- Haberler
- CİDDE'DEN MEKTUPLAR BEN DE İBRAHİMİN BİR KUŞU MUYUM
CİDDE'DEN MEKTUPLAR BEN DE İBRAHİMİN BİR KUŞU MUYUM
Rabbimin bana inayeti ve hidayeti ile kendime, kendi hayatıma, insanlara ve insanların hayatlarına DİRİLİŞ FELSEFESİ ile bakmaya gayret ediyorum. Artık insanoğullarını iki kısma ayırıyorum: Diriler ve Meyyit-i müteharrikler… Diriler nefsin arzu ve isteklerine kapılmayıp, onu Rabb telnın istediği tarzda istihdam edenler… Meyyit-i müteharrikler ise nefsin arzu ve isteklerine ket vuramayıp kendilerine verilen akıl ve iradeyi meyilli olduğu istikametin tersine sürüp, böylece adeta bir hayvan, bir bitki gibi tek dünya hesabıyla yaşayanlar. Yani kımıldayan ölüler…
Değerli okur
Rabbimin bana inayeti ve hidayeti ile kendime, kendi hayatıma, insanlara ve insanların hayatlarına DİRİLİŞ FELSEFESİ ile bakmaya gayret ediyorum. Artık insanoğullarını iki kısma ayırıyorum: Diriler ve Meyyit-i müteharrikler… Diriler nefsin arzu ve isteklerine kapılmayıp, onu Rabb teâlânın istediği tarzda istihdam edenler… Meyyit-i müteharrikler ise nefsin arzu ve isteklerine ket vuramayıp kendilerine verilen akıl ve iradeyi meyilli olduğu istikametin tersine sürüp, böylece adeta bir hayvan, bir bitki gibi tek dünya hesabıyla yaşayanlar. Yani kımıldayan ölüler…
Bunu bildim bileli İbrahim Peygamber de benim için ayrı bir kategorinin yani DİRİLİŞİN sembolü oldu. Nuh’tan su olmayan yerde sefine yapma formülünü, Yahya’dan hayatın nasıl hayatlanacağını, Musa’dan kendinden olanlarla savaşın kendinden olmayanlarla savaşmaktan daha zor olduğunu nasıl görmüşsem İbrahim’den de kelimelerle imtihanı, ölülerin, ölü şehirlerin nasıl dirileceğini öğrenmeliydim.
Rabb teâlâ nasip etti, eşimin görevi nedeni ile Mekke’ye yakın mesafedeki Cidde şehrine yerleştik. Bu toprakları özyurdum olarak görmeyi Sezai Karakoç’tan öğrenmiştim. Onun kadar yürekli olamadığım için “Ben kendi özyurduma pasaportla gitmem” diyemedim. (Sezai Karakoç özyurduna pasaportsuz gideceği günlere olan inancı ile halen gitmiş değil). İşte Kayseri’de yaşadığım anlar, gerçek hayattan çalınmış saatler gibiydi bana… Arşınladığım topraklar ayaklarımdan başlayarak yiyiyordu adeta beni… Ben doğduğum ve büyüdüğüm memleketimde gurbeti belki sürgünü yaşıyordum.
Cidde’ye adım atar atmaz rivayetlere göre ilk insan Âdem’in eşinin cennetten çıktıktan sonra bu topraklara indiğini, Âdem’i aramaya bu topraklarda başladığını bilmenin kendimle bağlantısını kurmaya çalıştım. Âdemin eşi rivayetlere göre kaburgasından yaratıldığı Âdem’ini nasıl aramışsa ben de yaradılış sebebimle arama giren mesafeleri burada tüketmeli ve kulluk sırrına erebilmeliydim.
Çarşamba günü sabah namazında Cidde’deydik. Perşembe gecesi ise Mekke’ye yol alıyorduk. Taa Kayseri havaalanında başlayıp, İstanbul’da yoğunlaşan İbrahim’in bir kuşu olmak farkındalığı beni sağ tarafımdan yakalamıştı. Ve beynimi sallayan bir ürperti olarak arabada da devam ediyordu. Üstad Karakoç’un Kıyamet Aşısı izahı bu kadar nirengi bir noktadan yakalamamıştı beni. “Ya Mekke’ye varamadan ölürsem!” Uzak yollardan, yakın yollardan, yürüyerek ya da binekle İbrahim’e doğru koşmak… Dirilerek koşmak… Koşarken dirilmek… O çok kızdığım, Mekke’nin parsellenip makinalarla üleştirilmesi, yüksek gökdelenlerle esas silüetine darbe vurulması bile garkolduğum deryadan çıkaramadı beni. Ben bir kuştum. İbrahim’in çağrısı gelmişti kulağıma. “Bir vakıt da İbrahim: «Ya Rabbi göster bana ölüleri nasıl diriltirsin?» demişti, «İnanmadın mı ki? buyurdu, «İnandım velâkin kalbim iyice yatışmak için» dedi, öyle ise, buyurdu: Kuşlardan dördünü tut da onları kendine çevir, iyice tanıdıktan sonra her dağ başına onlardan birer parça dağıt sonra da çağır onları sana koşa koşa gelsinler; Ve bil ki Allah hakikaten azîzdir, hakîmdir.” (Bakara 260 Elmalılı) Ben, bizler, bütün insanlık dirilişe muhtaç ruhlardık. Ruhu, aklı, gözü, kulağı, beldesi, sokakları, sofraları betonlaşmışlara bir diriliş nefhası gerekiyordu. Ve bu nefha her daim İbrahim makamından tüm âleme ılıman rüzgârlarla ulaşıyordu.
