Sünnet Mi Yoksa Üsve-İ Hasene Mi?
İbrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için üsve-i hasene (güzel bir örnek) vardır. Hani onlar kendi kavimlerine demişlerdi ki: «Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında tapmakta olduklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi tanımayıp/inkr ettik. Sizinle aramızda, siz Allah'a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir.» Ancak İbrahim'in babasına: «Sana bağışlanma dileyeceğim ama Allah'tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez.» demesi hariç. «Ey Rabbimiz, biz sana tevekkül ettik ve 'içten sana yöneldik.' Dönüş sanadır.»(Mümtehine 4) Andolsun, onlarda sizlere, Allah'ı ve son günü umanlar için üsve-i hasene (güzel bir örnek) vardır. Kim yüz çevirecek olursa, artık şüphesiz Allah, Ğaniy, Hamid (övülmeye layık olan) dır.(Mümtehine 6)
Bugün Müslümanlar dinin nasıl anlaşılması gerektiğini izah ederken çoğunlukla Kur'an ve sünnet diyerek ikili bir vurguyla doğru din algısını izah etmeye çalışmaktadırlar. Müslümanların zihninde Kur'an'ın ne anlama geldiği bellidir. Fakat Sünnet kavramı için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Çok kullanılan bir kavram olmasına karşılık sünnet kavramının Müslümanlar nezdinde ittifak edilmiş bir tanımlaması yoktur.
En geniş anlamıyla sünnet, din veya Muhammedi şeriate karşılık gelmektedir. Bunu, dinin doğru yorumu olarak da anlayabiliriz. Dalletin zıttı manada sünnet kullanımında bu anlam ağır basmaktadır. Buradaki sünnetin kapsamına girmeyen dallet ehlinden, din dairesinden çıkan kimseler kastedilmektedir.
İkinci kullanım, ümmetin çoğunluğunun uygulaya geldiği pratiklerdir ki daha çok doğrunun kalabalıkla birlikte olacağı kabulüne dayanır. Burada sünnetten doğru yorum usûlü, orta yol, aşırıya gitmemek kastedilmektedir. Bu kullanımda sünnet veya ehl-i sünnet kullanımının zıttı, bid'at ve ehl-i bid'attir.
Üçüncü kullanım, sünnet kavramını 'Sünnet-i Resul' veya 'nebevi sünnet' şeklinde kavramlaştırıp bu kavramı da hadis ilmi çerçevesine sokarak Sünnet-i Resulü, sahih hadisle bir görmektir. Hatta bu kabul daha da ileri götürülerek 'Sünnet, sahih hadistir, oda Allah'tan inen vahiydir' anlayışına dönüştürülmüştür. Bu anlayış ehl-i hadis tarafından bayraklaştırıp III. asırdan sonra hızla İslam ümmetini kuşatan kabule dönüşmüştür. Sünnetin neliği konusunda bir uzlaşmanın olduğunu, ancak rivayet merkezli bir din algısı meydana getirenler savunabilir. Bugün konusu sünnet olan birçok kitaba baktığımızda İlk sayfalarda sünnet ve hadis ayrı kavramlar olarak ele alınsa da ileriki sayfalarda birbirlerinin yerine kullanıldığını görürüz. Hatta bu aynileştirmeden sünnet kavramını farklı yorumlayan veya yeni bir sünnet tanımlaması ihtiyacından bahseden kitaplar bile kurtulamamışlardır. (Ör. E. ÖZKAN İnanmak ve yaşamak s:221,233 arası, H. Kırbaşoğlu İ. D. Sünnet) Bu durum bize hadis merkezli din algısının ne derece hakim olduğunu göstermektedir.
