ZİHİNLERİ KAPİTALİZMİN İŞGALİNDEN KURTARABİLMEK

Vedat Önal, zihinleri Kapitalizmin İşgalinden nasıl kurtulabileceğini yazdı.

 Son yüzyılı düşündüğümüzde batıyı etkisine alan üç ideolojiyi görürüz. Bunlar komünizm, kapitalizm ve faşizmdir. İnsanlık bu üç ideolojinin yıkıcı etkisinden çok çekti ve çekmeye de devam ediyor. Bunların hepsinin genel ifadesi materyalizm olarak da isimlendirilebilir.

Bunlardan ikisi komünizm ve faşizmin etkisinin son 20 yılda iyice azaldığını ve bunun yerine kapitalist ve liberal politikaların bütün dünyada adeta bir din gibi algılanmaya başladığını gördük. Hatta işi iyice ileriye götürüp tarihin sonunun geldiğini ve artık kapitalizmin bundan sonra hakim güç olacağı ile ilgili kehanetler bile ortaya atanlar oldu. Geçtiğimiz on yıllar boyunca komünizmin ve faşizmin İslam dünyasında ne kadar yıkıcı etkileri olduğunu ve çok kötü olaylara sebep olduğunu yakından gördük. Fakat bunlar içinde kapitalizmin etkisinin hala daha İslam ülkelerini nasıl kuşattığını hep birlikte canlı bir şekilde yaşıyoruz.

Son 50 yıl boyunca gerek ülkemizde ve gerekse İslam dünyasının her köşesinde kapitalizmin aşırı mal, mülk ve konfor düşkünlüğünden kaynaklanan anlayışlar Müslümanların üzerine bir karabasan gibi çökmüş ve hala canlı bir şekilde bu yıkıcı etkileri yaşıyoruz.

Kimseyi ayırt etmeyelim bunların bir kısmı bizzat kendi üzerimizde de var. Öylesine bir toplum yapısı oluşturuldu ki, sadece dünyevi istek ve arzuların ön planda olduğu bunun dışındaki hiçbir şeyin dikkate alınmadığı bir dünya kondu önümüze. Bizler de Müslümanlar olarak karşımıza çıkan bu dünyaya karşı maalesef hiç de hazırlıklı değildik, sorgulayıcı da olamadık maalesef.

Özellikle bazı İslam ülkelerinde Müslümanlar karşılarına çıkan servetler karşısında dengelerini kaybettiler ve dünyaperestliği iliklerine kadar hissettiler ve yaşadılar.

Fakat şunun altını çizelim bu yaşananlar bugünün sorunu değildir. Bunu mutlaka ortaya koyalım. Bu ülkede ve diğer İslam ülkelerinde yolsuzluk ve hukuksuzluk insanların en çok şikayet ettiği iki konu oldu. Peki kendilerine Müslüman diyen insanlardan nasıl olurda bu kadar yolsuzluk yapan insan çıkar diye bir soruya ise şu karşılığı verebiliriz. Kapitalizm öyle bir zihni atmosfer oluşturdu ki, yaşanan hayatın bütün imkanları sanki bir hakmış gibi algılandı. Bu imkanların geldiği kaynak hiç sorgulanmadı. Yani bir Yahudi zihniyeti olan 'Üzümünü ye bağını sorma' anlayışı çok akıllıca İslam dünyasına egemen kılındı. Halbuki bir Müslüman yediği bir üzümün sahibini de bağını da sormak zorundadır. Bu göz ardı edilemez.

İşini iyi yapmayan bir müteahhit, sahtekarlık yapan bir esnaf, işinde rüşvet alan bir memur yaptığı bu haksız ve hukuksuzlukları sanki kendi hakkıymış gibi gördü. Böyle bir atmosfer yaratıldı. Kimse kazandığı paranın helal mi haram mı olduğu konusunda kafa yormadı, düşünmedi. Sonunda yolsuzlukların ayyuka çıktığı bir İslam dünyası ortaya çıktı.

