Bizim Kampüs

Hüznümüzü diri tutalım
Geçip giden her saniye gözlerime toprak atıp öyle gidiyor. Gördüğüm nefes kesici manzaraları hafızama kazıyabilmenin tek yolu ise gözlerimi kırpmaya engel olmak. Ve tutamıyorum zamanı. Hayat mı çok ürkütücü, biz mi çok savunmasızız? İnsanlar mı aşırı vurdumduymaz, biz mi artık delirdik? Üzülecek şeyler ne çok birikmiş öyle. Biliyor musun, Allah’ın bize bedava verdiği suyu bile parayla almak zoruma gidiyor. Dünyadaki insanların bir kısmı açlıktan ölürken, diğerlerinin tokluktan ölüyor olması zihnimi iğneliyor. İnsanların hayatları boyunca kendilerine dört duvar, betondan bir hapishane almak için gecelerini gündüzlerine katmaları beni üzüyor. Çocuklarına yetebilmek adına saçlarını ağartan, eve gittiklerinde eli boş gitmemek için uğraşan ve onlara beklentiyle bakan gözlere bakamayan mahcup babalar da beni üzüyor ama sözüm ona çocuklarına daha iyi bir hayat sunmak adına eve uğramayan, babalığı para babalığı olarak anlamış insanlar da bir o kadar yoruyor yüreğimi. “Ekonomik özgürlüklerini” elde edebilmek adına, hayatını birleştirdiği kişiye bağlı kalmamak adına hayatının anlamını yitiren kadınlar da üzüyor beni ve bu korkunç mantıkla yetiştirilen kız çocukları da. Yetim çocukların o mahzun ve kırık bakışları yüreğimi paramparça ediyor ama yetim babalar paramparça edilecek bir yürek bile bırakmıyor anlatabiliyor muyum? Çocuklarını okula gönderemeyecek durumda olan anne babalar beni üzüyor ama çocuklarını okula gönderip “eğitim” adına o tertemiz fıtratları dilediği gibi eğip büken sisteme gözü kapalı güvenen ebeveynler daha çok üzüyor. Her türlü fuhşiyata bulaşanlar da üzüyor ama yaptıklarını elitlik telakki edenler daha çok üzüyor. Konuştukları tek şey kıyafetler, makyaj malzemeleri, moda gibi şeyler olan; görünmez bataklıklarda çırpınan şöhret kurbanı insanları model alan, hayatının en verimli zamanlarını ziyan eden uyuşturulmuş bir neslin eşikte bekliyor olması fazlasıyla üzüyor beni ve umutlarımı acımazsızca baltalıyor. Cesedini tıka basa doldurup ruhunu aç susuz bırakan insanlar beni üzüyor ve ruhunun, vicdanının çığlıklarını artık duyamayacak hale gelmiş insanlar da bir o kadar üzüyor beni. Gençliğini, enerjisini adadığı çocuğunun, bu dünyadan artık gitmesi gerektiğini düşündüğü zaman gelince, o huzursuz huzur evlerinin pencerelerine hapsettikleri hüzün ve bekleyiş içindeki gözler de beni çok üzüyor. Hayatı daha az yaşamak üzerine kurulu, bir amacı bir heyecanı bir ümidi kalmamış insanlar da üzüyor beni. Gerçekten “insan” olanların insan yerine konulmaması üzüyor. Tek dostu kendisi olanlar ve fazlasıyla dostu olduğunu sananlar, düşmanlarını dost edinenler, bir araya gelince başkaları hakkında konuşmaktan başka konuşacak hiçbir şeyi olmayanlar; birbirlerini sevmeyi , aralarında olması gereken merhameti unutan karı kocalar, ”hayatın telaşesi” dedikleri şey yüzünden hayatın güzelliklerine şahit olamayanlar,  utanmaktan utananlar, kalpleri yol geçen hanına dönmüş olanlar, hayvanların da can sahibi olduğunu unutanlar (veya umursamayanlar) ve fazlasıyla “hayvansever” olup da “insansever” olmayı unutanlar, pazarda ağlaya ağlaya annesini arayan çocuklar ve annesini aramayı unutmuş adam çocuklar, evinin penceresinden akşama kadar yalnız yalnız sokağı seyreden teyzeler ve penceresinden bakacak evi olmayan mülteci yürekliler, yokluktan ne yapacaklarını bilmeyen insanlar kadar çokluktan ne yapacağını şaşırmış olanlar…. Ve küçük büyük daha birçok şey üzüyor işte. Haddinden fazla üzülüyorum bazen ama ne üzülmem ve ne de varlığım bu dünya ve insanlık tarihine hiçbir şey katmıyor. Üzüldüğüm şey için bir şey yapamamak bir kez daha üzüyor beni. Hal böyleyken, yüreğime umut üfleyen şey hala bunlara üzülecek bir yüreğimiz olmasıdır. Ben üzüntü dediğimiz duyguyu bir komutana benzetiyorum. Kalp denen kaleye bir girdi mi orayı kuşatır, eğer galip gelir de fethederse bu sefer vicdan harekete geçer. Vicdan harekete geçti mi de karınca misali de olsa eylemlerimiz olur, işlerimiz... İşte bu yüzden hüznümüzü diri tutalım, hüznümüzü, acımızı, insanlığımızı ve umudumuzu... Her şeye rağmen umudumuzu. ..
Rumeysa Doğan (iletişim:[email protected])

