Bir Hafta Bir Yazar: Prof. Dr. Şaban Sağlık

Sempatik bir dili, veciz cümleleri ile insanı etkileyen bir edebiyatçı.  Gençlerin dilini yakalayan bir hatip. Medeniyet kurucu metinleri bir kuyumcu rikkatinde arayan yazar. Mütevazı, sabırlı ve heyecanlı bir kişilik.

Kıymetli Hocam önce sizleri tanıyabilir miyiz?

1962 yılında Ordu’nun Korgan ilçesinde doğdum. İlk ve orta öğrenimimi Korgan’da tamamladım. 1981 yılında girdiğim Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü 1985’te bitirdim. 1986-1992 yılları arasında Bayburt ve Samsun’da öğretmenlik yaptım. 1992’de Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne araştırma görevlisi olarak atandım. Aynı yıl, yüksek lisans eğitimimi tamamladım. 1998’de de doktoramı bitirdim. Doktorayı bitirdiğim yıl Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne öğretim üyesi olarak atandım. 2004 yılında doçent oldum. 2010 yılında da profesör unvanı aldım. Şu anda (2023 Eylül) İstanbul Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmalarımı sürdürüyorum. Ulusal ve uluslararası düzeyde çok sayıda sempozyum ve kongrelerde bildiri sundum. Erasmus kapsamında Bosna Hersek’teki Sarayova Üniversitesi’nde kısa bir süre öğretim üyesi olarak da çalıştım. Edebi ve akademik dergilerde çok sayıda makalem yayınlandı; yayınlanmağa da devam ediyor. Pek çok ortak kitapta bölüm yazdım. Bütün bunların dışında yayımlanan beş tane de kitabım vardır. 

Pekala, yazma serüveni nasıl başladı?  Kimlerin yazma isteği oluşmasında, yazma yeteneğinizin gelişmesinde etkisi oldu?

İlk yazım, 1983 yılında yani üniversite üçüncü sınıf öğrencisi iken yayınlandı. Bir sınıf arkadaşımız vardı. O arkadaş Samsun’daki yerel gazetelerle de ilişki içindeydi. Hatta kendisi bazı gazetelerde yazılar yazıyordu. Kompozisyon dersimizde hocamız bizlere her hafta bir metin yazdırıyordu. O günlerde kompozisyonda edebi tür olarak “deneme” üzerinde duruyorduk. Hocamız bizden birer deneme yazmamızı istedi. Ben de -hiç unutmam- adı “Yeşil Işık” olan bir deneme yazmıştım. Hoca derste bazı arkadaşlara yazdığı metinleri okutuyordu. Tabii bana da okuttu. Hem hoca hem de sınıf arkadaşlarım yazdığım denemeyi çok beğendiklerini söylediler. Samsun’da gazetelerle ilişki içinde olan arkadaşımız o metni benden aldı ve ben onu bazı kişilere okutacağım, gibi bir şey söyledi. Aradan bir hafta falan geçmişti ki o arkadaş önüme bir gazete attı. Bu gazete Samsun’un yerel gazetelerinden biriydi. Gazeteyi alıp göz gezdirirken kendi adımı ve “Yeşil Işık” adlı metni gördüm. Çok şaşırdım. Arkadaşım benim yazımı gazetede yayınlatmıştı. Böylece ilk yazım da yayınlanmış oldu. Daha sonraları o gazete ve diğer bazı mahalli gazetelerde yazı ve şiirlerim yayınlandı. Üniversiteyi bitirip de öğretmen olarak atandıktan sonra, bu kez öğretmen kimliği ile yazılar yazmağa başladım. Mesela o yıllarda Türk Yurdu dergisi yayınlanıyordu (ne büyük bir gurur kaynağımız ki, bu dergi hala yayınlanıyor). Türk Yurdu dergisinde de birçok yazım çıktı. Yine o yıllarda bölümün hocaları ve öğrencileri biz mezun olduktan sonra bir edebiyat dergisi çıkardılar. Derginin adı ise “Kardelen”di. Hocalarımız bizden o dergi için de yazılar talep ederlerdi. O yıllarda şimdiki gibi hayatımızda cep telefonu ve internet (mail, chat, mesaj…) yoktu. İletişim yolu mektuptu. Velhasıl ilk yazılarım bu minval üzere yayınlanmağa başladı ve daha sonra artarak ve zenginleşerek devam etti.