Dördüncü kullanım ise fıkıh eksenli sünnet tanımlamasıdır ki bu tanımlamada sünnet, 'Ef'ali Mükellefin' içinde bir mükellefiyet (farz, vacip, sünnet) çeşididir. Bu tanımlamada sünnetin tanımı şöyledir: Resulullah'ın farzlar -Hanefilerde farzlar ve vacipler- dışında yaptığı, bizden de yapmamızı istediği iş ve davranışlardır. Buradaki sünnetin kaynağı çok açık olmayıp, kişilere ve konuya göre değişmektedir. Ancak muhtemel kaynaklar şu şekilde sıralanabilir: Kur'an, icma, cumhurun veya bir beldenin görüşü, haber (hadis), kişisel tercih.
Beşinci kullanım, sünnet kelimesinin mezhepsel bir vurguyla kullanılmasıdır. Bu kullanımda Eş'ari, Maturidi bazen de Selefi akid anlayışı ve dört mezhep birlikte kastedilmektedir. Ehl-i sünnet terkibinin bu anlamı kastederek kullanımı çok yaygındır. Ancak daha belirgin mezhebî vurgu içeren kullanım ise sünnet kelimesini nispet ismiyle 'Sünnî' şeklinde kullanımdır. Bu kullanımla genellikle, Şii (Alevi) olmayan, dalalet ehli de görülmeyen Müslümanlar kastedilmektedir. Ancak burada Sünni kullanımındaki sünnet vurgusuyla hangi anlamın kastedildiği pek açık değildir.
Sünnet kelimesinin altıncı bir kullanımı vardır ki bu bazı kişisel görüşlerin ve uygulamaların sünnet olarak nitelendirilebilmesidir. Ancak bu tanımı sünnet ile ilgili yazılmış eserlerde pek bulma imknımız yoktur. Bu anlamın belki en açık ifade edildiği eser Muvatta'dır. Bu açıdan da Şafii ve Muhammed eş-Şeybani tarafından kendine ait görüşlerini, sünnet olarak nitelediği için Malik b. Enes eleştirilmiştir. ( M.Y. Guraya, Sünnetin Neliği Sor. Met. Bir Yaklaşım s:110,111)
O halde Kur'an ve sünnet diyen kişi, bütün bu sünnet kullanımları ve anlamlarından birini, belki de birkaçını tamamen veya kısmen kastetmektedir. Ancak Kur'an ve sünnet vurgusu yapanlar muhataplarına burada sünnetten neyi kastettiklerini açıklamakta mıdırlar? Sünnetin tek ve genel geçer bir tanımı yapılmadığına göre, sünneti kabul ettiğini söyleyen veya muhatabını sünnete aykırı davranmakla suçlayan bir kişi tam olarak neyi kastetmektedir?
Aslında sünnet kavramında yaşanan bu tanım karmaşası, tanımının kat'i bir esasa dayandırılamayışından ve Kur'an'dan neşet etmeyen bir kavram oluşundandır. Kelime, anlam ve çağrışımlarından yola çıkılarak birden fazla ve birbirinden oldukça farklı anlamlar ihtiva eden ıstılahlara dönüştürülmüştür. Fakat bu durum ısrarla görmezlikten gelinerek çoğu zaman sünnet kavramı tek bir ıstılah olarak tanımlanmaya çalışılmıştır. Bütün Müslümanların ittifakı görüntüsü verilmiş bir sünnet vurgusu devamlı karşımıza çıkarılmaktadır. Hatta edille-i şer'iyye diye bilinen, hüküm çıkarmanın dayanakları/metotları sıralamasında sünnet icmanın önüne geçirilmiştir. Bırakın sünnetin içeriğinde bir icmanın olmasını, tanımında dahi bir uzlaşma yoktur. Birinin sünnet dediğine bazıları bid'at, (Örneğin, Şevval orucuna Malik b. Enes bid'at der.) bazıları mekruh veya mübah diyebilmektedirler. O halde farklı tanımlarla karşımıza çıkan sünnet denilen bu kavramı biz nasıl icmanın önüne geçirebiliriz. Halbuki icma Kur'an'dan sonra ikinci sırada delildir. Yani icmanın delil olmasındaki tek şart Kur'an'a uygunluktur. Kitaba uygun olmayan icmalar gerçek icma değildir. Mesela Hristiyanlıktaki teslis inancının, Hz. İsa'dan başlayarak sonraki nesillere gerçek icma ile gelmesi mümkün değildir. Çünkü Hz. İsa'nın doğru öğretisi içinde şirki barındırmaz. Buradan 'Dönemsel bir icma ile teslis, sonraki nesillere aktarılmıştır.' sonucuna varabiliriz.
