Bahçıvan Figürlü Çininin Öyküsü
Prof. Dr. Ali BAŞ Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi ve Keykubadiye Sarayı Kazısı Başkanı
Bilindiği üzere Anadolu Selçuklu döneminin önemli saraylarından biri olan Keykubadiye Sarayı, Kayseri’de Keykubat Dağı eteklerinde, Şeker Fabrikası arazisi içerisinde bulunan Şeker Gölünün doğu kıyısında yer alır. Tarihi kaynaklarda övgüyle söz edilen Keykubadiye Sarayı’nın tespitine yönelik çalışmalar geçen yüzyılın ortalarında netleşmeye başlamış, rahmetli Zeki Oral tarafından yapılan çalışmalar sonucu keşfedilerek 1953 yılında ilim alemine tanıtılmıştır. Sarayda 1964 yılında rahmetli hocamız Prof. Dr. Oktay Aslanapa başkanlığında yürütülen bir sezonluk kazı çalışmasında mevcut kalıntıların etrafı açılmış, yapılan bazı tespitlere rağmen kısa süreli olan bu kazı çalışması sürdürülememiştir. 1980 yılında ise Prof. Dr. Oluş Arık ve Prof. Dr. Rüçhan Arık başkanlığında yapılması planlanan kazı çalışması da bazı sebeplerle başlatılamadan sonuçsuz kalmıştır. Daha sonraki yaklaşık 34 yıllık süre içerisinde saray ile ilgili olarak bilimsel anlamda bir çalışma yapılamamış ve adeta kaderine terkedilmiştir. Keykubadiye Sarayı’nda, günümüze ulaşan iki yapının rölöve ve restorasyon projelerinin hazırlanarak,
onarımlarının yapılmasına yönelik olarak başlatılan çalışma, finansmanı Kayseri Şeker Fabrikası yönetimi tarafından sağlanarak Oba Şehircilik ve Mimarlık şirketine verilmiştir. Aslında konunun temelinde, Mesci Dede olarak anılan ve 2014 yılında 92 yaşında olan bir zatın günümüze kadar gelebilen Dört Kemerli Yapıyı Alaeddin Keykubad’ın mezarının bulunduğu yer olarak belirtmesi yatmaktadır. Bu bağlamda konuya ilgi duyan Sayın Hüseyin Akay’ın girişimiyle Kayseri Şeker Şirketi yönetimi, yapıların restorasyonu konusunda duyarlılık göstererek söz konusu çalışmanın başlatılmasını sağlamıştır. Konuya ilişkin yazışmalar ve kurul kararları alındıktan sonra 02.04.2014 tarihinde Dört Kemerli Yapının yanında bir tören düzenlenmiştir. Törene sondaj çalışmasının bilimsel danışmanlığını yürütecek olan Prof. Dr. Ali Baş ile sondaj çalışmalarında görev alacak olan Arş. Gör. Şükrü Dursun ve Arş. Gör. Yurdagül Özdemir ile Kayseri Kültür Müdürü, Kayseri Şeker Fabrikası yönetim kurulu başkanı ve üyeleri, müdürleri ve çalışanları, Kayseri Müze Müdürü ve uzmanları, sondaj çalışması ve restorasyon projelerini üstlenen Oba Şehircilik ve Mimarlık şirketi çalışanları ile vatandaşlar katılmıştır. Açılış konuşmaların ardından sembolik olarak Dört Kemerli Yapının güneyinde ilk kazma vurulmuştur. Sadece açılış töreni düzenlenen söz konusu tarihte yüzey araştırması dışında çalışma yapılmamıştır. Sondaj çalışmasına Kayseri Müzesi Müdürlüğü denetiminde, Prof. Dr. Ali Baş’ın bilimsel danışmanlığında, Arş. Gör. Şükrü Dursun’un alan ve mimar Hayriye Livtopuz’un proje sorumluluğunda 07.04.2014 tarihinde başlamış ve çalışma 17.04.2014 tarihinde sona ermiştir. Sondaj çalışmasına Kayseri Müzesi adına müdür yardımcısı Hasan Elmaağaç ve Uzman Sezai Arık katılmıştır. Her iki yapının çevresinde yürütülen onbir günlük çalışma sırasında, özellikle Dört Kemerli Yapının çevresinde olmak üzere önemli kültür varlıkları ortaya çıkarılmıştır. Bunlar arasında farklı teknik ve süsleme özelliklerine sahip çiniler ile seramik ve alçı malzemeler dikkate değer buluntulardandır. Söz konusu çini buluntular arasında yer alan en önemli örnek, sır altı tekniğinde yapılan ve insan figürlü, 20,07 cm çapında, 2,5 cm kalınlığındaki sekiz kollu yıldız çinidir. Dört Kemerli Yapının doğu yönünde