Hocam her yaş grubundan yazma isteği olanlar var. Bu insanlara neler tavsiye edersiniz?

Üreten mi tüketen mi hayatta daha başarılı olur, şeklinde bir soru sorsak, tabii ki cevap “üreten” seçeneğidir. Yani yazarlık öğrencilerin üretme, yeni bir şeyler yapma ya da keşfetme yeteneklerini güçlendirmektedir. Öncelikle yazma isteği olanlara bu bilinci aşılamak ya da hatırlatmak gerekir. Burada yazarlık bilinci olmayanların başkalarına muhtaç olduğu ve tipik bir “tüketici” olduğu hususunun da altı çizilmelidir. Görülen o ki yazarlık, insanların (özellikle öğrencilerin) hayal güçlerini kullanmalarını, düşünmelerini ve kendilerine özgü şeyler yapmalarını öncelediği için aynı zamanda bir “eğitim” meselesidir. Bu bir eğitim süreci olduğuna göre, burada her yaştaki öğrencilerin yazarlık bilinci kazanmaları, onların geleceği ve özgüvenlerini pekiştirmeleri açısından oldukça önemlidir. Burada şunu da ifade edelim: Yazarlık sadece sanatçı eğitimi değildir. Aynı zamanda okuyucu eğitimini de içerir. Kişi yazarlık ilmini sadece yazmakta değil, okuma (eleştirme, değerlendirme vs.) işinde de kullanabilir. Önemli olan yazma ilminin ve bu ilim aracılığı ile tanışılan “büyük sanat eserlerinin” (mesela klasiklerin) okurunu ve de anlayanını yetiştirmek değil midir?... 

Her eğitim gibi yazarlık süreci de ailede ve çocuklukta başlar. Bir çocuğun aile büyükleri (dede, nine, anne, baba, hala, amca vs.) ile ilk ilişkileri bence yazarlığın ilk adımıdır. Hepimiz biliriz, annenin ninnisi, dedenin ya da ninenin masalları, dayının, amcanın veya daha başka kişilerin anlattıkları ilginç hatıralar, çocuğun dünyasındaki ilk sanatsal metinlerdir. (Burada şunu ısrarla vurguladığımız gözden kaçmamalıdır: Yazarlık kaliteli sanatsal metinler olmadan olmaz.) Bütün bu metinleri dinlerken çocuk daldığı hayal dünyasında ilk yaratıcılık örneklerini de verir. Nasıl mı? Dinlediği masalla özdeşleşerek; kendini dinlediği hikayelerin kahramanının yerine koyarak… Ailede başlayan bu süreç okulda da devam ederse (ki bu konuda Türkçe ve Edebiyat dersleri oldukça önemlidir) çocukta kendiliğinden oluşan bir yazarlık güdüsü oluşur. Sadece Türkçe ve edebiyat dersleri de değil, diğer sanatsal dersler (müzik, resim, sinema vs.) de bu süreci destekler.

Yazarlık her şeyden önce “yeni bir şey üretme” işidir. Bilindiği gibi üretme işi bir “hammaddeyi” gerektirir. Sanat dilinde hammadde kavramı yerine “malzeme”, “konu”, “problem”, “mesele” gibi kelimeler tercih edilir. Yani yeni ve orijinal bir şey üretmek isteyen yazar adayı, öncelikle yeni ve orijinal şeyler bulmalıdır; daha doğrusu aramalıdır. Ünlü edebiyat bilimcisi Rolant Barthes, “Okuma bir aramadır” der. Yazmak isteyen öğrenciler öncelikle yoğun bir okuma faaliyeti içine girmelidirler.  Peki ne okuyacaklar? Bizim “zemin metin” dediğimiz medeniyet kurucu metinler başta olmak üzere, tabir uygunsa ellerine ne geçerse okumalıdırlar. Zemin metin ya da medeniyet kurucu metin denilince Türk ve Dünya edebiyatının klasikleri akla gelir. Kısaca yazmak isteyen öğrenciler yazma süreçlerinde bir yazacaklarsa, on okumalıdırlar. Bu da yetmez. Aynı minval üzere filmler izlenmeli, mümkünse geziler yapılmalıdır. Tabii bu konuda söylenecek daha çok şey var. Ama şimdilik bunlarla yetinelim.

Kitaplarınızın, eserlerinizin isimlerini öğrenebilir miyiz?

