DEDEBELİ

'Dağlarda dağlanmadan dağlaşamaz insan'

Batı mitolojisinde ve edebiyatında dağlar, efsanelerin yurdudur...
Dağlarla realite veya hakikat pek bağdaştırılamaz. Batılı insan tarafından Rönesans sonrası tabiat anlayışına paralel olarak dağlar, hayallerin, inanılması imkânsız olan kişi ve hadiselerin mekânı olarak algılanmıştır. İnsanın hayal âlemini aklın dışına iten Batı düşüncesi, fizik-metafizik ayrımıyla bir anlamda insanın içinde yaşadığı dünyayı da aklının sınırları içine çekmiştir. Bundan dolayıdır ki dağlar, tanrıların, devlerin, insanımsı veya insanlık dışı yaratıkların ve varlıkların mekânı olarak algılanmış ya da nitelenmiştir. “Uygarlık sürecinde” dağlar ile şehir arasına kalın bir çizgi çekilmiş, insanı ve uygarlığı temsil mahiyeti ve manası şehirlere verilmiştir. Oysa Doğu'nun tabiat ve medeniyet tasavvurunda, hayal ile gerçek, şehir ile dağlar, Tanrı ile insan, zaman ile mekân, geçmiş ile bugün ve gelecek arasında bir mahiyet farkı söz konusu değildir. Bugün mitolojik ve efsanevi olarak nitelediğimiz masal ve hikâye kahramanlarının bile yaşanan
hayatla ve tarihle ilgili doğrudan bir ilişkisi vardır. Akıl her şeyin içinde ve her şey de aklın içindedir. Dolayısıyla tabiat, kutsalını yitirmemiştir, ilahi bir anlama sahiptir. Medeniyet; direkt olarak şehirleşme, sanayileşme, teknolojik gelişme ile ilgili değil, insanın bizatihi insani duygu ve düşünceleri ile ilgilidir. Bunun içindir ki çoğu zaman bir peygamber, veli, mütefekkir, meczup şehirdeki cahiliyeye karışmamak, ona tavır koymak için, medeniyeti temsil edercesine kendini toplumdan soyutlayarak dağlara çıkar, oralarda yaşar. Hatta çoğu zaman dağlar, Allah’a yakın olmayı temsil ettiği gibi, ahiret hayatına bir geçiş süreci (berzah) olarak da nitelendirilir. Dağlar, yücedir ve yüceliği temsil eder, yüce insanların mekanıdır.. Anadolu’nun herhangi bir dağında gezerken karşılaştığınız Evliya mezarları sözünü ettiğimiz tabiat ve medeniyet tasavvuru ile doğrudan ilgilidir. Batıda tabiatın sekülerleştirilmesi ile anlamından koparılan dağlar, bizde iki yüzyılı aşan batılılaşma sürecine rağmen hala anlamını muhafaza etmektedir. Cep telefonlarının müzikle dolu hafıza kartlarına rağmen dağlarda hala türküler söylenebilmektedir. Evliyası olmayan dağımız yoktur bizim. Bugün bizim insanımız tarafından da mitolojileştirme ve efsanelere indirgeme tehlikesine rağmen dağlarımız, Nur’u temsil etmeye devam etmektedir. Torosların Dedebeli mevkiine giderken Erciyes’in eteğinde düşünmeye başladığım bu iki tasavvur arasındaki farkı, Avşarellerine girdiğimizde daha içten hissediyorum. Neşet Usta’nın bozlağı da bize eşlik ediyor…

Yüce dağlar yüce dağlar
Benim gönlüm niye ağlar..
Viran dağlar viran dağlar
Kış eyledi boran dağlar
Bozulmuş gönlümün bağları
Garip gönlüm viran dağlar.
.

