Dücane Cündioğlu'nun Osmanlıca'sı Beyanındadır

Yazımın başlığının, Abdülbaki Gölpınarlı'nın 1945 yılında yayımlanan Divan Edebiyatı Beyanındadır kitabının adını çağrıştırmasını bilhassa istedim. Çünkü ne yazık ki Dücane Cündioğlu'nun liselerde Osmanlıca'nın öğretimine ilişkin görüşleri yeni bir Abdülbaki Gölpınarlı vakasından başkasını çağrıştırmadı bende. Gölpınarlı, malum, Divan edebiyatı (Klasik Türk Edebiyatı) uzmanıdır. Telifleri, tercümeleriyle her zaman kendisinden istifade edilen biridir. Divan Edebiyatı Beyanındadır'da getirdiği eleştirileri burada gündeme getirecek değilim elbette. Lakin Tek Parti diktasının geçmişe ait her şeyi süpürdüğü bir vakitte, şiirde Garipçiler'in tuttuğu yola paralel şekilde davranıp Divan şiirini gözden düşürmeye çalışması 'tipik' bir davranıştır. Nurullah Ataç, Orhak Şaik Gökyay gibi isimler o yıllarda Gölpınarlı'yı sert bir dille eleştirdiler. Ancak olan oldu ve Gölpınarlı'nın yazdıkları, Osmanlı düşmanlığı üzerinden İslamî olan her şeye saldıranlara malzeme verdi. İsmet Zeki Eyüpoğlu'nun Divan Şiirinde Sapık Sevgi'sini hatırlatıp geçelim…


“değil mi ki albatrosu Baudelaire'den 
Yves Bonnefoy'dan semenderi öğrendim 
bir gün bakarsınız 
şu güzelim bilgiç beynimi kırıp 
teneşir tahtası olarak kullanabilirim”
İsmet Özel
 
