• Haberler
  • BATILILAŞMA AMA NEREYE KADAR

BATILILAŞMA AMA NEREYE KADAR

Batılılaşma konusu son iki yüz yıldır bütün gerçekliği ve açıklığı ile inkarı mümkün olmayan bir vakıa ve bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.

  Bu konu ister gönüllü olarak kabul edelim, ister karşı çıkalım toplumumuzun değişik katmanlarında şu veya bu boyutuyla bir şekilde konuşulmaya, tartışılmaya her zaman açık bir konu olmuştur.

        Batılılaşma akımı Türk toplumunu tabandan tavana farklı düzeylerde de olsa etkilemiş ve çeşitli/ değişik yankıları olmuştur. Son dönemin İslamcı aydınlarından şair/düşünür M. Akif ERSOY “Alalım Garbın ilmini alalım sanatını; Verelim hem de mesaimize son sür’atını “ derken, bu etkinin İslamcı bir aydın üzerindeki yansımasını göstermiştir. Aynı etki Türkçü şair Ziya GÖKALP’ te  “ Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim “ üçlemesi ile açıklanmıştır.

Mehmet AKİF ’den Ziya Gökalp’e Filibeli Ahmet HİLMİ’ den Hamdi YAZIR’a kadar son dönem düşünürlerin bir çeşit savunma psikozuna girerek “ Batılı olarak da kendimiz kalınabileceğini anlatabilmek amacıyla içine düştükleri düşünsel sancıların anlaşılır bir tarafı ve dayanak noktası elbette olmalıdır.

        Onlara göre Garplılaşmak bir zorunluluktur, bundan uzak durmakta iskânsızdır. Batının ilmini, tekniğini, irfanını ve sanatını almalıyız. Muasır medeniyet seviyesine ancak bu yolla ulaşıp, asrileşebiliriz. Fakat kültürümüzün çekirdek unsurlarını ve kimliğimizin asli ögelerini ( din, dil, ahlak vs.) koruyarak. Bu şekilde batılılaşmak mümkündür ve istenirse başarılabilir.

        Fakat bu tezlerinde gözden kaçan, belki de kabullenemedikleri için görmezden geldikleri bir şey vardır. Zira Batılılaşma denen realite (tıpkı hareketli bir cismin gölgesini her gittiği yere taşıdığı gibi) kendi şartları altında doğmuş ve gelişmiş Din, dil, ahlak, sanat, kültür gibi değer ve anlayış biçimlerini de kendi gittiği her yere taşımaktadır.

        İşin asıl trajik yanı da Din, dil, ahlak, sanat, kültür gibi değer ve anlayış biçimlerimizi muhafaza ederek Batılılaşabiliriz diyenlerin bile batılıların ürettiği, ihraç ettiği ve kullanmamızı istediği, aydınlanma, çağdaşlaşma, ilerleme gibi argümanları  kullanarak önce dili tahrip ettiklerinin farkına bile varamayıp kendi kalelerine gol atma zayıflığını göstermeleridir.

        Bu durum bize açıkça gösteriyor ki Aydınlarımız ister batıcı olsun, ister batı karşıtı, onu savunurken de, ona karşı çıkarken de batının çekim alanından kurtulamamış ve batı Türk intelijansiyası için bir cazibe merkezi olma özelliğini her zaman devam ettirmiştir.

        Şehbenderzade Filibeli Ahmet HİLMİ Bey’in şu itirafları bu konuyu daha iyi anlatabilmek açısından önemli bir örnektir. O’na göre “kafasında günümüz ilmi ve tekniği ile ilgili sorular ve sorunlar olan tereddüt içindeki bir kimseyi ortaçağın mantığı, bilgisi ve yöntemi ile ikna demeyiz…” Bunun içinde kaynak ve dayanağımız Avrupalı düşünürler olmalıdır. Üzülerek söylemekteyim ki .. der Filibeli “ Memleketimizde hala orijinal fikirler ortaya atmaya güç yetirebilecek düzeydeki düşünürler çok az bulunur, hatta belki de yok gibidir.”

        Evet bu bir trajedidir. İki yüzyıldan bu yana durum hep aynı olmuştur. Türk aydını çağını anlama ve değer ürete kabızlığı çekmektedir. Yani yaklaşık iki yüz yıldır toplumun hangi katmanından ve hangi sosyal ve entellektüel düzeyinden olursa olsun, Türk aydını çağını kuşatabilecek, onu tam olarak idrak edebilecek ve hatta batı karşısında veya yanında bile olsa ona alternatif olabilecek her hangi orijinal bir tez üretebilecek konum ve düzeyde olmamıştır.

        İslamcı aydınlara kıyaslanarak olursa laik-batıcı aydınların durumu da pek fazla iç açıcı bir manzara arz etmemektedir. Zira bu hareket gerçek anlamda mütefekkiri olmayan, aydınları bir gazetenin köşe yazarı olmaktan öte bir marifeti bulunmayan, entelektüel seviyesi oldukça düşük olmasına karşın oldukça iyi birer demogog olan, jakoben, tepeden inmeci, militarist bir zihniyete sahip bir hareket olduğunu, darbeler ve yasaklar yoluyla defalarca ispat etmiş bir hareket olmaktan öteye gidememiştir.