Yayınlanan ilk kitabım esasında Osmanlıca bir metindir. Milli Mücadele devri aydınlarından (aynı zamanda bir asker) biri olan Ali Fuat Erden’in “Mustafa Kemal Paşa ve Köse Hoca” adlı bir kitabı var. Ben bu kitabı bugünkü harflere aktardım ve baş tarafına da bu kitap hakkında bir inceleme yazısı koydum. Yayınlanan ilk kitabım buydu. Daha sonra “Cahit Sıtkı Tarancı’nın Hikayeleri Üzerine Bir İnceleme” adlı kitabın yayınlandı. Bunu “Popüler Roman Estetik Roman” adlı kitabım izledi. Bu son kitabın bir anlamda uygulaması demek olan “Bir Popüler Romancı: Esat Mahmut Karakurt / Bir Estetik Romancı: Ahmet Hamdi Tanpınar” adlı kitabım da yayınlandı. En son “Hikaye Anlatı Yorum” adlı kitabım çıktı. Daha önce de söylediğim gibi benim çok sayıda makalem yayınlandı ve de yayınlanmakta. Hatta 50 civarında kitabın da bölüm yazarıyım. O makale ve bölüm yazdığım kitapların adını anarsam bu sayfa gereksiz yere uzar gider. İnşallah fırsat bulursam bu makaleleri kitaplaştırmak istiyorum. 

Sayın Hocam, yazarlık serüveninizde anlatmak istediğiniz sizi çok etkileyen bir hatıranızı dinlemek isteriz.

Arkadaşlarımızla kendi aramızda espri konusu olan bir hatırayı nakledeyim. Hece dergisini bilirsiniz. Özel sayılarıyla da meşhur olan bir dergi. Halen de çıkıyor. O dergi ilk yayınlandığında (1990’ların sonu) başında sorumlu kişi olarak Hüseyin Su vardı; nam-ı diğer İbrahim Çelik. (İbrahim Çelik’e “Hüseyin Su” adını üstadı Nuri Pakdil vermiştir.) Ben Hece dergisinin neredeyse bütün özel sayılarına yazdım. Hece dergisi yılın ilk ayında (Ocak ayında) bir şahsiyet hakkında özel sayı çıkarıyor; yılın ikinci yarısında (Haziranda) da herhangi bir konu hakkında özel sayı yayınlıyordu. Yani Hece yılda iki kez özel sayı çıkarıyordu. Bir mayıs ayı sonunda, o zamanlar görev yaptığım Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesinde çok yoğun bir çalışma temposu içindeyiz. Bir yandan yıl sonu sınavları, jüriler, raporlar vs. ile uğraşıyoruz; diğer yandan Hece dergisinin özel sayısı için yazmakta olduğumuz yazıya çalışıyorum. O kadar sıkıştık ki, hemen herkes bizden bir şey istiyor. Odamıza gelen öğrenciler sınavları okudunuz mu, diye bunaltıyorlar. Enstitü müdürü ve bölüm başkanı tez için raporları yazdınız mı, diye sorup duruyor. Bu arada daha başka işlerle ilgili de çok sayıda kişinin aradığı sorduğu kişi durumundayız. Tam o yoğun ve bunalımlı anımızda beni Hüseyin Su da arıyor ve “Dergi için yazı bekliyoruz” gibi bir cümle sarf ediyor. Ben de telefonda Hüseyin Su ağabeye cevaben “Ağabey, ben de yaz’ı bekliyorum, ama yaz mevsimini” diye okkalı bir cevap veriyorum. O sırada yanımda olanlar basıyorlar kahkahayı. Hem Hüseyin Su, hem de ben “yazı” kelimesini kullanıyoruz ama, her ikimizin de bu kelimeye yüklediği anlam farklı. İşte o günden beri özellikle “yazı” beklediklerini söyleyen ve bize geciktiğimizi hatırlatan dostlara biz de yaz’ı beklediğimizi söyleyerek şaka yapıyoruz. Yazarlık hayatımdaki bu anekdotu hiç unutmam.

Değerli Hocam, bizlere zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Röportaj: Mustafa Balaban
 

Yorumlar 1
SADIK 14 Eylül 2023 13:40

Tebrik ediyorum Mustafa Hocam, Güzel ve özel bir röportaj olmuş.

Bakmadan Geçme