İslam dünyası olarak komünizm, ateizm ve materyalizmden çektiğimiz kadar kapitalizmden de çok çektik. Fakat ilk üç ideoloji ile mücadelenin yanında kapitalizm hep biraz daha geri planda kaldı. Sanki kapitalizm diğerlerinin yanında 'ehveni şer' bir ideolojiymiş gibi algılandı. Belki söze gelince böyle değildi ama reel hayatın gerçeklerini düşündüğümüzde ise pratik hayatta maalesef kapitalizm çok güzel bir şekilde yerleşti ve kök saldı.

Geçtiğimiz günlerde İlim Hikmet Vakfı'nda ki konferansında Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Selahattin Polat hocamız çok doğru bir tespitini dile getirdi: 'Kapitalizmin en büyük dayanağı insanın kendi nefsidir' şeklinde bir tespitte bulundu.

Evet, gerek komünizm ve gerekse ateizmle fikri mücadelede Müslümanlar hep başarılı oldular. Zaten şu anda dünya üzerinde bu ideolojileri savunan çok da fazla insan kalmadı. Fakat iş kapitalizme gelince işte o konuda tüm dünyada olduğu gibi İslam dünyasında da büyük oyunlar oynandı. Sanki diğer ideolojiler İslam dışı, kapitalizm İslami bir ideolojiymiş gibi bir hava oluşturuldu. Bunu da daha çok liberalizm adı altında biraz daha yumuşatarak yutturdular. Fakat son yüzyıllık tarihi düşündüğümüzde ise İslam dünyasına en çok zarar

veren ideoloji nedir diye bir soru sorduğumuzda bunun ne komünizm ne de ateizm olduğunu görüyoruz. En büyük zarar kapitalizmden geldi Müslümanlara.

Giderek dünyevileşen Müslümanlar için Selahattin Polat hocamızın dediği gibi kapitalizmi benimseme de en büyük dayanak kendi nefisleri oldu. Bir de İslam dünyasına liberalizmin kar elde etmek için her yolu mübah olarak gören düşüncesi de yerleşince maalesef bugün geldiğimiz ve İslam ahlakı açısından çok sıkıntılı bir yaşam tarzının ortaya çıktığı bir İslam dünyası meydana çıktı.

Tarihin hiçbir döneminde Müslümanların gelecek ile ilgili kaygıları hiç olmadı. Çünkü Müslümanlar rızkın insanlara Allah tarafından verildiğine inanan insanlardır. Fakat kapitalizmin kuşatıcı ideolojisi zihinlerimizi işgal ettikçe dünyevileştik. Rahat, konfor, iyi yaşamak artık yegane hayat gayemiz haline geldi. Aralara serpiştirilen ufak tefek ibadetlerde bu yapılan yanlış uygulamaları adeta meşrulaştırmak için birer kılıf haline geldi.

Belki bugün geldiğimiz noktada bazı şeyleri sorgulamamız gerekiyor. Müslümanlar olarak hayatımıza bir çeki düzen vereceğiz. Özellikle belirli gelir seviyesinin üzerinde zenginliğe sahip olan insanlar bu uyarılara kulak vermelidir. Kimse kimsenin servet düşmanı falan değildir. Referansımız Hz. Peygamberdir. Birilerine biraz zor gelecek, belki bana kızacaklar ama gerçekleri söylemek gerekiyor.

Peki ne diyor bu servet düşkünlüğü için Sevgili Peygamberimiz, Ebu Hureyre (ra)'ın: Ey Allah'ın elçisi! Hangi sadakanın sevabı daha büyüktür? sorusuna Hz. Peygamber (sav)'de şöyle buyuruyor: 'Sağlığın yerinde olup malına düşkün olduğun, fakirlikten korkup zenginliğe tamah ettiğin halde verdiğin sadakanın sevabı daha büyüktür. (Bu işi) can boğaza gelip de 'falana şu kadar', 'filana şu kadar' demeye bırakma. Zaten o mal varislerden şunun veya bunun olmuştur.' (Buhari, Zekat, 11 ; Müslim, Zekat, 92).