Sünneti icmadan farklı görmeyen bir tanımlamaya göre Kur'an'dan sonra sünnet ikinci delil olarak kabul edilebilir. Bu durumda da ayrıca icmadan bahsetmeye gerek yoktur. Yani bu kabule göre Kur'an'dan sonra ikinci delil icma anlamına gelen sünnet olacaktır. Ancak bu kullanımda sünnet kelimesi icma yerine kullanıldığı için yine kavram kargaşası devam edecektir.
İcma aslında zımnen Kur'an'ın ihtivasındandır. Haram ayların isimleri, Zilhicce 9-10, tavaf yönü, ezan, namaz, faiz, kumar, hırsızlık gibi konulara Kur'an'da atıf yapılmış ancak bunlar açıklanmamıştır. Bunları açıklayan icmadır. Kur'an doğru olarak bilinene atıf yapmakta, bilinmeyen yeni uygulamayı ise açıklamaktadır. Ayrıca yanlış bilineni veya değiştirileni de açıklamaktadır. O halde icmayı yok saymak veya değerini düşürmek, dini (veya şeriatı) eksiltmek ve bozmak anlamına gelir. Aynı zamanda gerçek bir icma yani her dönemde ümmetin neredeyse tüm fertleri tarafından gelecek nesillere aktarılan bilgiler Kur'an'dan sonra en sağlam bilgileri ihtiva etmektedir.
Gerçek icmanın içeriğine Kur'anî atıfların olması demek, Kur'an'da bazı konuların -tabiri caizse- kapları doldurularak, bazılarının ise içi boş olarak verilmiş olmasıdır. Bu isimlendirilmiş boş kapların içini dolduran icmadır. Bu icmanın kimi, belki de Hz. Adem'den beri süregelen, kimisi de daha sonraları oluşan, nihayet Son Peygamber'in vefatıyla tamamlanmış konulardır. Her ne kadar namaz gibi bazı konuların, icma başlangıç tarihi çokça tartışılsa da kesin olan bütün icmaların son başlangıç tarihi ancak Hz. Peygamber'in vefatına kadar olabilir. Bu tarihten sonra başlayan icmalar Kur'anî atıf yapılan gerçek icmalar olamaz. Kur'an ve icma değil Kur'an ve Kur'an'a dayanan icma veya Kur'an ve Kur'anî icma dememiz daha doğru olacaktır. Yani icma Kur'an'dan bağımsız veya ona alternatif hükümler ve itikatlar vazedemez.