Kudüs kendi içine ağlıyor

Kudüs..
İlk kıblem...
Mübarek kılınmış beldem...
Bereket verilmiş memleketim...
Boynu büküklerin umudu iken sen, Kubbetüs-Sahra'nda iki rekat namaz kılmak uğruna, canlarımız feda iken; seni boynu bükük bırakan kim?
Sen, üç mübarek şehirden biri iken, sen bizim iken; Filistinli kardeşime '' Sawfa nabka huna*'' dedirten zalim kim?
Seni bizden koparmak isteyen kim?
Seni bir taş parçası olarak gören kim?
Aksa'da tekbir getirmekten başka elinden bir şey gelmese de, canı pahasına seni savunan kardeşim orda çırpınırken; benim burda elimi ayağımı bağlayan kim?
Senin sokaklarında bombalarla parçalanırken bedenler; benim bu ölümsüz olma merakımın sebebi kim?
Senin bağrında çocuklar taş atarak büyümek zorunda kalırken; benim içinde yüzdüğüm bolluğun hesabını verecek olan kim?
Senin dizinin dibinde anneler yavrusuz, yavrular babasız yaşarken; benim bu doyumsuzluğumun bedelini ödeyecek olan kim?
Senin yastığında bir dakika uyku haramken gözlere; benim burda rahatlık içinde uyuyabildiğim uykuların hesabını verecek olan kim??
'' Mescid-i Aksa'yı gördüm düşümde/ Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu/ Varıp eşiğine alnımı koydum/ Sanki bir yeraltı nehir çağlıyordu.'' 
*Sawfa nabka huna: Biz burada kalacağız.
İrem ERCAN

Ölümü düşünmeye başlamak
Ölümü düşünmeye başlamak, dilinizin sürekli dolgusu düşmüş bir dişe takılmasına benzer. Diliniz bir takıldı mı asla bırakamazsınız. Onu kurcalamak, çevresinde dönüp durmak zorundasınızdır. Zevkli olduğundan değil, aklınıza takılıp kaldığından ve hiç çıkmadığından. Ölüm, sizin en önemli takıntınızdı, siz de benim en büyük merakım. “Hiçbirimiz kendi tarihimizin kurbanı değiliz. Hikayemize biçtiğimiz anlamın kurbanıyız.” “Her acı taşınabilir, acıyı taşınmaz hale getiren ona razı olamayışımızdır.” “Ölümün hayatın son deminde yaşandığını düşünenler yanılırlar. Ölüm hayatın her anındadır. Çünkü ölüm ayrılık demektir ve hayatın her anı ayrılıkla perçinlenmiştir.” “Çok sevdiğiniz birinin sizden önce ölmesinin güzel tarafıdır bu. O kişiye duyduğunuz özlem, kendi ölümünüzü kabullenmenizi kolaylaştırır.” Gördüğünüz gibi kitap ekseriyetle ölümden bahsetse de aslında ölümü anlatırken hayatı anlatıyor. Yaşamına razı olamayanlar ölümüne de razı olamaz diyor Mustafa Ulusoy. Kitapta yazar karakterlere insan isimleri değil de renk isimleri vermiş ve kitabı fantastik kılan biraz da bu olmuş. Tabii “Anlatıcı”nın hakkını da yememek lazım. Terapi niyetine okuna bilinecek bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Ve yazarın diğer kitapları hemen hemen aynı üslup ve konuya sahip olsa da onları da okumak için sabırsızlanıyorum.
Rümeysa Doğan