bulunan ve büyük bir heyecan uyandıran çini üzerinde yer alan kompozisyon, yıldız formuna uygun çerçeve içinde verilmiştir. Desen kobalt mavi, siyah ve turkuaz renklerle boyanmıştır. Çininin merkezinde, elinde kürek tutan, ön ve arkada birer bitki ile sınırlandırılan erkek fi gürü tasvir edilmiştir. Sola dönük vaziyette elinde küreğiyle toprağı bellerken betimlenen fi gür, muhtemelen bir bahçıvanı yansıtmaktadır. Figürün hafif uzun yassı kafasının üst bölümü birkaç noktasal hareketle ortaya konan saç dışında kel biçimdedir. Yüz hatları belirgin olarak işlenen fi gürün iri gözünün üzerindeki kaşı yay şeklindedir. Burnu oldukça büyüktür. Sakal ve bıyık arasında ise beyaz renkle şekillendirilen ağız kısmı seçilmektedir. El ve kolları ile küreği tutuş biçimi oldukça gerçekçi bir görünüm sergileyen fi gürün sağ ayağı havada olup, elindeki küreği toprağa saplamak üzere hareketli biçimde verilmiştir. Üzerindeki yarım kollu, yuvarlak yakalı elbisesi
kobalt mavi, içine giydiği uzun kollu mintanı ile bileklerinin üstünde sonlanan pantolonu turkuaz renkte boyanarak kompozisyona canlılık katmıştır. Figürün önünde ve arkasında, uzunca dallardan uzanan yuvarlak formlu meyveler-yapraklar ile uçlarında kırçıllı yapısıyla haşhaşı anımsatan büyük bir meyveyle sonlanan bitkiler yer almaktadır. Figürün iki ayağının alt kısmına gelen yıldızın köşelerinde üçgen bir şekil oluşturulmuş, bu yüzeye de bitkisel motifler işlenmiştir. Diğer yıldız kollarındaki üçgen şekilli bölmelerden farklı olarak çizgisel üslupta, toprak betimlemesi şeklinde boyanmıştır. Figürün çevresindeki diğer boşluklar turkuaz ve kobalt mavi renklerde dolgulanmıştır. Figürü ön ve arkasından sınırlandıran yıldız kollarında rezerv tekniğinde rumi motifi görülür. Astar renginde bırakılan rumilerin çevresi ise kobalt mavisi ile boyanmıştır. Buluntular arasında en sağlam örnek olan sekiz kollu yıldız çini, aynı zamanda sondaj buluntuları arasında insan figürlü tek örnektir. Elinde küreği ile çalışan erkek fi gürü oldukça gerçekçi biçimde tasvir edilmiş, fiziksel özellikleri açısından Selçuklu dönemi çini sanatı içerisinde hiç de alışık olmadığımız bir tip olarak verilmiştir. Bunun yanı sıra, saray eşrafı dışında halktan birinin tasvir edilmesi bakımından da büyük önem taşımaktadır. Selçuklu çinilerinde, tıpkı minyatürlerde olduğu gibi genel anlamda Türk tipi olarak verilen çekik göz, küçük burun, küçük ağız gibi fi ziki özelliklerden farklı olarak büyük burnu, çekik olmayan göz yapısı ile etnik açıdan farklı bir kişilik yansıtmaktadır. Anadolu Selçuklu dönemine ait böyle bir kompozisyon çini üzerinde sağlam olarak bugüne kadar ele geçmemiştir. Fakat dönemin maden ve minyatür sanatında benzer kompozisyonla karşılaşılmaktadır. Sondaj çalışması sırasında çok sayıda taşınır kültür varlığı ile karşılaşılması üzerine, bilimsel amaçlı kazı başlatmak üzere Kültür ve Turizm Bakanlığına başvuru yaptık. Yaptığımız başvuru kabul edilerek, Keykubadiye Sarayında Bakanlar Kurulu Kararı ile Kültür ve Turizm Bakanlığı adına 2015 yılından itibaren başkanlığımda bilimsel amaçlı arkeolojik kazıya başlamış bulunmaktayız. Bu bağlamda başta Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü olmak üzere, kazımıza maddi ve manevi anlamda destek veren Kayseri Büyükşehir Belediyesi ile Kayseri Şeker Şirketine kazı ekibi adına teşekkür ederim. Son söz olarak, aynı zamanda Keykubadiye Sarayı Kazısının logosu olan ve halen Kayseri Selçuklu Uygarlığı Müzesinde sergilenen bu nadide eserin ziyaretçilerini beklediğini belirtmek istiyorum.