Sünnetten sahih hadisi kastedenlere göre kitap, sünnet, icma sıralaması; sahih hadisleri vahiy hükmünde görmelerinden dolayı tutarlı gibi görünse de onların sahih hadisi vahiy veya vahiy hükmünde görmelerinin hiçbir geçerli dayanağı yoktur. Bu tamamen duygusal ve daha sonra taassuba dönüşmüş bir kabulden ibarettir. Allah Resulü'nün tüm sözleri ve davranışı vahiy değildir. Buna delil pek çoktur. Bununla birlikte ona gelen tüm vahiylerin Kur'an'da olduğuna dair de açık bir delil yoktur. Buna rağmen şöyle farzedelim: Allah Resulü vahiy dışında ne bir söz söyledi ne de bir eylem yaptı, bunlar da bize sahih hadislerde aynen aktarıldı. Bu ön kabul ile hadisleri okuyalım. Neredeyse birbirinin aynı iki hadis metni bulma imknı olmayan bir hadis külliyatını okuyan bir kişi şunu görecektir: Hz. Peygamber'in defaatle miraca çıktığı, Bedir Savaşı'nın birkaç kere olduğu, Übey İbn-i Selül diye 4-5 münafığın yaşayıp öldüğü, Ömer adında birkaç sahabenin 'niyet' hadislerini rivayet ettiği, Hudeybiye'de birden fazla anlaşma metni olduğu, birden fazla İsa'nın geleceği, onlarca mehdi, deccal olacağı v.b. Çünkü sahih hadis vahiy veya vahye eşdeğer ise, vahiyde de yalan ve iftira olmayacağına göre emir ve nehiy haricinde neshten de bahsedilemeyeceğine göre başka çare var mıdır? Burada şu gerçeği belirtmeliyiz ki yüzlerce sahih hadisi yalanlayan yine yüzlerce sahih hadistir.
Ancak işin asıl acı tarafı şudur ki: İnsanlar Resul'ün sözü, dolayısıyla da vahiy olarak gördükleri bu hadisleri, tevil cinayetleriyle kimini katletmişler, dilediklerini sağ bırakmışlar, kimini de yaşamaya dermanı kalmayan kör-kötürüme çevirmişlerdir. Resul'ün sözü olarak gördükleri metinlere karşı onun vefatından 100-150 sene sonra doğmuş ravilere dhi tasarruf yetkisi vermişler, mana rivayeti denilen can simidini, boğulması gereken bazı hadisleri kurtarmak için kullanmışlardır. Bunu görmek için sahabeden (hadisçilerin tanımıyla) ravisi tek olan hatta 1,2,3,4.ravileri tek olup sadece son 1 veya 2 ravileri farklı olup bu son ravilerin elinde birbirlerinden tamamen farklılaştırılan metinlere dönüşmüş hadisleri incelemek yetecektir. (Örn. Bkz. S. Buhari, Niyet hadisleri) Bütün ravileri aynı olmasına rağmen hadis farklı da olabilmektedir. (Krşl.S. Buhari 2699 ile 4251 ve S. Buhari el-iman 54 ile S.Müslim Kitabu'l İmare 155 no1907) Bu da herhalde Buhari ve Müslim gibi müelliflerin mana rivayeti olsa gerek.
Bir olaya şahit olanların veya sözü sahibinden dinleyenlerin tefsirî (mana rivayeti) anlatımda bulunmaları belki anlayışla karşılanabilir. Ancak olayın şahidi olmayıp sözü bizzat işitmeyenler mana rivayeti yaparlarsa bu durum kabul edilemez. (Oluşmuş metinlere senet ilavesi de yapılmış olabilir. Bu durumda ravilerin hiçbir günahı yoktur, yani raviler o hadisin ravisi değil markasıdır.) Bu şekildeki bir mana rivayeti kulaktan kulağa oyununu oynamaya benzer veya 'İmamın keçisi çalındı.' haberinin 'İmam keçi çaldı.' şekline dönüşmesi gibi sözü tamamen maksadının tersine de dönüştürebilir.