İçindeki dağı bilmekle ilgili mesele... İçindeki gönül dağını idrak edebilmek, içindeki dağlara çıkabilmekle ilgili diyoruz uzaktan görünen Toroslara bakarak. Toroslar… Sır dolu dağlar. Gizemi ve esrarı rüzgârına karışmış. Dedebeli’ne gidiyoruz. Her yıl arkadaşlarla şehrin gürültüsünden uzaklaşmak için gittiğimiz Berçin yaylası yerine, bu sene de Dedebeli’ne gidelim diyoruz. Bir hafta öncesinden keşif yolculuğu yapıyoruz. Arabamızdaki dağ türküleri heyecanımıza heyecan katarken, içinden geçtiğimiz Avşar köylerinin sadeliği ayrıca dikkatimizi çekiyor. Bölgeyi çok iyi bilen Avşar beyimiz Kadir Hikmet
Abi de yanımızda. Onu gören her köyün ahalisi arabamızı durduruyor. Köyün tamamı Kadir Hikmet Abi'nin boynuna sarılırken, bir kısmı da arabaya yaklaşarak o samimi ve sıcak yüzleriyle bizi evlerine davet ediyor. Anadolu insanı, misafirine ikramda bulunmaktan ayrı bir onur duyar. Paylaşma duygusu biraz da misafirle ilgili bir şey. Köyün birinden ayrılıyoruz ama bir diğerinde yine aynı görüntü. Öyle ki yolumuzun üstündeki bir köyde camiden çıkan cemaatle karşılaşıyoruz. Hatta bir cenaze yemeği var. Kadir Hikmet Abi taziye için inince camiden çıkanlar onun etrafında toplanırken, bizi de yemeğe davet ediyorlar. Teşekkür edip kalamayacağımızı söyleyince, cenaze için hazırlanan yemeği arabaya kadar getirip ikram etmekte ısrar ediyorlar. Torosların buz gibi suyunun aktığı bir çeşme başında mola verip elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra yolumuza devam ediyoruz. Bu kez Avşarobası köyündeyiz. Şerife Teyze'nin evinde...

Bir selam verip çıkacağız dediğimizevden aslında çıkamayacağımızı da biliyoruz. Çünkü evine gelen misafire ikramda bulunmadan, onun karnını doyurmadan asla göndermez Anadolu insanı. Cenazeden söz edip yemek yedik diyoruz ama Şerife Teyze ve Mahmut Abi onu yemekten saymıyor. Hemen yemek
hazırlıklarına başlıyorlar ama bizimısrarımızla yemeği tereyağlı yumurtaya
çevirmeye razı ediyoruz. Çünkü az önce cenaze yemeği olarak yediğimiz pide ile karnımızı doyurmuştuk. Şehirde doğal olmayan yiyeceklere ve onların kokusuna alışmış burnumuz, Şerife Teyze'nin mutfağından gelen tereyağ kokusu ile adeta hafızasını yeniliyor. O zaman nasıl bir sanal ve uyduruk dünyada yaşadığımızı bir kez daha anlıyoruz. Son dönemde böylesi asla nasip olmayan bir güzellikte ve lezzette
olduğunu daha önümüze gelmeden tahmin ettiğimiz tereyağlı yumurtamız ve yanında koyun yoğurdumuzu sanki hiçbir şey yememiş gibi afiyetle yiyoruz. Şerife Teyze'nin ağzından çıkan her cümlenin ya başında ya da sonunda “gurban olurum” var... Annemi hatırlatıyor bana. Anadolu’da gurban olmayan, İbrahim’den bir nefes taşımayan insan bulabilir misiniz? Mümkün değil... Avşarobası’ndan çıktıktan sonra Berçin Yaylası’na doğru yolumuza devam ediyoruz. Aslantaş Köyü ve yaylası, Kayseri’nin Adana sınırındaki
son köyü... Aslantaş yaylasından sonra ise Tufanbeyli toprakları başlıyor. İklim, coğrafya, rüzgâr, dağ, su birdenbire değişiyor.Tozlu köyünden Dedebeli’ne giden yolu yolda bir merkep üzerinde dağlara
doğru giden iki çocuğa danışarak teyit ediyor ve Torosları bu kez Adana tarafından çıkmaya başlıyoruz. Yolda elinde kirman ile yün eğiren teyzeleri görünce biraz da duygusallaşarak heyecanlanıyorum.
(O anı asla unutamayacağım.) Bunu fark eden Kadir Hikmet Abi fotoğraflarını çekebileceğimi söylüyor.

