'Tarihsel Süreçte Şiilik'

Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Mezhepler Tarihi Anabilim Dalı Prof. Dr. Muharrem Akoğlu 'Tarihsel Süreçte Şiilik' konusunu anlattı.

'Mezhepler Cenab-ı Hakk'ın bir merhametidir'

İlim Hikmet Vakfı Konferans Salonu'nda gerçekleşen konferansta Prof. Dr. Muharrem Akoğlu Hz. Peygamberden sonraki süreçte özellikle Hulefa-i raşidin döneminin sonlarından itibaren toplumsal ve sosyal yapıda bir takım değişiklikler meydana geldiğini belirterek: 'Bu değişmeler bağlamında toplumda görülen kırılmaların kurumsallaşması sonucunda mezhep dediğimiz hadiseler ortaya çıkmıştır.

Mezhepler, dini pratiklerimizi uygulamada tatbik edebilmemiz için bize kılavuzluk yapan yapılardır. Bu anlamda dini hayatımızı daha rahat ve daha kolay bir şekilde şekillendirmemize katkı sağlayan unsurlardır. Bun anlamda ben mezhepleri Cenab-ı Hakk'ın bir merhameti olarak görüyorum. Aksi halde bizim dini hayatımızı şekillendirmemiz çok zor olacaktır.

Şiilik İslam kültür tarihi içerisinde çok ses getirmiş ve birçok tarihsel kırılmalara kaynaklık etmiş, İslam toplumu içerisinde pek çok olayların menşei olma özelliğine sahiptir. Şuanda İslam dünyasının %10-15'inin nüfus potansiyelini bugün Şii'ler oluşturmaktadır. Ehli Sünnet %85-90 civarındadır.'

'Şiilik, İran'dan ibaret değil'

Akoğlu, bizim toplumumuzda Şiilik denildiğinde akla İran'ın geldiğini kaydetti. İran'ın resmi dini anlayışının Şiilik olmasının buna kaynaklık ettiğini belirten Akoğlu, sözlerine şöyle devam etti: 'Şiilik kavramı sadece İran'dan ibaret bir kavram değil.  Şii yapı içerisinde Yemen'de meydana gelen Zeydiler vardır. Afganistan, Pakistan ve Hindistan coğrafyasında yaygın olarak bilinen İsmailliler vardır. Bunlar yine Şii yapı içerisinden çıkmıştır.

Her ne kadar Hz. Peygamber ve Hulefa-i raşidin döneminde mezhepçilik yok desek de, bu gün mezheplerin iddiaları farklıdır. Bu gün hangi mezhebe bakarsak bakalım kendisini ilk dönem ve ilk kaynakla irtibatlandırmak mecburiyetinde hisseder. Bir mezhep ismini, eğer dayandırabiliyorsa Kur'an-ı Kerim'de bir kelimeye, bir ayete dayandırmaya çalışır. Eğer bunu başaramıyorsa Hz. Peygamberin bir sünnetine, bir hadisine dayandırmaya çalışır. Bunu da yapamıyorsa, ve Hulefa-i raşidinden veya Ashab-ı Güzin'den birisinin bir sözüne ve bir davranışına kendisini dayandırmaya çalışır. Böylelikle bizim sahip olduğumuz din anlayışı İslam'ı temsil etmektedir, Hz. Peygamber'in rahleyi tedrisinden yetişmiş olan insanlar bizim yaşamış olduğumuz İslam'ı yaşamışlardır, dolayısıyla bizim dışımızdakiler eksiktir mesajı verilmeye çalışılır. Bütün mezheplerde bu vardır. Bu Şii'lik içinde son derece geçerlidir.

Şia, Hz. Peygamber'in kendisinden  sonra imam olması için Hz. Ali'yi vasi ilan etti. Hatta daha ileri iddialar var. Bazıları diyor ki, Kur'an-ı Kerim Hz. Peygamber döneminde Mushaf halinde değildi. Hz. Ebu Bekir bunları topladı. Hz. Osman bunu Mushaf haline getirdi. Daha sonra Hz. Osman mushafı İslam alemine dağıtıldı. Kur'an'ın toplanması döneminde Hz. Ali'nin imametini istemeyen bir takım kimseler Kur'an'ın Hz. Ali'nin imametine işaret eden ayetlerinin devre dışı bıraktılar diyorlar.'

'Şia ikinci asırdan sonra inançlaştırılmaya başlandı'

Akoğlu: 'Hicri birinci yılda imamiyet nazariyesi diye bir nazariye yok. Bu ancak 2. asırdan itibaren İslam toplumunda gündeme geldi. Ondan sonra da bugünkü Şia tarafından inançlaştırıldı. Bu inanç sisteminin oluşmasında mezhepler kendilerini meşru zemine oturtabilmek için bu iddialarını tarihsel olarak temellendirmeye çalışıyorlar.