Keykubadiye sarayı
Sultan I. Alaaddin Keykubad’ın Kayseri’de yaptırmış olduğu bu ikinci yazlık saray, o zamana göre şehrin 10 km. batısında, şimdi şehir merkezinde Ambar Mahallesinde kalmış, Ankara- Adana, Konya yolu üzerinde, Keykubad Dağı eteklerinde, bugünkü Şeker Fabrikası arazisi içerisinde idi’. Sultanın ismi ile anılan saray yanındaki Keykubad Dağı ve çevredeki Keykubad Çiftliği (halk dilinde Keybat olarak) bugünlere kadar gelebilmiştir. Sultan Alaaddin Keykubad kendi ismi ile anılan bu küçük tepenin güney batısında kaynayan su kenarına Keykubadiye Köşklerini yaptırmıştır. Kaynayan bu sudan oluşan ve bugün Şeker Fabrikası gölü olan gölcük sarayın havuzu idi ve uzak bir yerden buraya ayrıca içme suyu da getirtilmişti. Dağın arka, yani kuzey ve doğu tarafı ise kaynaklarda geçen, Selçuklu ordusunun seferlerden önce toplandığı meşhur Meşhed Ovası idi. Şimdi bu çevrede Meşhed İni isimli bir semt bulunmaktadır. Bu meşhur Selçuklu Sarayının yerini merhum M. Zeki Oral bulmuş, araştırma ve gözlemlerini neşretmiştir. Bugün de bazı kalıntılar mevcut olan burada 1964 yılında Prof. Dr. Oktay Aslanapa, kısa süre araştırma hafriyatı yapmış, 1980 yılında da Prof. Dr. Oluş Arık ve Prof. Dr. Rüçhan Arık birkaç gün bazı çalışmalarda bulunmuşlardır. Çevredeki yerleşim sebebi ile hızla tahrip olmakta olan bu tarihî alanda ciddi ve uzun bir kazı çalışması yapılarak sarayın koruma alanının tespiti ile bölgenin sıkı bir koruma altına alınmasına acilen ihtiyaç bulunmaktadır. Saray hakkında Selçuklu kaynağı İbni Bibi’de teferruatlı bilgiler vardır. Burada Saraydan ilk bahis H.622/M. 1225 yılında bazı tüccarların şikayeti üzerine Alaaddin Keykubad, tayin ettiği kumandanları emrindeki ordularını Kırım, Ermenistan ve Akdeniz sahillerine göndermesinden sonra “Emirlerin Olmadığı Sırada Sultan’ın Keykubadiye Mevkiinde Oturması” başlığı altında bulunmaktadır”. Yazar bu bölümdeki şiirde sarayı özetle şöyle tasvir eder: “Ordularını seferlere yollayınca. Sultan bir grupla bir yere (Keykubadiye’ye) gitti. Bu yer öyle bir yerdi ki Tanrı Cenneti dünyada göstermek için yaratmıştı. Havası ılık, sabâ rüzgârı misk kokuları getirirdi. Nehrin kıyısında yeşillikler vardı. Güzellikte bahar gibi idi. Orada öyle bir saray vardı ki güneş ve ay her taraftan görünürdü. O yerde hayat suyu akıtan bir çeşme vardı. Çevresi baştan başa gül bahçesi idi. Onun önünde güzel bir yeşil deniz vardı. Orada balıklar ay gibi gezinirlerdi. Oradaki ağaçların meyveleri ikbal meyvesi idi. Dünya oraya cihan padişahı Keykubad adına ikbal mührünü vurmuştu. Alemin Sultanı Keykubad bir süre cennet bahçesini andıran o nezih yerde oturur, yapacağı fetihleri düşünür ve eski pâdişahları anlatan kitapları okurdu. Pâdişâh seller vakti güneş kendini gösterince genç çavuşun sesi ile dışarı çıkar, dağ gibi atına biner. Cenneti andıran ovada (sarayın yanındaki Meşhed Ovası) dolaşırken her ülkeden adamlar gelir, duyduklarını ona anlatırlardı. Oradan mutlu bir şekilde eyvana döner, eliyle borgâhın kapısını açar, büyük küçük herkes oraya gelirdi. Mîr-i bar gelenleri kabul eder, padişahın dağıttığı adaletle işleri yoluna girerdi. Sonra halka açık sofra kurulur, münavebe ile herkes o sofradan nasibini alır, kimse mahrum kalmazdı. Sonra cihan fatihi oradan kalkar, saadetle başka eyvana geçerdi. Bütün bilginler, din ve düşünce adamları, köleler ve ordunun ünlüleri oraya girerlerdi.