“Şunu da hatırda tutun ki bir vakit İbrahim’i Rabbı bir takım kelimat ile imtihan etti, o onları itmam edince «Ben seni bütün insanlara İmam edeceğim» buyurdu «Ya Rabbi zürriyetimden de» dedi, buyurdu ki benim ahdime zalimler nail olamaz… Ve o vakit beyt-i şerifi insanlar için dönüp varılacak bir sevabgâh ve bir darüleman kıldık -siz de makamı İbrahim’den kendinize bir namazgâh edinin- ve İbrahim ve İsmail’e şöyle ahd verdik: Beytimi hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için, hem rükü ve sücude varanlar için tertemiz bulundurun… Ve o vakit İbrahim «Ya Rabb burasını emin bir belde kıl ve ahalisini enva-ı semerattan merzuk buyur, «Allah’a ve Ahıret gününe iman eyleyenlerini» dedi, buyurdu ki «Küfredeni dahi merzuk eder de az bir zaman hayattan nasib aldırırım ve sonra ateş azabına muztar kılarım ki o ne yaman bir inkılâbtır…Ve o vakit ki İbrahim beyitten temelleri yükseltiyordu İsmail’le birlikte şöyle dua ettiler: Ey bizim Rabbımız kabul buyur bizden, daima işiten, daima bilen sensin ancak sen… Ey bizim Rabbımız, hem bizi yalnız senin için boyun eğen müslüman kıl ve zürriyetimizden yalnız senin için boyun eğen bir ümme-i müslime vücuda getir ve bizlere ibadetimizin yollarını göster ve tevbe ettikçe üzerimize rahmetinle bak öyle tevvab, öyle rahîm sensin ancak sen… Ey bizim Rabbımız hem de onlara içlerinden öyle bir peygamber gönder ki üzerlerine ayatını tilâvet eylesin ve kendilerine kitabı ve hikmeti ta'lim etsin ve içlerini dışlarını temiz paklasın, öyle azîz öyle hakîm sensin ancak sen…” (Bakara 124-125-126-127-128-129 Elmalılı)
Efendimiz ( aleyhissalatû vesselâm) nasıl onun duası ise ben de nacizane şu ayetle yer buluyordum kendime: “Doğrusu insanların İbrahim’e en yakını her halde onun izince gidenler ve şu Peygamber ve iman edenlerdir, Allah da mü'minlerin velîsidir”(Ali imran 68 Elmalılı)
Ve dostlar; İbrahim’e yakın olup olmadığım sorgusunun şiddeti, ya nasip değilsemin ürpertisi ile son bir aydır dilime dolanan ezgiyi mırıldanıyorum: Hararet nardadır, sacda değildir.Keramet başdadır, tacda değildir... Her ne arar isen kendinde ara… Kudüs’te Mekke’de Hacc’da değildir…
Bu karmaşık duygularla harem-i şerifin dibinde buluyorum kendimi. Eşim “kapat “diyor gözlerini. Aç demeden açma. Ve ilk duanı planla… ‘Ne hacet’ diyorum içimden, ‘nasip olacak mı ki? Ya ben daha merdivenlerdeyken kendi kıyametimi yaşarsam. Ya tam bir adım kalmışken geliverirse ecel. Nasip mi ki?’ Titriyorum. Attığım her adım ölümden çalınmış birer nefes olup ayaklarımı yerden kesiyorlar. Bu diyorum eğer bana nasipse muazzam bir şey olacak. Bir daha asla yaşanmayacak bir ilki yudumlayacağım. İbrahim’i merak ediyorum. Ellerini yukarı kaldırmış dua eden bir beyaz sakallı hayal ediyorum, saçı ve sakalı diriltici soluğun rüzgarıyla ile savrulan bir beyaz sakallı… Kuşlar uçuşuyor ona doğru vadilerden ve ovalardan, irili ufaklı rengârenk kuşlar… Gökdelenlere kanatları takılanlar da var, öyle kolayca sıyrılıp gelenler de. Çocukluğumda yaşlı teyzelerin konuşmalarını hatırlıyorum. “-Nasip oldu gittin hacım. Biz de gideydik keşke! -Çağırmazsa gidemen ki.” Meğer yaşlı teyzeler çağrının ne olduğunu bilirlermiş, o çağrıyı beklerlermiş.
İbrahim’in torunu Hz.Muhammed’in (S.A.V) adımladığı bu yolları (tüm betonlaşmaya rağmen) adımlamanın cezbesindeyim. Sanıyorum ki Bilâl, Ebû Zerr de yürüyor benimle. Zeyd’in nefesi geliyor enseme. Hatice elinden tutmuş Fatıma’nın, etekleri savruluyor. Ali elimden tutmuş sanki, Ebû Bekir’in tilaveti geliyor kulaklarıma.
Eşim “sakın” diyor yine “sakın ben aç demeden açma gözlerini.” ‘Rabbim açmama yardım etsin gözlerimi diyorum, yoluna mıhlasın bakışlarımı, eğri yollara hasretmekten korusun görme melekemi. Keşke hep böyle kapalı kalsa gözlerim. Yüreğimle görsem hayatı.’
Son adımlarla beraber sağımdan solumdan iç çekişler duyuyor ve anlıyorum Kabe’nin tam karşısında olduğumu. ( devamı gelecek İNŞALLAH)