Bakın dikkat edin. Bir malı kazandınız. Allah daha çok versin demekten başka diyecek bir şey yok. Fakat bu malı kime miras bıraktığınız en az kazandığınız malı helal yollardan elde etmeniz kadar önemli. Yani kısaca Hz. Peygamber şunu demek istiyor. Siz kazanabilirsiniz ama bu kazandığınızın her kuruşunu çoluğunuza çocuğunuza bırakmak zorunda değilsiniz. Yani yedi sülalenize yetecek serveti hiç emek sarf etmeyen birilerine bırakıyorsanız bu servetin nerede kullanılacağı konusunda da garantiniz olması gerekir. İnsanlar sizin helal yollardan elde ettiğiniz bu serveti miras yoluyla geldi diye har vurup harman savururlarsa bundan siz de sorumlusunuz. Bunu hiç düşünüyor musunuz ey Ümmet-i Muhammed.

Bunu şu anki kapitalizmin sahte değerleriyle iğdiş edilmiş zihinlerimizin anlamasını çok fazla beklemiyorum ama gerçek bu. İster kabul edelim ister etmeyelim ama siz sülalenizin geleceğini garanti altına alacak bir sigorta memuru değilsiniz. Allahu Teala her kulu için tayin ettiği rızıktan ne bir dirhem artırabilirsiniz ne de bir dirhem azaltabilirsiniz.

Biliyorum bu konular çok hassas konular. Bu konularda söz söylediğiniz zaman bir şekilde tepkiyi çekeceksiniz. Ama bizim insanlarla bir sorunumuz olamaz Allah'a şükür. İlkesel bazda kendisini Müslüman olarak gören insanları bağlaması gereken bazı ilkelerden bahsediyoruz. Hem de Hz. Peygamberin sürekli üzerinde durduğu servet ve mal düşkünlüğü konusunda uyararak.

Zihinlerimizi kapitalizmin işgalinden kurtarırsak, birçok şeyi daha net görebiliriz.

Çok basit bir örnek gibi gelecek ama üzerinde bir düşünülmesini istiyorum. Yüzbinlerce dolar vererek alınan makam arabalarına cidden bu kadar ihtiyacımız var mı dersiniz. Hele hele bu son derece lüks makam arabalarının toplumda söz sahibi olan vakıf, dernek başkanları, cemaat lideri, tarikat lideri gibi insanların da kullandığını görünce ben şahsen rahatsız oluyorum. İçimden geçenlerin birçok müslümanın da içinden geçtiğine eminim.

Yaşamlarıyla Müslümanlara örnek olması gereken insanların verdikleri bu görüntünün diğer insanların da hayatlarındaki kapitalizm anlayışına bir nevi meşruluk kazandırdığını düşünüyorum.

Bunun yanında mütevazilik sınırlarını zorlayan iş yeri düzenlemelerinin de israf olarak değerlendirilebileceğini söylemek sanırım yanlış olmaz.

Hz. Peygamber (sav) ve Hz. Ömer (ra) arasındaki diyaloga çoğumuz okuduk, dinledik ama yine de burada bir hatırlatmak istiyorum:

Hz. Ömer, Peygamber efendimizin dinlenmekte olduğu odaya sessizce girer. Bir an çevresine göz gezdirir. Tavana asılmış kuru bir deri parçası, bir torbanın içinde bir kaç kg. arpa, duvara dayalı bir kaç ağaç yaprağı ve yerde de Hz. Muhammed'in üzerinde uyumakta olduğu hurma lifinden örülmüş kaba bir hasır. Bu durum karşısında ağlamaya başlayan Hz. Ömer'in hıçkırıkları O'nu uyandırır. Kalkınca hasırın vücudunda iz yaptığını, kan oturduğunu gören Hz. Ömer omuzları sarsıla sarsıla ağlamaya başlar. Hz. Muhammed hayretle sorar:

- Ey Hattaboğlu! Niçin ağlıyorsun?,

- 'Ey Allah'ın elçisi! İranlılar imparatorlarını saraylarda yaşatırken, Bizanslılar Kayserlerini lüks ve ihtişama boğmuşken sen ki Alla'ın Elçisisin...İzin versen de, biz de seni...