Yazımın başlığının, Abdülbaki Gölpınarlı’nın 1945 yılında yayımlanan Divan Edebiyatı Beyanındadır kitabının adını çağrıştırmasını bilhassa istedim. Çünkü ne yazık ki Dücane Cündioğlu’nun liselerde Osmanlıca’nın öğretimine ilişkin görüşleri yeni bir Abdülbaki Gölpınarlı vakasından başkasını çağrıştırmadı bende. Gölpınarlı, malum, Divan edebiyatı (Klasik Türk Edebiyatı) uzmanıdır. Telifleri, tercümeleriyle her zaman kendisinden istifade edilen biridir. Divan Edebiyatı Beyanındadır’da getirdiği eleştirileri burada gündeme getirecek değilim elbette. Lakin Tek Parti diktasının geçmişe ait her şeyi süpürdüğü bir vakitte, şiirde Garipçiler’in tuttuğu yola paralel şekilde davranıp Divan şiirini gözden düşürmeye çalışması “tipik” bir davranıştır. Nurullah Ataç, Orhak Şaik Gökyay gibi isimler o yıllarda Gölpınarlı’yı sert bir dille eleştirdiler. Ancak olan oldu ve Gölpınarlı’nın yazdıkları, Osmanlı düşmanlığı üzerinden İslamî olan her şeye saldıranlara malzeme verdi. İsmet Zeki Eyüpoğlu’nun Divan Şiirinde Sapık Sevgi’sini hatırlatıp geçelim…
Birkaç yıl önce Gölpınarlı’nın, rahmetli Ahmet Yüksel Özemre’nin Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı’nda yer alan bir fotoğrafını gördüğümde, Divan Edebiyatı Beyanındadır’da kendini düşürdüğü durumu yeniden fark ettim. Fotoğrafta ondan başka Necmeddin Okyay, Eşref Efendi, Ali Alparslan, Sacid Okyay vardı. Bu güzide isimlerin her biri edepleri gereği fotoğraf çekilirken ellerini önlerinde kavuşturmuşlardı. Gölpınarlı’ysa, elindeki sigarayla, twitterda kendisini onlarca kişinin takip ettiği ama kendisi sadece kendisini takip etmekten ötürü algı kapıları kapanmış Dücane Cündioğlu’dan farksız duruyordu. Öteki güzideler kendilerini silmek isterken onun tek derdi görünmekti. Doğrusu onca emeğiyle bunu hak ediyordu ve görünecekti de lakin öyle olmamalıydı. 1940’lı yılların atmosferinde Gölpınarlı, Cündioğlu’nun sıkça vurguladığı “ters düşme hakkı”nı mazlumdan yana kullanmadı. İktidardan yana kullandı ve CHP ideolojisiyle uyum içinde olmak isteyerek Divan edebiyatına “ters düştü”. Garipçiler daha çok Tanzimat sonrası “yenileşen” Türk şiir geleneğini çöpe atarken, ona en büyük dilimi “harcamak” düşmüştü. Cündioğlu’ysa liselere Osmanlıca dersleri koymak isteyen siyasi iktidarla “ters düşme hakkı”nı kullanarak Osmanlıca’nın öğretimine karşı çıkıyor lakin kimin, kimlerin yanına düştüğünü bilmiyor. Üstelik de bunu twitter gibi bir mecrada yapıyor.  
Hakikatse söylediğiniz kimin yanına düştüğünüz önemli değildir kuşkusuz. Siyaset, ticaret, sanat, felsefe bir hakikatin dile gelmesine ağız olmanın yanında nedir ki… Cündioğlu öncelikle hakikati, yani Osmanlı Türkçe’sinin mahiyetini, öyle görünüyor ki bilmiyor. Bilmediği gibi, o her zaman ki “ben bilirim” edasıyla başka bilenin de olmadığını ya da iki elin parmağı kadar ancak olduğunu söylüyor. Şu günlerde Müslümanların kendi içlerinden çıkan muhterislerin doymak bilmeyen ihtirasları eliyle olanın/olacak olanın karartılması suretiyle güçsüz düşürülmek istendikleri açıkça görülüyor. Cündioğlu’nun sözleri böyle düşünenlerin işine yarıyor olabilir. Burasıyla ilgilenmiyorum ben. Beni ilgilendiren, Cündioğlu’nun Osmanlıca, onun eğitimi ve bu hususta karşılaşılabilecek sorunları ile Türkiye’de Osmanlıca bilenlere dair yanlış tespitleri ve bunları dile getirirken takındığı küçümseyici edadır.
Bir Kürt atasözü var… Şair egolarına dair Süreyya Berfe’yle hasbıhal ederken Siirtli bir arkadaşımızdan işitmiştik: “Tujil mizgefti mizineki!..” diyor Kürt kardeşlerimiz, kendi yerini her şeyin üstünde görenler için: “Sen kendini camide ibrik mi sanıyorsun!” demekmiş Türkçe’si. Cündioğlu’nun durumu bu sözü hatırlattı bana. Liselerde Osmanlıca’nın öğretimi konusunda diyor ki Cündioğlu: “Kaçıncı yüzyıl Osmanlıcası? Tursun Bey (XV) Kınalızade (XVI) Koçi Bey (XVII) Akkirmani (XVIII) Cevdet Paşa (XIX), Elmalılı (XX)”