Şia ikinci asırdan sonra inançlaştırılmaya başlandı. Şia, çıkıp ikinci asırda inançlaştığını söylese vatandaş derki ben dine inanırım sana niye inanayım ki! Bu eleştiriyi devre dışı bırakabilmek için mezhepler tarihsel arka planı yeniden okuyup, yeniden kendi ideolojilerini göre şekillendiriyorlar.

Şia'nın temel inanç nazariyesi, imamiyet nazariyesidir.  Hz. Peygamberden sonra Hz. Ali'nin halife olması inancı... Biz biliyoruz ki Hz. Peygamber döneminde de sahabe dönemlerinde de böyle bir şey yok. Ama Şia var diyor. Bu nedenle bunu temellendirmesi lazım. Şia'nın kendisine temel referans ettiği bir durum var. Gadir-i Hum hadisesi… Bu gün Şii, dünyada Gadir-i Hum bayramı diye bir bayram vardır. Bunu da şu şekilde izah ediyorlar: Hz. Peygamber veda haccını gerçekleştirdikten sonra Medine'ye dönerken Gadir-i Hum denilen bir yerde bir öğle vakti mola verdi. Orada namaz kıldılar. Namazdan sonra Hz. Ali'yi yanına çağırdı. Orada ashaptan başkaları da vardı. Ashaba dedi ki: 'Kim Ali'ye dost ise bana da dosttur. Kim Ali'ye düşmansa bize de düşmandır.' Hz. Ali'yi diğer ashabın huzurunda ve diğer ashabın gözünün önünde adeta ön plana çıkardı. Ona bir paye verdi. Ondan sonra Hz. Peygamber Medine'ye döndü. Bu durumu eğer Hz. Peygamber, Hz. Ali'yi övdüyse demek ki diğerlerine göre bir ayrıcalığı var diye yorumladılar. Kendisinden sonra Hz. Ali'yi işaret etti diyorlar. Bu Şia'nın en kuvvetli tarihsel argümanıdır. Fakat Şii olmayan kaynaklara baktığımız zaman bize şunu söylüyorlar: Hz. Peygamber veda haccına gitmeden önce Hz. Ali komutasında bir ordu hazırlattı. Orduyu yemen sefere gönderdi. Bu ordu yemende başarılar elde etti. Ganimetler edindi. Daha sonra Hz. Ali elde edilen ganimetleri askerler arasında dağıttı. Hazineye ayrılması gereken 5/1'lik bir hisse var. Hz. Ali bu hisseyi ayrı tuttu. Askerler, Hz. Ali'den bu hisseyi de istedi. Hz. Peygamber zaman zaman veriyordu sen de bize ver dediler. Hz. Ali bu ganimeti size verme hakkına sahip değilim dedi. Bu sadece Hz. Peygamberin hakkıdır. Ben bunu elimde tutarım siz bunu daha sonra Hz. Peygamberden istersiniz. O yetki ona aittir diyor. Hz. Peygamberin Mekke'ye veda haccı için geldiğini duyunca Hz. Ali, kendi yerine başkasını vekil tayin ediyor. Kendisi de Mekke'ye gidiyor. Hz. Ali, Hz. Peygamberin yanındayken o Yemen'deki ordusunun da Mekke'ye geldiğini duyuyor ve ordusunu Mekke'nin dışında karşılıyor. Fakat bakıyor ki askerlerin üzerine farklı kıyafetler var. Bunları nerden aldığını soruyor. Onlarda bizim senden istediğimiz senin de bize vermediğin ganimet malları… Hz. Ali, buna benim yetkim yok diyor. Hazinenin malını hazineye verin diyor. Fakat insanların ellinden mallarının geri alınması bir takım kimseler arasında huzursuzluk kaynağı oluyor. Hz. Ali'yi, Hz. Peygambere şikayet ediyorlar. Hz. Peygamber ortaya çıkan bu manzaradan çokta hoşnut değil. Veda haccı süresince bu konuya hiç girmiyor. Medine'ye giderken, Gadir-i Hum denilen yerde Hz. Ali'ye az önce bahsettiğimiz cümleleri sarf ediyor

Gadir-i Hum Medine yakınlarında, Medine kabilelerine ayrılan yolun kavşak noktasında, orası geçildiğinde kabileler dağılacaklar. İnsanlar dağılmadan önce Hz. Ali ile Hz. Peygamber arasında bu konuşma geçiyor. Bu durumlardan dolayı Hz. Peygamber adeta diyor ki: 'Hz. Ali hakkında ileri geri konuşuyorsunuz, Hz. Ali haksızlık yapmaz, ben Ali'ye kefilim.' Fotoğrafın tamamına baktığımızda çıkan anlam bu. Şia kaynaklar Yemen hadisesine asla girmezler. Ganimet konusuna girmezler. Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye giderken sanki durup dururken yanına çağırmış gibi takdim ederler. Burada tarihsel manipülasyon vardır ve bir tarih inşası vardır.