Orada her konudan söz edilir, her ülkeden, yapılması gereken işlerden, hazinenin ve ordunun meselelerinden, asayiş ve huzurdan, sevgiden, düşmanlıktan, her ülkeye gönderilen cevaplardan bahsedilirdi. Bu işler bittikten sonra Mîr-i han Cihan Padişahının önüne Dârüsselâm gibi bir sofra kurardı. Çaşnigir huzura girer ve yerini alır, ünlü kimselerin yaptıkları duadan sonra Padişaha yiyecek sunardı. Yemekten sonra hepsi mutlu olarak Cihan Hâkiminin yanından ayrılırdı. Ondan sonra tanınmış kişiler, savaşın arslanları olan eğlence arkadaşları Padişah dergâhında bir defa daha yerlerini alırlardı. Saz ve rud çalan bütün çalgıcılar gelirdi. Neyin sesinden ve çalgı nağmesinden sert taşların kalbi de coşmağa başlardı. O mutlu pâdişâh gece gündüz zamanını bu şekilde geçirirdi. Haftada bir defa çevgân oyunu seyreder, kendisi de sık sık yapardı. İşlerinin olmadığı bazı günler ise ava çıkardı.” Erzincan Mengücüklü Emiri Melik Fahreddin Behramşah 1225 yılında ölünce, yerine oğlu Alaaddin Davudşah geçmiş, ancak bu Melik kendi emirleri ile geçinememiş ve onların bir kısmını öldürüp bir kısmını hapsetmişti. Bazıları da kaçıp Alaaddin Keykubad’a sığınmışlardı. Sultan bunun üzerine Davudşah’a elçi gönderip hapisteki emirleri kurtarmış ve onları Keykubadiye Sarayı’na getirtmişti. Burada onlara ikram ve izzette bulunarak meclisin baş köşesine oturtmuştu. “Bahar mevsimi idi, rüzgâr amber saçıyordu. Bahçeye cennetten bir kapı açılmıştı. Yer gül mücevherleriyle dolmuş, Kubadiye başka bir gök olmuştu. Cihan, padişahı güzel eyvanda oturmuştu. Önünde suyunu kevser suyundan alan, gül suyu akıtan bir çeşme vardı. Orada yeşil bir deniz (göl) vardı.” Bir müddet sonra Davudşah durumdan endişelenerek O da Kayseri’ye, Sultanın ziyaretine geldi. Sultan Onu emirleri ile karşılamaya çıktı. Beraberce at sürerek Keykubadiye’ye geldiler. Davudşah,
Erzincan’dan kendi tarafından getirilerek kurulmuş olan atlas otağa yerleşti. Misafi rlere hassa mutfağından sofralar getirildi. Yol yorgunluğu geçtikten sonra bir süre Sultanla birlikte Meşhed Sahrasında gezinti yapıldı. Davudşah tekrar ayrılıp otağına geldi. Günün yarısı geçince davet üzerine Davudşah, Sultan tarafından hazırlatılan tam takımlı, altın işlemeli başlıklı Arap ata binerek ve yine gönderilen kıymetli hil’ati giyerek emirlerle Padişahın bargâhına (Keykubadiye’de) geldi. Perdedar perdeyi kaldırınca Melik, Sultan’ın önünde yüzünü yere koydu. Kalabalık bir mecliste büyük bir eğlence tertip edildi. Davudşah on gün bu şekilde misafi r edildikten sonra ülkesine gönderildi (1227)’’. Daha sonra Sultan, ahdinden dönen Davudşah üzerine, Erzincan’a 1228 yılında bir sefer düzenleyerek buraları fethedip oğlu Keyhüsrev’i bu bölgeye vali tayin etti. Sonra Kayseri’ye dönüp
“atını Keykubadiye’ye sürdü. Orada bir şehir gördü (orası bir şehir gibi idi). Böylesi görülmemişti. Dağından (Keykubad Dağı) akan gül suyu gibi berrak, süt ve şarap gibi hoş ve lezzetli olan çay, bargâhın kapısının önüne kadar akmakta ve oradan her yere dağılmakta idi. Çok miktarda yükselen güzel köşkler gölün üzerinde tepeler meydana getirmişti (herhalde göldeki adacık üzerinde bulunan köşkler kastedilmektedir). Bahçelerde ağaçlar meyvelerle dolmuştu”’ Yine İbni Bibi Keykubad’ın Kayseri’de, 1 Haziran 1237 yılında, Ramazan Bayramında büyük bir ziyafetten sonra aniden hastalanarak Keykubadiye Sarayına geçtiğini ve gece yarısı bu kasırda vefat ettiğini, cesedinin buradan Konya Alaaddin Camii avlusundaki, ecdadına ait sultanlar türbesine nakledildiğini kaydeder”.
