduğunu rehberimiz sıkı sıkı tembih ediyor girmeden. Sıkı bir denetimden geçtikten sonra Kortoba camiinin kapısından içeri girdiğimizde bir anda kendimizi simetrik ve muhteşem bir adeta sütunlar ormanında buluyoruz. Urtuba camiin içinde 19 adet mihraba paralel yol ve bu paralel yolu kesen 36 adet dikey simetrik yollarda toplam 1293 adet granit sütun bulunuyor. Guadalquvir Nehrinin kıyısında bulunan Kortoba Camii’nin yapıldığı 786 yılında İslam aleminde ve Batı dünyasında aynı büyüklükte ve ihtişamda benzeri bir mimari eseri görmek mümkün değil. O günün teknolojik imkanlarıyla Avrupa’nın göbeğinde ‘düşman çatlatırcasına’ ortaya konan bu şaheser’in ilk şekli I.Abdurrahman zamanında yapılmış olup, II. Abdurrahman (833) ve II.Hakem (961) zamanında aynı usül ve tarzda yapılan genişletme çalışmalarıyla bugünkü 174 metre uzunluğu, 135 metre genişliği ile 23.490 metrekarelik alana kavuşmuştur.
İslam Medeniyet Tarihinde Mekke ve Medine dışında, ilk dönem Ulu Camiilerinden Tunus Kayrevan Ulu Camii(670), Mescid-i Aksa Ömer Camii (702), Şam Emevi Camii (715) ve büyüklük olarak Samarra Ulu Camii (852) ve Caferiyye’deki Ebu Düef Camiilerinin (860) dışında mimarisi ve tezyinatıyla müstesna bir eser olan Kurtuba Ulu Camii bu özellikleriyle diğer büyük camileri aşmakta ve mükemmel ihtişamıyla kendinden emin, güçlü, bilgili, zengin bir toplumun ve bu toplumun güçlü hükümdarının ihtişamını gözler önüne sermek için yapıldığını her haliyle göstermektedir. Kurtuba Camiin hacımsal mimarisinde Tunus Kayrevan ve Şam Emevi Camiinden etkilenmeler olsa da bu etkiyi doruklara taşıyan bir öykünme de göze çarpar.
Kurtuba’da bulunan 600 civarındaki camiden sadece ayakta kalan bu muhteşem eserin varlığı bugün insanları hayrete düşürüp gözünü kamaştırırken, barbar batı medeniyetinin tahribkâr yok etme politikasıyla yok edilen diğer camilerin hesabını soracak maalesef ve ne yazık hiç kimse yok.
Yine Kurtuba yakınlarında bulunan Medinetü’zzehra ve Medinetü’zzahire sarayları, birçok şehir surları tahribata uğramış, ancak harabeleri ziyaret edilebilen mekanlar.
Mescid kelimesinden türeyen ve Mezqutia denilen Cami’de iki rekatta olsa kamuflajik bir köşesinde ‘tahiyyatül mescid’ namazı kılma arzumuzu ne yazık ki gerçekleştiremedik. Çok nadir de gelseler, dış görünüş itibarıyla Müslümanlık emaresi bulunan ziyaretçilerin neredeyse enselerinde güvenlik görevlileri geziyor. Özellikle takkeli olarak girmenin yasak olduğu mescitte, takke ‘namaza azmettirici potansiyel güç’ olarak kabul ediliyor. Sakallı veya örtülüyseniz, neredeyse sürekli peşinizde bir görevlinin takibiyle geziyorsunuz. Geçtiğimiz yıl Avustralyalı bir kafilede namaz kılmaya ‘tam teşebbüs’ eden gençlerle, güvenlik görevlileri arasında arbede yaşanmış ve hatta gençlerden biri gözaltına alınmış. Başka benzer bir olayda da namaz kılan birini bıçakla yaralama olayı yaşanmış. Bir seccadelik bir alanda bir müslümanın iki rekat namaz kılmasına tahammül edemeyen, barbar batı’nın hoşgörü, diyalog ve toleransını da böylece görmüş olduk.
Yazan: Osman Gerçek