Yeri gelmişken belirteyim ki; Müslümanların hadise yaklaşımı genellikle parçacıdır ve usûl tutarsızlığı içermektedir. Hadis ekolü olarak tanınan grubun yaklaşımındaki yanlışlığın bir kısmına değindim. Hadisi inkar ile itham edilen bazı kişilerin ve bunları itham edenlerin ortak yanlışlarına gelince; iki tarafın da kendi savundukları görüşleri destekleyen hadisleri aktarma konusunda hemen hiçbir farklılık göstermeden, şehdet diliyle yani, 'Resulullah şöyle söyledi', 'şöyle buyuruyor' veya 'şöyle davrandı', 'onun zamanında şöyle oldu' şeklinde aktarmaktadırlar. Bu kişiler sanki o sözü bizzat duydular ve olaya şahit oldular. Bütün gayretleriyle muhataplarını bu kendi görüşlerini destekleyen sözlerin Allah Resulü'ne aidiyetini iknaya çalışırlar. Peki bu iki gurubun kendi görüşlerini desteklemeyen hadislere karşı tutumları nedir? Hadisçi olanların da hadis inkrcılığı ile itham edilenlerin de ilk yaptıkları onları gizlemek, kitaplarına almamak, duymamış, görmemiş gibi davranmak, karşılarına çıkacak olursa tevil veya tenkide gitmek. İki grubun belki farklılaştığı nokta, hadis ekolünün te'vil ve senet tenkidini çok kullanması, hadis inkrcılığı ile suçlananların ise te'vile çok fazla başvurmadan, görüşlerine uymayan hadisleri metin tenkidine tabi tutmalarıdır. Eğer bazı hadisleri şehdet diliyle aktarmamış olsalardı yani ayırım yapmadan bütün rivayetleri Allah Resulü'ne aidiyeti yönüyle zannî olarak görselerdi bu metin tenkitleri doğru ve samimi görülebilirdi. Halbuki onlar bu usûl hatasıyla kendi güvenilirliklerini ve tutarlılıklarını yitirdiler.
Hadislerin, Kur'an'a en azından aykırı olmaması gerekliliği kriteriyle, Kur'an'a aykırı olanları reddetmek, şüpheli olanlarda ise tevakkuf etmek tutarlı bir yoldur. Ancak sarih olmayan Kur'anî konularda ve aynı zamanda Kur'an'a arz edilen hadiste de bir kapalılık varsa Kur'an'a arzetme işi zorlaşmaktadır. Bu ancak hadis ve ayetin anlamlarının açık olması durumunda güvenlikle uygulanabilir. Şüpheli durumlarda ve ravilerin ihtilafı olan konularda hadisin Hz. Peygamber'e ait olmadığı iddiasından kaçınmak gerekir. Bütün bunlara rağmen Kur'an'a arz metodu çok sağlıklı bir usul olarak kabul edilmemesi gerekir. Çoğu zaman Kur'an'a arz metodu yeni tartışmalara meydan vererek konuyu genişletmekten başka işe yaramamaktadır. Mesela, Hadislerle altın ve ipeğin haram edilişini ele alalım: Kur'an'da erkeklere ipeğin ve altının haram oluşuyla ilgili açık bir hüküm yoktur. Ancak daha çok altın ve ipeğin kadın fıtratına uygun olması Kur'an ayetlerinden (43/18, 24/31) rahatça çıkarılabilir. Bu durumda en azından kerhet, hatta erkek için israf noktasından yaklaşılırsa haram hükmü
dahi verilebilecektir. Ayrıca olay Kur'an bağlamında (26/165, 7/80) ele alınırsa eşcinsel eğilimlere götürebileceği yönüyle, benzer şekilde yorumlanacaktır. Yine ehlî eşeklerin haramlığı ile ilgili hadisler Kur'an'a arz edilirken Nahl Suresinin 5 ve 8. ayetleri birlikte okunduğunda, bu haramlığın dönemsel ve şartlara bağlı olmak üzere geçici olarak mümkün olabileceği veya en azından bir kerhet hükmü çıkarılabilecektir.