Ama Anadolu’da kadın fotoğrafı çekmenin zorluğunu düşünerek temkinli duruyorum. Kadir Hikmet Abi arabadan “napıyonuz bizim kızlar” diyerek sohbete başlayınca cesaretimi topluyorum ve
kirmanın fotoğrafını çekmek istediğimi söylüyorum. Kadir Hikmet Abi onlarla sohbet ederken ben de fotoğraflarını çekiyorum. Hayâ duygusu bu insanların yüzlerinin her çizgisinde o kadar müşahhas ki. Düşünüyor, üzülüyor ve dalıp gidiyorsunuz. O sırada evinin balkonundan fotoğraf çektiğimizi gören bir
amca bizi yemeğe davet ediyor. Teşekkür ederek köyden ayrılıyoruz. Yolun doğru olup olmadığını yeniden teyit ediyoruz. Yol boyu insanlar tarlalarında çalışıyorlar. Ekmeği her emekte ve alın terinde görebiliyorsunuz. Kimisi traktörünün üstünde, kimisi tarlasının içinde, kimisi bir su kanalının yanında rızkını topluyor. Tozlu köyünden Mehmet Özkan’ın köyü
için yazdığı şiiri mırıldanarak yolumuzadevam ediyoruz.

Ötean habarın aldım.
Anam gardaşıma noluk.
Gandırıyor elin oğlu.
Diyor kine emmin ölük.”

Dedebeli’nin aşılmazlığını anlatan o kadar çok hikâye, türkü, ağıt ve şiir var ki, bunları okudukça ve dinledikçe merakımız daha da artıyor.

Sen de mi aştın geldin Dedebeli'nden?
Üşüdün mü soğuğundan yelinden?
Kokladın mı sümbülünden gülünden?
Gül çehreni dönder Gül Mahmut baba.

Dedebeli’ndeyiz… Buraya neden bel dendiğini Kayseri tarafını görünce daha iyi anlıyoruz. Temmuz ayı olmasına rağmen buz gibi, hatta üşütecek yoğunlukta ve sertlikte bir rüzgar var. Arabamızı belde durdurup sağda görünen sarp kayaya doğru giden patikayı takip ediyoruz. Bu bele adını veren Dede’nin yanındayız artık. Zaten ilk gördüğünüz şey iki gözlü mağara, mağaranın önündeki mezar ve sol mağaradaki su kuyusu. Su kuyusunu görünce Emir Kalkan’ın hikâyesinin girişini hatırlıyorum: “Dede’den bir su içmiş de çırpınıp kekliğe dönmüş” Su, kuyuya uzanıp alacak kadar yakın mesafede. Herhangi bir akıntısı olmayan
suyun hiç eksilmediğine inanılıyor. Dolayısıyla siz sudan ne kadar içerseniz için su her zamanki seviyesini muhafaza ediyor. Buz gibi ve gerçekten çok tatlı bir su. Suyu içerken su kuyusuna atılmış paraları gördüğümüzde gülümsüyoruz. Aynı biçimde mağaranın önündeki mezarın üstündeki bazı taşlara çaputlar bağlanmış. Dede’nin suyu arsıza nasip olmazmış. Arsız, kalleş, hain geldiğinde sudan içmeye yeltendiğinde su çekilirmiş. Ancak yiğit olan, mert olan içebilirmiş Dede’nin suyundan. Yine rivayetlere göre bu dağın yamacından bir yerden her yedi yılda bir şifalı su da çıkmaktadır. Su ilk çıktığında ayranı andırdığı için yöre insanı tarafından ayranlı çıkak da denilmiş. Suyun çıktığının söylendiği yere baktığımızda
herhangi bir su izine rastlamadık. Anadolu’daki mekânların kutsallığında Hz. Ali’nin izine çok rastladım.
Ya kılıcının izi, ya atının izi mutlaka sizi bir yerde bulur ve karşılar. Ama ilk kez Anadolu’da, Dedebeli’nde Peygamberimizin izine rastlıyoruz. Çok şaşırdığımız
bu rivayete göre, yöre insanı Peygamber Efendimizin su çıkan bu kayanın (ayranlı çıkak) dibinde dinlendiğine bir müddet Çukurova’yı seyrettiğine inanıyor. Tarihsel anlamda mümkün
olmayan bu tür rivayetleri elbette mana boyutunda ve sembolik anlamları ile yorumlamak gerekiyor. Burada yatan Dede’nin Kayseri’yi fetheden meşhur Melik Gazi’nin abisi olduğu söyleniyor. Ama sonuçta bu bir rivayet... Elde herhangi bir belge söz konusu değil. Kimileri de burada bir Aşığın veya Horasan’dan gelen erenlerden birinin var olduğuna inanıyor. Zaten Anadolu’nun her yanı Horasan erenleri ve onların kabirleri ile dolu değil mi? Mekânın bekçileridir bunlar… Mekânın mühürleri… Dede’nin ayakucunda Fatiha’mızı okuduktan sonra bir müddet oturup Çukurova’nın başladığı bölgeyi seyrediyoruz.
Müthiş bir ferahlık, huzur ve sonsuzluk duygusu... İnsan, dağlarda daha iyi hissedebiliyor eşya ve hadiselere vukufiyetin ne olduğunu. Her şeyi paranteze alarak yalnızlığınızı ve yalınlığınızı iliklerinize kadar hissedebiliyorsunuz. Dağlaşan insan, eşya ve hadiselere bir bütün olarak bakabilen insandır. Dağlarda dağ gibi insanların olmasının tesadüf olmadığına inanıyoruz. Onun için dağlarda dağlanmadan dağlaşamaz insan diyoruz ve Erciyes’e doğru yolumuza devam ediyoruz. Dilimizde ise bir dağ türküsü:

Obruk’tan Dedebeli’nden
Bir kan aldırdım kolumdan
Hasan Mehmet olsaydı
Onlar tutardı salımdan

Dedebeli’nden bir yel eser
Dağı taşı serinletir geçer
Görmek için kimler can atar
Güzel Köyüm Tozlum Benim

Dağlar yiğit gölgesine benzer. Dağ kenarlarındaki şehirler ve köyler yiğit gölgesine saklanmış yiğitleri hatırlatır. Tozlu köyünden çıkarken karşılaştığımız iki delikanlı Dörtpınar’dan su içmeden çıkmayın sakın diyor içten gülümsemeleriyle. Kısa bir süre sonra Dedebeli denilen mevkiyi yarıladığımız yerde, Tufanbeyli ovasını tepeden gören Dörtpınara ulaşıyoruz. Torosların buz gibi suyunu bize veren yan yana
dört tane pınar. Suyumuzu içtikten sonra yola devam ediyoruz. Dedebeli’ne çıkarken Kadir Hikmet Abi buranın eski Kayseri-Adana yolu olduğunu belirterek bölgeyle ilgili bilgileri paylaşıyor bizimle. Bölgede
özellikle kışın donarak ölen insanların ancak karlar eriyince bulunabildiğini söyleyince Emir Kalkan'ın hikâyesini ve sözünü ettiği ağıtları hatırlıyorum. Dedebeli ile ilgili ağıtlar, hikayeler, öyküler başlı başına bir kitap konusu bile olabilir.. Biz sadece bölgede bilinen bu hikayelerden birkaç tanesini aktarmakla yetinelim... Duran Aydın’dan aktarılan hikâye şöyle:
“Toklar Köyü’nde Kâzım Efendi vefat eder. Tufanbeyli’de gelin olan kız kardeşine ölüm haberi telgrafla iletilir. Telgrafı kadının kocası alır. Tomarza-Tufanbeyli arası çetin boğaz olan Dedebeli kış günü geçit vermez. Boynunu büker enişte çaresiz yalan  söyler karısına. Kayseri’deki amcam ölmüş, pek de muhabbetimiz yok yollar açılsın gideriz der karısına. Aradan zaman geçer ikinci telgraf gelir enişteye.
Telgrafta Kâzım Efendi’nin ölümünün 40. günü için okunacak mevlit için kardeşi çağırılmaktadır. Bahar gelmiş, Dedebeli geçit vermiştir. Adamcağız da karısını alıp, Kayseri’ye öldü dediği amcasının
evine gelirler. Karısı amcanın yaşadığını görünce kocasından işin aslını öğrenir

ve aşağıdaki ağıdı söyler.
Çıktım emmimgile geldim,
Gurudu gözümün yaşı.
Gelemedim babamoğlu,
Öykeli Dede’nin başı.
Benim gibi garip guşlar
Böyle dolanır çalıya.
Benim bacılığım batsın,
Gırkında geldim ölüye.
Gâvur musun babam gızı,
Niye habarın gelmedi?
Bizim eller gışlı olur,
Soyka Dede yol vermedi.
Bunu da görmedim desem,
Beni gınamaz mı köylü?
Adam beni beklemez mi,
Anamın yalınız oğlu?
Yarın savuşur giderim
Nerde gardaşım gelmiyor.
Geç galmazdım babamoğlu
Dedebeli yol vermiyor.


Dursun Çiçek (Şehir Dergisi)

Bakmadan Geçme