        Onlar Türk toplumunun yaklaşık dört asırdır kan kaybetmesinin ve geri kalmışlığının sebebini, yanlış bir teşhisle milletin tarihinde, geleneklerinde ve özellikle de kendi deyimleriyle artık zamanını doldurmuş, eskimiş, geçerliliğini kaybetmiş olduğuna inandıkları “Din” e bağlamışlardır. Onlar eğer ilerlemek ve kalkınmak istiyorsak “Din” in ayak bağından/prangalarından kurtulmamız gerektiğini savunmuşlar ve at, kurtul ve kalkın kolaycılığına saplanmışlardır. Bunun sonucunda da Türk toplumu ciddi bir kültürel şok hali yaşamış ve bu şok ta büyük bir kültürel travma ve yıkıma yol açmıştır. Aslına bakılırsa bu durum gerçek anlamda aydını olmayan veya çağını yanlış anlayıp yanlış anlamlandıran her hareketin kaçınılmaz sonucudur.

        I. TBMM de temsil edilen grupların ana başlıklarıyla (Yusuf Akçura bunu  Üç tarz-ı Siyaset olarak formüle etmişti) Batıcılar (mandacılar), Türkçüler (ulusalcılar) ve İslamcılar olarak ayrıldığını kabul ederek hareket edersek, aynı görüşleri aşağı yukarı benzer şekilde savunan siyasi oluşumların tüm cumhuriyet hükümetleri boyunca da var olduklarını görebiliriz. Nihayet günümüzde de aynı ideolojik oluşumların (İslamcı, Türkçü, Sosyalist, Liberal vs.) Meclis çatısı altında toplandıkları da hepimizin malumudur.

        Günümüz siyasileri de tıpkı günümüz aydınları gibi kendi seleflerinin düştükleri çıkmazlara bir daha düşmekte aynı hatayı yeniden işlemektedirler. Batılılaşma uğruna verdikleri mücadeleyi ve sarf ettikleri enerjiyi yeni değerler dizisi(değerler dizisi) lar üretmek uğruna sarf edecekleri yerde “AB” kapısında bekleyerek tüketmektedirler.

        Kamuoyunda İslamcı parti olarak bilinen ve seçmen tabanına da bu durumu destekleyici mesajlar vererek politikasını bu yana şekillendiren siyasi partiler de son yüzyılda da sık sık “Biz batı tipi laiklik istiyoruz…” diyerek kendisine siyaset sahnesinde laikler arasında bir meşruiyet zemini açmaya kalkışmakta idi ler. Aynı söylemi İslamcı aydınlardan, bir kısmı da son zamanlarda “Demokrasi İslam ile çelişmez..” Kur’an da laiklik de vardır..” vs. gibi beylik sözlerle dile getirmekteydiler.

        İslamcı Partilerin ve yeni İslamcı aydınların bu tür söylemleri bizim için yeni değildir elbette. Evet, biz bu tür söylemlerin hiç de yabancısı değiliz. Buna benzer eklemlemeci tavrı ilk dönem Meşşai filozoflarından (örn: Yunan felsefesinin tercümeleriyle İslam dünyasına taşıyan el-Kindi, ibn-i Sina, Farabi’den) 19. yy’ın başlarına (İzmirli İsmail Hakkı’ya Filibeli Ahmet Hilmi’ye hatta M. Akif ve Elmalılı Hamdi Yazır’a)kadar birçoğundan okumuştuk.

        Meşşai (peripatetik) filozoflarının İslam dünyasını etkisi altına alan antik Yunan felsefesiyle İslam’ın öğretilerini uzlaştırmak için olağanüstü bir çaba sarf ettiklerini ve bu çabaların sonucu olarak ortaya çıkan felsefeye de İslam Felsefesi dendiğini biliyoruz. Bu çaba iyimser bir okumayla; O dönemlerde İslam dünyasının ve Müslümanların içine düştükleri bunalımı ve buhranı aşmak amacıyla sarf edilen çaba olarak anlaşılacağı gibi Kötümser bir okumayla da yunan felsefesinin Kur’an referans gösterilerek legalize edilmesi ve meşrulaştırılması çabası olarak yorumlanabilir. Diğer yandan da bu çabaların sonunda özgün fikirlerin de ortaya çıktığını görmezlikten gelmek haksızlık olur.. Fakat günümüz aydınları, bu tür özgün, fikirleri üretmekten aciz kalıp sadece batıya öykünmekle yetinmiş olmaları sebebiyledir ki ve islam’ın henüz genel kabule mazhar olmuş tanımı bile yapılamayan Demokrasi ile tam bir uyum içinde olduğunu iddia ederek , “kraldan çok kralcı” kesilip “eğer biz demokrat ve laik değilsek kimse değildir” tavrını sürdürmekte inat etmektedirler.

       İslamcı partililerin ve bir takım aydınların yukarda belirttiğimiz batı tipi laiklik taleplerine karşılık, son zamanların laiklik şövalyeleri de” öyleyse “biz de batı tipi bir din” istiyoruz diyerek cevap vermekte gecikmemişlerdir. Bu cevabı batılılaşmanın yalnızca insan hak ve hürriyetlerine saygı, teknik gelişme, siyasal hak ve özgürlüklerin kazanımı vs. ile sınırlı kalmayıp yani eklektik/seçmeci almayıp, yaşam biçimi, dünya görüşü ve hatta Din telakkileriyle birlikte bütün olarak kabul edilmesinin savunulduğunu açıkça göstermektedir. Böyle düşünen batıcılara bakılırsa batının din ve kültürünü vs. alıp insan hak ve özgürlüklerine saygı vs. gibi diğer unsurlarıgörmezlikten gelmek daha da akıllıca olacaktır.
Mehmet Ayman'ın yazısı

Bakmadan Geçme