Sultanın ölümünden sonra Keykubadiye’ye gelen büyük oğlu Gıyaseddin babasının vasiyetine muhalif olarak buradan taraftarı emirler tarafından alınıp, babasının yerine Selçuklu tahtına çıkarmak için Şehir Sarayı-Devlethâneye götürülmüş, veliaht küçük şehzade İzzeddin Keykubadiye’de kalmıştı’ Saraydan 1254 yılında Keyhüsreviye Köşkü olarak haber almaktayız. Bu tarihte kardeş sultanlar, II. İzzeddin
Keykâvus ile IV. Rükneddin Kılıç Arslan arasında Kayseri civarında Ahmet Hisarı önünde (merkez Yuvalı Köyü yakınında) vukuu bulan savaşta Kılıç Arslan ağabeyine mağlub ve esir olunca, ağabeyi onu Keyhüsreviye köşküne götürmüş ve ziyafet vermiştir”. 1277 yılında Anadolu’yu Moğollar’dan kurtarmak üzere bir sefer tertip ederek Kayseri’ye kadar gelen Türk Memluk Sultanı Baybars, önce Sultan III. Gıyaseddin Keyhüsrev’in dehlizi (köşkü, otağı), çadırları ve sultanlık alâmetlerinin bulunduğu Keyhüsreviye (Keykubadiye) denilen öze geldi (20 Nisan Çarşamba). Sultan kapısında gelenek üzere nöbet (mehter, bando) çalınan otağa (dehliz) indi ve
halkın kendisini ziyaretine izin verip herkese hediyeler dağıttı. İki gün burada dinlenip Cuma günü (22 Nisan) şehre gelip Sultanlık Sarayında (Devlethane) Selçuklu tahtına çıktı”. Bütün bu bilgilerden Keykubadiye’nin (İbni Bibi, şiirlerinde Kubadiye olarak da anmakta) H.622, M.1225’te inşasının bitmiş ve kullanılmaya başlanmış olduğunu, 1250’li yıllarda artık önemini kaybetmiş bulunduğu ve Keyhüsreviye diye isimlendirildiğini, 1277 de ise sarayın değil, bu civardaki otağların tercih edildiği anlaşılmaktadır. Herhalde Moğol istilâsı ile (1243’ten sonra) burası tahrip edilmiş ve önemini kaybetmiştir. Nitekim 14. asrın sonunda yazılmış bulunan Kadı Burhaneddin tarihi Bezm ü Rezm’de saraydan hiç bahis bulunmamaktadır. Osmanlı döneminde burası artık “Keybat Çiftliği ve Dağı” olarak bir semt ismidir. 1649 yılında Kayseri’ye gelen Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde Kayseri’nin teferrüç (gezinti) yerlerinden biri olarak saydığı ve çemenzar yer olarak belirttiği “Alaaddin Köşkü Mesiresi”nin burası olması kuvvetle muhtemeldir”. Sarayın çevresindeki “Meşhed Ovası” ise zamanımıza bu bölgede bir semt ve küçük yerleşme yeri olan “Meşhed İni” olarak gelmiştir.
KAYNAKLAR Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Zuhuri Danışman Yayını, İstanbul 1970, C.V Faruk Sümer, Yabanlu Pazarı, İstanbul. 1985 İbni Bibi, El-Evamirü’l- Alâiyye fi’l-Umuri’l-Alaiyye, çev. Mürsel Öztürk, Ankara 1996, C.l M. Zeki Oral, Kayseri’de Kubadiye Sarayları, Belleten, S.68 Prof. Dr. Oktay Aslanapa, Kayseri’de Keykubadiye Köşkleri Kazısı (1964), Türk Arkeoloji Dergisi, S.XIII-I, 1964