BABAN OSMAN COŞKUN VE BEN

Osman Coşkun'un şatoya benzeyen evini ve yüksek duvarlar arasındaki adeta Cennetten bir köşe olan bahçesini, içindeki bin bir çeşit meyve ağaçlarını ve gülleri çocukluğumda hep merak ederdim. Çünkü bu ev Aşağı Everek Yoğurt Pazarı'ndan Aygösten'e giderken sağda bizim bahçemizin karşısında, Dayıları Paşaların Cemil Amca'nın bostanının alt tarafındaydı. Aygösten'e giden yola kadar uzanırdı. Keşke belediye bağışlandığında bu şatoya benzeyen evi restore ettirtip korumaya alsaydı. Develimizde bunu yapacak hayırseverlerimiz her zaman vardı. Zannediyorum Develi'nin kültür mirası evlerimiz gibi buda yok oldu.

  

 Yıldız Hanım, babasının savaştan sonra ölünceye kadar yaşadıkları anıları yazmasa öğrenemeyecektik. Hatıratlar, kültür mirasımız. O devir için bilgi ve belgeler sunuyor. Anılar, tabii ki yazmakla da bitmiyor, bu kitabın basılarak okuyucuya ulaşması gerekiyor. Yıldız Hanım, son görüşmemizde dedem Kara Müftü ile babasının iyi bir dost olduğunu ve zaman zaman şakalarına bile şahit olduğunu anlattı. Milli Mücadele lehine fetva vermekten çekinmeyen ve Milli Müdafaayı Hukuk Cemiyetinde vatan savunmasında din adamı alarak görev alan vatanperver kişilerden biride Müftü Numan Cebeci namı diğer Kara Müftü ’dür. Bu kitaba sığmayan anıları ilerde sizlerle paylaşmaktan mutlu olacağım.

BABAMIN EVE DÖNÜŞÜ

Savaş bitmiş, işgal edilen vatan toprakları kurtulmuş, savaşan askerlerden hayatta kalanlar evlerine geri dönmeye başlamışlardı. Nuri Bey, yani babam Osman Coşkun, Develi Dağı’nı tırmanırken duyguları çelişkiliydi, mutlu olması gerekirken içini derin bir hüzün kaplamıştı. Evine kavuşmanın sevinci mi, yoksa geride bıraktığı savaşın acı günleri mi daha yoğundu? Üstelik ailesine kavuşunca acaba onu neler bekliyordu, kimler ölmüş, kimler kalmıştı? Sağ kalabilenler neler yaşamışlardı. Yokuşun yarısında durup geri döndü, heybetli Erciyes Dağı’nın eteklerinde uzanan kasabayı seyretti. Ne kadar çok severdi kasabasını. Temiz havayı derin derin içine çekti. Eve gitmekte acele etmiyordu. Adımlarını yavaşlattı. Kayaların siperli yerlerinde açan nergisleri, kır menekşelerini seyretti bir müddet, göçmen kuşların uçuşunu takip etti. Leylekler dönmüş olmalıydı.

Her ne kadar istemese de işte nihayet kapının önündeydi. İçeri girmek onu korkutuyordu. Daralan içini genişletmek istercesine derin bir nefes aldı ve yavaş yavaş iki kere tokmağı vurdu. Sanki onu kapının arkasında bekleyen biri varmış gibi tahta kapı ağır ağır gıcırdayarak açıldı. Sekiz, dokuz yaşlarında tombul, güzel bir kız çocuğu şaşkın şaşkın ona baktı, sonra hızla içeriye doğru koşmaya başladı. Osman taş avluya girince ocakta yanan meşe odunlarının etrafı saran duman kokusunu hissetti, özlemle içine çekti:

—Nihayet, diye fısıldadı. Fakat neyin nihayetiydi bu, savaş acılarının bitmesi mi, nihayet ailesine kavuşması mı? Bilemedi. Belki huzura attığı ilk adımdı. Bu cümlelerle başlıyor, Babam Osman Coşun ve Ben.

BABAM VE ANNEMİN AZİZ RUHLARINA İTHAF EDİYORUM

Yıldız Coşkun Yeğenağa bu kitabı babam Osman Coşkun ve annem Nîretül-İkbal’in aziz ruhlarına ithaf ediyorum diyor ve neden yazdığını şöyle anlatıyor;  Babamın Milli Mücadele yıllarına dair anılarından oluşan “İkinci Ergenekon” adlı hatıra kitabının ikinci baskısından sonra bazı tanıdıklar bana bunun devamını yaz diye ısrar ettiler. Osman Coşkun’un örnek alınması gereken bir hayatı vardı. Babamın hikâyesinde hepimiz vardık. Bizleri de anlatmadan hikâye tamam olamazdı. Hepimiz onun bir parçasıydık. Bizde herkes gibi acıyı ve mutluluğu bir arada yaşadık. Bizde güldük ve ağladık. Sevildik ihanete uğradık. Elime kalemi alırken bazılarını kızdıracağımı bilsem bile, hep gerçekleri yazacağıma dair kendime söz vermiştim.

Babam, Osman Coşkun yaşamı örnek alınacak bir kişiydi. Altmışaltı yıllık hayat çizgisinde attığı her adım onun gururla yürüyüşünden izler taşır. Coşkun’un yaptığı iyilikler hudutsuzdur. Ölümünden elli yıl sonra kitabı yayınlanınca getirdiği ses bunun örneğidir.