Maksat anlaşılmıştır, Allah'ın Elçisi, gelecekteki halifesinin sözünü hüzünlü bir tebessüm, tatlı bir el işareti ile keser ve 'Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı (Ankebut, 64) ayetini okuduktan sonra ekler.

-'İstemez misin Ey Ömer! Dünya onların olsun, ahirette bizim....'

Her okuduğumda gözlerimin yaşardığını hissettiğim bu diyalogu çok dinlediğimizi, çok okuduğumuzu biliyorum. Ama hayatımızda nereye oturuyor hiç düşünüyor muyuz? Hayatımızın her anında artık konfor düşünmekten vazgeçelim. Sakın kimse o zamanın şartları bu zamanın şartları demeye kalkmasın. O gün İslam orduları Bizansı da, İranlıları da dize getirmiş ve hızla ilerlemeye devam ediyordu ve isteseler onlardan daha ihtişamlı bir hayatı seçebilecek durumdaydılar.

Zaten Müslümanlar için meşru halife olarak kabul edilen 4 halifenin hayatında hiçbir zaman saltanat izine rastlanmaz. Ne zaman ki halifelik emevi saltanati ile kirletilir o günden beri iktidar kavgaları siyasi çekişmeler çeşitli şekillerde devam ediyor.

Hz. Peygamber sevgisinin bu olaylardan alacağımız derslerle ölçüleceğini düşünüyorum. Kutlu Doğum Haftalarında salonları doldurup Hz. Peygamberi rüyada görme yarışına girmiş insanların hurafelerini dinlemek Hz. Peygamberi anlamaya yetmez.

Konformist bir hayat anlayışının bizi götüreceği yer bu dünyada da, ahiret aleminde de hüsrandır. Zekat müessesesini yeniden canlandırmamız gerekiyor. Bugün sıkıntımız Müslüman insanların zekat konusunda yaptıkları şeyleri kayıt altına alamamalarıdır. Geçmişte Osmanlı döneminde hayır severlerin kurduğu vakıflara bir göz atalım. İnsanlar bütün servetlerini vakıf müesseselerine bağışlıyorlardı. Ama bunların hepsinin miktarları ve kayıtları belliydi.

Bugün yaşanan parasal ve mali yolsuzluk iddialarının altında böyle bir denetim mekanizmasının olmaması yatmaktadır. Bu hayır işlerinin yıllardır böyle usulsüz yürüdüğünü herkes biliyor. Resmi kanallara girdiği zaman bir çok prosedür ve zaman israfı olduğu için bundan kurtulmak amacıyla farklı yollar seçildiği biliniyor. Hangi cemaat kendini bundan ayrı tutabilir. Son zamanlarda yolsuzluk ortaya çıkardığını iddia eden malum cemaatin finansal konularda yürüttüğü faaliyetlerin ne kadarı resmi yollardan olmaktadır biliyor muyuz? Duyuyoruz zekatların toplanması için insanlara nasıl dil döküldüğünü. Yanlış olan hep bana olsun benden başka kimseye bir hayır dokunmasın anlayışıdır. Müslümanlar kardeş deniyor ama ötekileştirme hat safhada. Bir arınmaya, bir yenilenmeye ve bir zihniyet değişimine ihtiyacımız var. Umarım bu yaşananlar buna güzel bir vesile olur. Vesselam…

Vedat Önal'n yazısı

v_onal3800@hotmail.com

Bakmadan Geçme