Bu sorusu onun meseleye bakmak için çıktığı “art niyetli kürsüyü” açıkça ifşa ediyor. Azıcık Osmanlıca bilen ve Osmanlıca’nın liselerde öğretilmesi meselesine kafa yoran herkes kolayca bilir ki, liselerde öğretilecek Osmanlıca için esas alınacak dönem Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökalp’le başlamış Milli Edebiyat cereyanının sonunda ulaşılan Osmanlıca’dır. Cündioğlu, işi yokuşa sürmek için kimi süslü kimi sade Osmanlı nesrinin üstatlarının adını anıyor. Böyle olunca da kendisi o üstatları biliyor, başkaları bilmiyor havası veriyor. Art niyetle meseleye yaklaştığı çok açık. Milli Edebiyat dönemi Türkçe’si, Türkçe’nin bir yazı dili olarak son derece yalınlaştığı bir dönemdir. Dilimize yerleşen Arapça ve Farsça unsurlar kalır ama terkipli ifadelerden uzak durulur. Neticede de Halide Edip’in, Refik Halit’in, Reşat Nuri’nin ve en güzeli de Hâşim’in ve Yahya Kemâl’in Türkçesi ortaya çıkar. Bugün liseli gençlerimize öğretilecek Osmanlıca’nın bu saydığım güzide isimlerin dili olacağı muhakkakken Cündioğlu, işi yokuşa sürmek için değerlerinde kuşku olmayan isimleri önümüze koyuyor. Onların Osmanlıca’sını öğretmek üniversitelerimizin tarih, edebiyat kürsülerinin işidir. Cündioğlu bunları ayıramayacak kadar Osmanlıca bilgisine sahip değilse ne âlâ. Lakin biliyorsa, daha fena… Çünkü o zaman düşüncelerini bir hakikat için söylemiyor, “Abdülbaki Gölpınarlılaşıyor” demektir.
Cündioğlu o kadar yanlış bir kürsüye çıkmış konuşuyor ki ne söylediğini kendi de duymuyor: “Türkiye’de bu metinlerin birkaç sayfasını bile hatasız okuyup anlayacak uzman sayısı –en iyi tahminle- iki elin parmaklarını aşmaz.” Oysa kendisi bir tek kendisini duyup takip eden olarak kendi konuşunca duyması lazımdı ama duyamıyor. İyi ya, Türkiye’de Cevdet Paşa’yı, Koçi Bey’i hatasız okuyabilen kişi sayısı en iyi tahminle, iki elin parmaklarını bulmuyorsa bir yerden başlamak lazım. Bakarsınız bir lisemizde Osmanlıca’ya heves eden bir genç Dücane Cündioğlu çıkar ve o kimselerin okuyamadığı yazarlarımızı okur. Belki bu yıllar alır ama bir Dücane Cündioğlu kolay yetişmiyor ki… Bu arada, iki elin parmaklarını geçmeyenlerin bir önemi mi olur, büyük âlimimizin yanında? Zaten üniversitelerimizin tarih, edebiyat bölümlerinde Osmanlıca bilenler, liselere Osmanlıca öğretemeyecek kadar kıt kafalı değillerse bile, eh işte o kadardır… Cündioğlu, ara söz kullanıp iki elin parmakları, derken insaflı davranıyor aslında. Gerçekte kastettiği sadece kendisidir. Bu anlaşılıyor. Ben de ona katılıyorum: Bir Dücane Cündioğlu kolay yetişmiyor tıpkı bir Abdülbaki Gölpınarlı’nın yetişmediği gibi. Lakin nedense yanlış bir kürsüye çıkıp kendi kendilerinin faciası olanlar kervanına kolayca katılıyorlar. Üzücü olan bu.
Arap atasözüdür: Tamamı elde edilemeyen iyi bir şeyin azından da vazgeçilmez. Liselerde Osmanlıca öğretimi üzerine tartışılmalı, farklı görüşler dile getirilmelidir. Ancak kuşku olmayan şey şudur: Daha lise çağındayken gençlerimize Osmanlıca hevesini uyandırmak durumundayız. Aksi halde hasbelkader kazanılan bir üniversite imtihanı sonucunda yerleşilen tarih ve edebiyat bölümlerinde öğretilen Osmanlıca’yla ilmî, edebî metinlerimizi gün yüzüne çıkarmamız mümkün değildir. Bu kısım ağır aksak üniversitelerimizde yürütülüyor. Meselenin daha önemli yanı, lise çağındaki kimi gençlerimizin Osmanlıca’nın açacağı kapıdan geçerek alacakları yollardır. Bu yollardan çeşitlidir. Gençlerimiz Cündioğlu’nun geçtiği belli olan “akıl yolu”nu da geçsinler ama bir de “irfan yolu”muz vardır. Osmanlıca öğrenmeye adım atmak, sanıldığının aksine akıl yolundan çok irfan yolunu açar. Son olarak Cündioğlu’na on beş sene kadar önce, rahmetli Ahmet Yüksel Özemre’nin Toshihiko Izutsu çevirisine getirdiği eleştirilere aldığı, ilim öğrenen her kula nasip olmayacak cevabı hatırlatmak isterim. O vakit de böylesi bir edayla pek yüksek bir perdeden vazetmişti. Ne yazık ki bugün hâlâ o perdeden konuşmaya devam ediyor.  

Yazan : Celal FEDAİ

Bakmadan Geçme