İnanç nazariyeleri muhkem deliller üzerine oturur. Yani yorumlar üzerine inanç inşa edilmez. İmamet konusu eğer bir inanç konusuysa bir iman meselesiyle bu Kur'an'ı Kerim'de mutlaka belirtilmelidir. Hz. Peygamber Arap dilini ve Arap balagatını en güzel şekilde kullanan kişidir. Dolayısıyla Hz. Peygamber de yoruma mahal bırakmayacak şekilde bu konuda açıklamada bulunurdu. Ama Hz. Peygamberin bir işaretinden ve imasından Şia, bir delil çıkarıyor. Dolayısıyla tarihi sistemine göre yeniden inşa edilmeye çalışılıyor' dedi.

'İran, Sasani ve Farisi kültürünün hakim olduğu bir coğrafya'

İran Coğrafyasının eski Sasani ve Farisi kültürünün hakim olduğu bir coğrafya olduğunun bilgisi veren Akoğlu: 'Bunların siyasal bir kültürleri var. Bu siyasal kültür içerisinde devlet yöneticileri masumdur. İsmet sıfatına sahiptir. Hata yapmaz, yanlış yapmaz. O yeryüzünde Allah'ın gölgesi pozisyonundadır. İlahi özellikleri vardır. Bu özelliklere sahip birisi beşeri hatalar yapması mümkün değil. Bu coğrafyada böyle bir siyasal algı var. İmamiyet nazariyesi bu coğrafyada şekillenmiştir. Bu nedenle bu siyasal algı içerisinde yetişen insanların İslamiyet'i seçtikten sonra bu siyasal algıdan tamamıyla vazgeçmemişlerdir. Bu siyasal anlayışları İslam'ın içerisine dahil ettiler. Dolayısıyla o yapıyı dinleştirildiler.

1917'de Rusya'da bir devrim gerçekleştirildi. Dünyada sosyalist bir dalga esiyor. Bu herkesi etkiliyor. İran'da da Şah Pehlevi, toprak reformu gerçekleştiriyor. Toprak reformu çerçevesinde Şah İsmail döneminde başlayan bu dini eğitim kurumların mülklerine el konuluyor. Bu dini eğitim kurumlarının ekonomik bağımsızlıklarının ortadan kalkması anlamına geliyor. Bundan sonraki süreçte o dini eğitim kurumlarının varlıkları ekonomik anlamda risk altında kalıyor. Tam böyle bir dönemde Humeyni diye biri ortaya çıkıyor. Şah'a senin yaptığın şey yanlıştı, bundan vazgeç. Eğer bundan vazgeçmezsen ey genç şah senin kulağından tutar hakkettiğin yere fırlatırım diyor. Şah denilen kişi sonuçta bir kuraldır. Şah'a böyle bir şey söylenemez. Humeyni apar topar yargılanarak hapse atılıyor. Fakat Azeri Türkü olduğu söylenilen Ayettullah Mütahhari denilen birisi var. Kendisi Ayettulah'tır. 400 tane müçtehidin, Humeyni'nin müçtehit olduğuna dair içtihatlarını ve fetvalarını alarak Tahran'a geliyor. Şah ile görüşüyor. Şah'a sen Humeyni'yi müçtehit olmasından dolayı yargılayamazsın diyor. Bunun üzerine Humeyni hapisten çıkarılıyor. Ama 1963 yılında Bursa'ya sürgün ediliyor. 1 yıl kadar Bursa'da kalıyor. Daha sonra Irak Necef'e geçiyor. 1978 yılına kadar Necef'te kalıyor. Orada Velayeti Fakih derecesi denilen İran Şii'liğine has yeni bir içithatta bulunuyor. Yeni bir sistem geliştiriyor. Devlet yöneticilerinin Velayeti Fakih'e bağlı olmasının yollarını açıyor.

1978 yılında Humey'ni Necef'ten Fransa'ya geçiyor. Humeyni'nin aslında Fransa'da kalmayacağı, Kuzey Afrika'ya geçeceği düşündüğü iddia ediliyor. Kuzey Afrika ise Tunus, Fas, Cezayir sömürgesidir. Fransa'da oturma işlemleri halledildikten sonra Kuzey Afrika'ya geçmeye düşünürken, Humeyni 12 Şubat 1979 günü İran'a geliyor. Tahran'da bir devrim gerçekleşiyor. Bu devrimde anayasada İran, İslam Cumhuriyeti olarak yer alıyor.

