Bir hafta Bir YAZAR: Muzaffer KOÇER

Bu haftaki konuğumuz bizlere kapısını ve gönlünü açan Muzaffer Koçer.  Kelimelerin peşine düşen, düşleri olan yazarımız,  şehrin karmaşa ve kargaşasından uzak, asude ve müstakil evinde karşıladı bizi. Munis yapısı ve sesi ile bizleri sanki ayrı bir iklime taşıdı.  Eski yazarlardan, eskimeyen yazarlara şairlerden kendi özel şiirlerine bir demet sundu mütevazı bahçesinde.

Muzaffer Hocam, arzu ederseniz önce özgeçmişinizden biraz bahseder misiniz?

Tahtalı Dağları; sadece yılanları, kertenkeleleri, akrepleri, çıyanları, kurtları, kuşları barındırmadı.

1850’den sonra yerleşik hayata geçmeye zorlanan ve Zamantı Havza’sına yerleşen Avşarlara da açtı kucağını. Avşarlar, Tahta Dağları’nın, devletin hayrına da şerrine de uzanamayacağını zannettikleri eteklerine, koyaklarına, yaylarına sığındılar. Tahtalı Dağları’nın her koyağı, onlar için ana kucağı oldu. Bu dağları arka kale bildiler ve bu verimsiz bozkıra koyunlarını, ineklerini, eşeklerini, atlarını, itlerini de alıştırdılar. Yardımlaşma, paylaşma ruhlarını; emanet bilinçlerini de yanlarından ayırmadıkları için birbirlerine dulda oldular, gölge oldular. Kışın, bozkırdaki üstü ağaçla ve toprakla örtülü damlarında; yazın, yaylardaki basit alaçıklarında nevi şahsına münhasır darül gurabelar kurdular.”

“Babalar Sessiz Ağlar” romanım böyle başlar.

1956’da, Tomarza’ya bağlı Emiruşağı köyünde, göçebe kültürünün henüz kaybolmadığı ; ailelerin; ziraatıyla, hayvancılığıyla adeta kendine yettiği, ürettikleri ile beslenebildiği, ama çocuklarının zihnini de o göçebe kültürüyle beslediği bir dönemde doğdum. İlkokulu köyümde, ortaokulu Kadı Burhanettin Ortaokulu’nda okudum. Ve kara canımı Kırşehir Erkek İlköğretmen Okulu’na attım. O zamanın sosyal devleti, başarılı öğrencileri yatılı öğretmen okullarında toplayabiliyordu. Daha ziyade köylerden gelen bu başarılı öğrenciler, burada, sadece nitelikli bir eğitime değil; sıcak, düzenli ve etli yemeklere; kullanılmamış elbiselere, su almayan ayakkabılara hatta yeni pardösülere de kavuşuyordu. Kırşehir Erkek İlköğretmen Okulunu bitirdikten sonra dokuz yıl kadar ilkokul öğretmenliği yaptım. Sonra Gazi Eğitim Enstitüsünü bitirdim ve bir süre Türkçe öğretmenliği yaptım. Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olduktan sonra da devlet okullarında ve özel dershanelerde/okullarda uzun süre edebiyat öğretmeni olarak çalıştım.

Salgın dönemi sayılmazsa, emekliliğim sıkıcı geçmiyor. Yazmaya emeklilikte devam ediyorum; kendi çabamla Arapça öğrenmeye çalışıyorum; parmaklarım eskisi kadar sağlıklı ve kıvrak değilse de bağlamamla aramı çok açmıyorum.

Hocam yazma isteğiniz nasıl başladı? Yazı serüvenin de isimlerini yad edeceğiniz kimseler var mı?

Sık sorulsa da en zor soru bu galiba. Başta yazarlığa beni yönlendiren olmadı. Cide Postası Gazetesinde yayımlanan bir şiirimin sevilmesiyle gazete sahipleri, devamlı yazmamı istedi ve (1972-1975) gazetede ayrılan “ Muzaffer Koçer’den Şiirler” köşesinde ilk gençlik şiirlerim yayımlandı.
Kayseri’ye geldikten sonra “Ülker” gazetesinde yayınlanan şiirlerim oldu.

1989-1993 Maraş yıllarım. “İktibas Dergisi”nde daha ziyade deneme türünde yazılarım yayımlanıyordu. Liseler için hazırladığım dil bilgisi kitabım da bu yıllarda tamamlandı. 1993 yılında yine Kayseri’ye döndüm. Okullardaki, dershanelerdeki birikimim yanında belki de deneme türünün birikime ve özgürlüğe yaslanmış olması; deneme türündeki kitaplarımın hamilelik dönemini başlattı diyebilirim. Evlilikle ilgili “ Şimdiki Aklım Olsaydı” ve eğitim ile ilgili “Benim Çocuk Kötü Çıktı”.