Hz. Peygamber'in gelecekten haber verdiği iddia edilen hadisleri de Kur'an bağlamında ele almada bir hayli sıkıntılar görünmektedir. Fetih suresinin 27. ayetini okuduğumuzda Allah Teala'nın Resulüne gelecekte olacak bir olayı bildirdiğini açıkça anlamaktayız. O halde Kur'an Hz. Peygamber'in gelecekte olacak bir olayı Allah'ın bildirmesiyle bilebileceğini onaylamaktadır. Burada asıl soru Hz. Peygamber, Kur'an'da bildirilenler dışında gelecekten haber vermiş midir? Elbette Hz. Peygamber'e atfedilip, Peygamber'in (a.s) vefatından sonra gerçekleşen olayları spesifik olarak haber veren bir çok hadis, hadis kitaplarında bulunmaktadır. Ancak bu haberlerin ortak özelliği hiçbirinin bulundukları kitapların telif tarihinden sonraya ait yer, zaman, kişi belirtilerek gerçekleşen bir haberi içeriyor olmamasıdır. Bu gerçekleşen rivayetlerin çoğunluğu Hicri 150'lerde son bulmaktadır. Yani Abbasi'lerin ilk dönemlerinden sonra yer, zaman, kişi verilerek gerçekleşen haber yoktur diyebiliriz. Müslümanları hicri II. yy.dan sonra etkileyen en önemli 3 olay şöyle sıralanabilir: Bağdat'ın Moğollarca işgali, Kudüs'ün Haçlıların eline geçmesi, I. Dünya Savaşı. Bu üç önemli olaydan, niçin hadislerde yer, zaman, kişi ismi verilerek hiç bahsedilmemektedir? Peygamber (a.s.) ilk iki yüzyıl içinde olacak nerdeyse bütün önemli hdiseleri bilmesine rağmen II. yy.dan zamanımıza kadar (1250 yıl boyunca) hiçbir olayı yer, zaman, kişi bağlamında haber vermemektedir. Hemen bununla ilgili İstanbul'un fethiyle ilgili 'le tüftehanne' hadisi akla gelse de bu hadiste spesifik bir bilgi yoktur. Hadis teşvik veya temenni şeklinde anlaşılabilir. Hem İstanbul'un fethinin kıyamet arifesinde olacağını ayrıntılarıyla haber veren hadis S. Müslim K. Fiten bölümünde geçmektedir. Bu hadise dayanarak İstanbul'un hl fethedilmediğini savunanlar bile bulunmaktadır.
Kur'an'a aykırı olmadığı açık olan hadislerin ise Hz. Peygamber'e aidiyeti, ayet ve icma ile desteklenmediği sürece hiçbir zaman kesin bir yargıyla ifade edilmemelidir. Çünkü şahitlik dilini ancak şahitler kullanırsa doğru olur. Hadisler için hadis-i şerif kullanımı ise yine sözün muhataplarda Peygamber'e aidiyetinin kesinliği yargısını oluşturmaktadır. Elbette Allah Resulü'nün sözleri şereflidir, ancak hadis, peygamberin sözü veya fiili olmaktan öte onu rivayet eden son ravinin hatta hadis kitabı müellifinin sözüdür, denilebilir. Bu sözlerden hangilerinin tamamen, hangilerinin de kısmen Resul'ün sözü veya fiili olduğunu Allah bilir. Bir sözün ve eylemin Kur'an'a uygun olması, o sözün illa Allah Resulü tarafından söylendiği, eylemin de onun tarafından yapıldığı anlamına gelmez. Doğru söz ve davranışlar başkalarından da sadır olabilir. Bu söz ve davranışlar Müslümanlar tarafından tasdik edilip uygulansa bile yine de ayetler ve icmanın bildirdikleri dışında Allah Resulü'ne aidiyeti kesinleşmez. Peygamber(a.s.) in namaz kıldığı ayetle sabittir. Namazının rükünleri ise icma ile gelmektedir. Yani bu konular hadislerde de geçmesine rağmen zanni değildir. Fakat onun namazda otururken okuduğu duayı aktaran hadislerdeki bilgiler zannîdir. Çünkü bunlar ayet ve icma ile bildirilerek zannîlikten kurtarılmış değildir. O halde hiçbir Müslümanın, Peygamber sevgisi, ehli sünnet olmak, sünnete tabi olmak, dini muhafaza etmek gibi gerekçelere sığınarak zannî bir bilgiyi, kat'î bir dille aktarmaya hakkı yoktur. Hele de bir kimse zannî bir bilgiyi kat'î olarak Resul'e atfediyorsa bunun sorumluluğu çok daha ağır olacaktır. Bakın bu konuyla ilgili ayetleri okuyalım:
''Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını pek iyi bilendir.'' (Yunus 36)
''Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.'' (İsra 36)
O halde bu ayetler ışığında şöyle söyleyebiliriz: Zan üzerine kesin hüküm bina edilmez yani farz ve haram oluşturulmaz. Zanna dayanarak adam öldürülemez. Zanna dayalı itikat oluşturulamaz. Zanna dayanarak Kur'an'ın açık bir hükmü yok sayılamaz. Zanna dayanarak Kur'an'a eksiklik ve fazlalık isnad edilemez.