Şükür avuçlarımızda
Yine satırlarıma başlıyordum işte. Ne yazacaktım ki yine? Yazacak birçok konu varken bu "şükürsüzlük" niye?
 Bakıyorum da insanlara bir nankörlüktür ki almış başını gidiyor. Çeşit çeşit yiyecekler, içecekler, giyecekler ve Rabbimin verdiği saymakla bitiremeyeceğimiz tüm nimetler... Bu çağda teknolojinin gelişimi ile her imkan varken bir şey eksik kalıyor. O da tam olması gereken "şükür".
 Dünya'ya bakıyorum, Suriye'de, Yemen'de, Filistin'de, Irak'ta, Mısır'da... Müslüman ülkelerde yaşanan sıkıntılara. Biz bu yaşananların kaçını yaşadık, kaçına üzüldük, kaçını dert edindik diye düşünüyorum. Düşünüyorum ancak cevap verecek yüz bulamıyorum. Biz her imkana sahipken, bolluk içindeyken, bolluk içinde ne yapacağımızı bilemezken  şükürsüz olmamızı anlayamıyorum. Hep tüketme çabaları... Dünya'nın faniliği sarmış Müslümanları...
Yetmiyor hiçbir şey: yiyecekler, içecekler, giyecekler, ulaşım araçları, hep bir tatminsizlik, hep bir yetmezlik. İnsanların yaşam amaçları ne? Sadece tüketmek, Dünya'yı sömürmek mi? O an aklıma geliyor, İbrahim Suresinin 34. Ayeti: "Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki insan pek zalimdir, pek nankördür". Rabbim biliyordu kullarını. O yüzden Bakara suresi 152. ayette "Öyleyse yalnızca beni anın, ben de sizi anayım ve yalnızca bana şükredin ve sakın nankörlük etmeyin."  buyuruyordu. Ama biz kanıyoruz dünyaya, Rabbimizi unutuyoruz. Elimizdeki imkanlarımıza şükretmiyoruz. Rabbimize tam teslim olamayışımız bu yüzden olsa gerek. En ufak olumsuz bir olayda hemen şikayetçi oluyoruz. Yaşanan olumsuz olayların da Rabbimizden geldiğini düşünmeyip farkında olmadan isyana sürükleniyoruz. Halbuki her halimize şükretmemiz gerekiyor. Çünkü imtihandayız, sabretmemiz gerek. Çünkü hoşumuza gitmeyen şeyde hayır olabilir. Allah bilir, biz bilemeyiz. Biz sadece şükredebiliriz. Şükretmek ise zor olmasa gerek, avuçlarımızı açıp ‘’Rabbim sana şükürler olsun’’ demek, zor olmasa gerek Müslümanım diyenin başını Rabbinin önünde eğmesi. Çünkü Müslüman bilir ki Rabbinin önünde her eğildiğinde Rabbi onu doğrultacak ve doğruya yönlendirecek. Şükürler olsun Rabbime. Ve yalnızca Rabbime. 
Hasibe ÖZGÜR

Zaman
Zaman: “Bir iş ya da oluşun, bir eylemin içinde geçmekte olduğu, geçtiği ya da geçeceği süre.” sözlük anlamı böyleyken, zamanın bizdeki karşılığı ne? “Hayat nasılda geçiyor, zaman hiç geçmezken.” demiş ünlü şair Cahit Zarifoğlu. Kulağa ne kadar doğru geliyor. İnsan zor ve sıkıcı zamanlarında zamanın bir türlü geçmediğinden şikayet ederken, dönüp arkasına baktığında “zaman ne kadar çabuk geçmiş” diyor. Zaman geçerken insana ne katıyor neleri alıp götürüyor; durup düşününce insan zamanla birlikte gelen tecrübe ve zamanla birlikte yiten fiziki özelikleri görebiliyor. Zamanla gelen tecrübe ile insanı ayrılıklar, kavuşmalar, keşkeler, mutluluklar takip eder, sonra babamın beni yolcu ederken söylediği cümle düşüyor aklıma; “Ayrılmak vakti olmazsa, kavuşmak vaktinin mutluluğuna varamazdık.” Zaman birikim demektir. Zaman mutlulukları, hüzünleri, heyecanları, ayrılıkları, Kavuşmaları, sevgileri, dostlukları, anıları, gözyaşlarını, tebessümleri içinde biriktirir. Birikimler arttıkça insan var olduğunu hisseder. Her şey karşıtıyla var olduğu sürece değişmeyen tek olgu zaman. Zamanın kıymetini bilin demeyeceğim. “Zaman ile var olun.”

Sümeyye ÜNLÜ
 

 

Bakmadan Geçme