Bu şekilde söylenmekle birlikte dünyada egemen güçler var. Osmanlı'dan sonra 18. Yüzyılla 2. Dünya savaşına kadar dünyanın egemen gücü İngiltere. 1948'den sonra yapılan bir anlaşma ile bu egemenlik hakkını Amerika'ya devrediyor. Ancak İngiltere yine beyin olmaya devam ediyor. İçinde bulunduğumuz çağ sanayi çağı… Sanayi çağını yakıtı petrol ve doğalgazdır… Dünya petrol ve doğalgaz rezervinin 3/2'si Ortadoğu'dadır. Osmanlı'nın yıkılmasının en büyük sebebi bu kaynaklara ulaşmaktır.

Ortadoğu'nun petrol ve doğalgazına sahip olan çağa sahip olur. Dolayısıyla bu coğrafyada kendiliğinden bir sineği uçmasına dahi izin vermezler diyorum. Belki abartılı söylüyorum ama böyle düşünüyorum. Humeyni'nin Fransa'dan gelip İran'da devrim yaptığı söylemi bana biraz fantezi gibi geliyor' şeklinde konuştu.

'İran devriminde, ABD parmağı'

Star Gazetesi'nde Ardan Zentürk'ün de bunu işlediğini aktaran Akoğlu: 'Ardan Zentürk diyor ki: 1979 yılı Ocak ayında ABD'nin başında Jimmy Carter var. Jimmy Carter, demokrat parti adayı… Almanya ve Fransa cumhurbaşkanları ile birlikte İngiltere başbakanını da bir toplantıya davet ediyor. Bu toplantı Güney Amerika'da Fransa'nın Guadalupe diye bir sömürge ülkesi var. Orada bir toplantı yapıyorlar. Sene 1970 ve ocak ayı… O yılın genel panoramasına baktığımız zaman soğuk savaş dönemi… Bir tarafta Amerika diğer tarafta ise Rusya var. İkisi de Ortadoğu'ya sahip olmak istiyor. O dönemde de Ortadoğu'da sol ideolojiler güçlendirilmiş. İran'da da çok güçlü bir sol parti olan Tudeh partisi güçlü ve seçimi kazanma şansı yüksek. İran'ın Rusya'ya bağlanma riski var. En azından ikiye bölünüp bir parçasının Rusya'ya bağlanma riski var. Böyle bir ortamda Jimmy Carter Avrupalı yöneticileri çağırıyor. Eğer biz İran'ı kendi haline bırakacak olursak İran, Rusya'ya bağlanacak diyor. Bu batılılar olarak geleceğimizi riske edecek bir durumdur. Buna bir çözüm bulunması gerekir. Ocak ayında yapılan bu toplantıdan sonra İran'da devrim meydana geliyor. Sol ideoloji tamamıyla devre dışı kalıyor. Aynı yıl kasım ayında da ABD'de başkanlık seçimleri var. ABD'de seçimlerde şöyle bir teamül vardır: bir demokratlar bir cumhuriyetçiler iktidara gelir. İkişer dönem dönüşümlü olarak bunu yaparlar. Jimmy Carter'ın birinci dönemi ve ABD'de başkanlık seçimleri var. Tam bu dönemde İran'da Humeyni yanlısı gençler, Tahran'da ABD büyükelçiliğini basmışlar. Oradaki diplomatları rehin almışlar. Ronald Reagan'da o dönemde başkanlığa aday ve danışmanı baba Bush… Baba Bush vasıtasıyla Reagan'ın veya cumhuriyetçilerin İran ile anlaşmak suretiyle oradaki büyükelçi baskınını devam ettirmeleri şeklinde bir anlaşmanın yapıldığından söz ediliyor. Çünkü Jimmy Carter yönetimde, büyükelçiliğin işgal altında olması Jimmy Carter'in bir acziyetidir. Cumhuriyetçilerde kapı kapı gezip işte bir büyükelçiliğe sahip çıkamadılar diye propaganda yapıyorlar. Bu propaganda Amerika'da etkili oldu. Jimmy Carter, tek dönemle yönetime veda etti. Daha sonra Ronald Reagan seçildi. Ronald Reagan'ın seçimi kazanmasından sonra elçilik binası teslim edildi' ifadelerini kullandı.

Haber/Fotoğraf: Bünyamin Gültekin

Bakmadan Geçme