Deneme türündeki kitaplarım beğenildi; “ Şimdiki Aklım Olsaydı” çabuk bitti ama kitabın ikinci baskısı yapılmadı. “Benim Çocuk Kötü Çıktı” kitabını daha çok müfettişlerin tavsiye etmesi, Rahmetli Abdürrahim Karakoç gibi değerli şairler ve yazarlarında kitaplardan övgüyle bahsetmesi; kitabın ikinci baskısının yapılmasında etkili oldu herhalde.

Roman türündeki ilk yapıtım, “ Gökçek Ölmemiş”. Sarıkamış’a gidip dönmeyen bir Avşar gencinin dramı ekseninde örmeye çalıştığım bu eserin adı, benim adımı gölgede bıraktığı için beni biraz kıskandırdı. Beni tanıtanlar artık “Gökçek Ölmemiş’in yazarı” diyorlardı. Bu kitaptan sonra okuyucular da beni roman yazmaya zorladılar, diyebilirim.

Gökçek Ölmemiş ikinci baskısına hazırlanırken, Zamantı Avşarlarının 1940 ve 1950 yılları arasında devletle Toros eşkıyaları arasında sıkışmalarını yaşatmaya çalışan “Babalar Sessiz Ağlar” romanımı yazıyordum. Geçen yıl “Gökçek Ölmemiş”in üçüncü baskısı da yapıldı.

Bir süre de Kayseri Gündem Gazetesinde denemeler yazdım.

Yazma isteği olan insanlara tavsiyeleriniz nelerdir? Neleri okumalarını önerirsiniz?

Tabii ki iyi dinlemelerini, iyiyi dinlemelerini; iyi okumalarını, iyiyi okumalarını… Birikim gerektiren yazarlık, güzel ve nitelikli anlatabilme sanatıdır. Cahil insanları gözlerseniz iyi dinleyici(ve iyi okuyucu) olamadıklarını görürsünüz. Dinleme, okuma ve gözlem;(anlamanın) birikim kazanmanın en önemli olmazsa olmazı. Sözle ya da yazıyla anlatma ihtiyacı ve niteliği, anlamadan sonradır. Öyleyse güzel ve nitelikli anlatım(yazarlık), birikim ve anlatabilme(yazabilme) kabiliyeti gerektirecek; birikim kazanmak da emeksiz olmayacaktır.

Nitelikli ve güzel anlatabilme birikiminizin ve kabiliyetinizin farkına vardığınızda, eleştirilerin sizi olgunlaştıracağını da idrak etmişseniz, yazmaya başlayabilirsiniz. Yolun başında yazdıklarınız mükemmel olmayabilir.

Kıymetli Hocam, eserlerinizi öğrenebilir miyiz? Sadece roman türünde mi yazdınız?

*Liseler İçin Dilbilgisi,
*Şimdiki Aklım Olsaydı(evlilik üzerine, deneme türünde.),
*Benim Çocuk Kötü Çıktı( Eğitim üzerine, deneme türünde.),
*Gökçek Ölmemiş (Roman.),
*Babalar Sessiz Ağlar(Roman.),
*Fırıştak(Öykü.).

Ömrüm yeterse şiirlerimi bir kitapta toplamayı düşünüyorum.

Yazarlık sürprizlere açık bir yol. Bu yolculuk serüveninde unutamadığınız bir hatıranızı anlatır mısınız?

 “Gökçek Ölmemiş romanımı okuyan okuyucularımdan, beni ağlayarak arayan çok oluyor. Ben bu kadar nasıl ağlattın? diyenlere “Ağlayarak yazdım.” diyorum. Bunlardan birini paylaşmak isterim.
Bir gün, adını vermek istemediğim birinin, beni, “ Bu kadar yazdın da kaç kuruş kazandın?” diye aşağılamak istediği bir sırada telefonum çaldı. Biri ağlayarak: 
-Yazar Muzaffer Koçer’le mi konuşuyorum? dedi.
-Evet, dedim.
Ağlamalarının arasında:
-    Sivas’tan arıyorum. Ben bu kitabı okumadım, yaşadım; Sarıkamış faciasının Avşar ellerine düşürdüğü bu korun üç gündür içindeyim ve üç gündür ağlıyorum; diyordu.
-    Telefonu, beni aşağılamak isteyen kişinin kulağına tuttum ve “ İşte bunu kazandım.” dedim.

Muzaffer Hocam, bizlere vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
                 Röportaj: Mustafa Balaban

Bakmadan Geçme