Çevresindekini doyurmadan o doymazdı, başkalarını güldürmeden o gülmeyi suç sayardı. Her hastanın başucunda o bulunurdu. Kendisine kötülük yapanlara bile kapısı açıktı. “Dost gelirse geri dönmesin, düşman gelirse dost olalım” düşüncesiyle evinin, bahçesinin kapısını hep açık tutardı.

 Gençlere değer verirdi. Onların ülkelerine mükemmel bir şekilde kazandırılmaları için çevresinde toplar, uzun uzun konuşurdu. Develililer onunla gurur duydular. Belki bir elli yıl sonra bile hatırlayanları, ananları olacaktır. Bu arada Develi ve Develi Halkından bahsetmeden geçemezdim. O günün insanları, gelenekleri, yaşamaya, işitmeye değer olaylardı. Babamın hep söylediği “Yaşamak güzeldir, yaşamasını bilirsen ”sözünü hiç unutamam.

ANNEM NİRET- ÜL İKBAL

 Annemin çok güzel çiftetelli oynadığı dillerde dolaşırdı. Öyle her zaman oynamazmış. Genç kızlığında arkadaş topluluklarında; annem keman, teyzem ud, Mükerrem Hanım piyano, bir arkadaşları (galiba o Develi’ye gelen bir memurun kızıymış) kanun, Şefika halam da tef çalar eğlenirlermiş.

Annem oyuna en son kalkarmış. Babamın, oynaması için ona özel tahta kaşıklar yaptırdığı anlatılırdı. Ben annemi tek bir kere oynarken gördüm; Ali’nin sünnet düğününde. O gece Develi’deki büyük salon epey kalabalıktı, fakat yabancı yoktu. Herkes gülüp oynuyor, eğleniyordu. Annemin de oynamasını istediler. Annemin arkasında uzun bir elbise vardı. Zaten evde hep uzun elbiseler giyerdi. Nîretül’ün oynaması diğerlerine benzemiyordu. Kollarını yana açmış zarif hareketlerle sanki yürümüyor, yerde kayıyor gibi salonun bir ucundan öbür ucuna akıyor, gidip geliyordu. Bir tür Kafkas oyununa benziyordu. Omuzlarına dökülen pırıl pırıl dalgalı saçlarını öyle güzel sallıyordu ki, herkes nefesini tutmuş onu seyrediyordu. Ah güzel anacığım! Bu oyunları sen nereden öğrendin? Sen bu dünyaya gelmiş ender bir kişiydin. Kayınpederim bir gün bana: “Tanrı bir kulunu kusursuz yaratırsa, onu yok edip tekrar yaratırmış” demişti. Tanrım! Annemi bu kadar mükemmel yarattığın için mi erken aldın.

  Ben babamı çok severdim. Osman Coşkun, sen ne büyük bir insandın. Altmışaltı yaşına kadar yaşadın. Bu pek uzun bir ömür değil, ama sen bu altmışaltı yıla yüz yılı sığdırdın. Bir günün bile boş geçmedi.  Yaşamayı severdin. Benim için en büyük mutluluk Osman Coşkun’un kızı olmamdır.

 

          Yıldız Yeğenağa, babasının yazdığı roman ile ilgili; kitabının bitiminde yazdığın son paragrafı hep gözlerim dolarak okuduğunu anlatır: Oradaki son paragraf.

“Sevgili okuyucularım, bir an için Zamantı Nehri’nin kırık dökük köprülerinden geçerek Kozan Dağları’nın aşılmaz tepelerine, uçurumlu sırtlarına doğru akıp giden kahramanlar selini hayalinizde canlandırınız. Bunların önlerinde nimetleri paylaşılacak, bayındır ve zengin beldeler yok. Mal, mülk sahibi olmak ve yağmalara katılmak ümidinde de değiller. İçlerinde şan ve şeref peşinde koşan, servet ve rahatlığa kavuşmak hırs ve arzusunda olanlara da rastlanamaz. Birkaç profesyonel subaydan başka hiçbirisinin ne aylığı var, ne de gündeliği. İlerisi için de bir çıkar düşünmüyorlar. Onları zorlayan bir kanun emri veya bir diktatörün zoru da yok. Ahiretin Cennet’ini ve bu Cennet’in hurili gılmanlı nimetlerini bile akıllarından geçirmiyorlar. Kendilerini açlık, sefâlet, ıstırap ve ölümün beklediğini bildikleri hâlde. Bakınız, nasıl gülerek, oynayarak, şakalaşarak ve türkü söyleyerek, şen ve keyifli geçip gidiyorlar.

Bu soylu heyecanın ve bu tanrısal duygunun sebebi nedir? Bunu kendileri açıklayamazlar. Ancak Türk ruhunun ve onun gerçek cevherinin farkında olanlar bilirler ki, bu hâl Türk’ün bilincinin altında nakışlı hürriyet ve istiklal aşkının kabarıp coşmasıdır.

Bunlar onun vatan aşkı, insanlık sevgisini içerir.”  

Sevgili babam, seninle gurur duydum. Ruhun şad, mekânın Cennet olsun.

Yorumlar 1

Bakmadan Geçme