Edip Yüksel, Kur'an'da bir fazlalığın olduğunu iddia etmektedir. (Bk. Edip Yüksel, Üzerinde 19 var) Benzer bir iddia, zanni rivayetlerle İbn-i Mes'ud'a atfedilmektedir. Buhari ve Müslim'in de içinde bulunduğu birçok Hadis kitabında Kur'an'ın eksik olduğuyla ilgili hadisler vardır. Recm ayeti iddiası, (Buhari, Ebu Davud, Muvatta, İbn-i Mace 'Hudud') 5 kere emzirme ayeti iddiası, (Müslim, Tirmizi, Muvatta. 'Rada') Ahzab suresinin kısaltıldığı iddiası (Suyuti, El-İtkan) gibi iddiaları muteber sayılan kitaplarda maalesef görmekteyiz. Kim zanna dayanarak Allah'ın kitabına ta'nederse bunun hesabını Allah sorar. İşin garibi hadisi neredeyse dinin düşmanı olarak algılayan Edip Yüksel gibi birisi bile bu külliyatın muazzam cazibesine kapılmış olacak ki 'rahim' kelimesiyle ilgili hatalı bir bilgi verdikten sonra (Fetih s. 29 daki 'ruhama' rahim kelimesinin çoğuludur) Tevbe suresinin son iki ayetinin Kur'an'dan olmadığını, inkr ettiği hadislere sığınarak ispata çalışmasıdır. Ey rivayetçiler! Ey 19'cular! Bırakın Kur'an'ın yakasını. Zihninizin kirlerini Allah'ın kitabına bulaştırmaya çalışmayın.
Zan bildiren konu, hadis dhi olsa bu zannîliğin muhataplara hissettirilmesi zorunludur. 'Rivayet edilir ki', 'şu ravilerin aktardığına göre' gibi ifadelerle bu tehlikenin önüne geçebiliriz. Veya şimdilerde neredeyse tamamen terk edilen hadisin senedinin bütününü okuma ve yazma uygulamasına tekrar geçilerek zannîlik vurgusu yapılabilir. Yine 'fi ma kal ev kema kal' (söylediği veya söylediğinin benzeri) kullanımı da güzel bir söylemdir.
Rical tenkidi dediğimiz ve hadis uleması tarafında öve öve göklere çıkartılan ve ilim olarak görülen icraatlar ise çoğu zaman dedikodunun ötesine çok fazla geçemeyen, aynı zamanda subjektif değerlendirmelere çokça başvurulan, ayırıcı ve kamplaştırıcı bir uygulamadır. Mesela hadisçilere kalsa İmam Ebu Hanife'ye koyun dahi güttürmemek lazım. Senetlerdeki güvenilirliğin ispatı(!) olarak anlatılan 'atını kandıran ravi'nin hadisini almama hassasiyeti ise birçok Müslümanın gözlerini yaşartmaktadır. Bir saat önce veya bir saat sonra gelinse idi hadis alınacaktı demekki. Ya atını kandırırken yakalanamayanlar veya atını bile kandırmadığı halde Resul'e yalan uydurmayı dini muhafaza etmek sayanlar ne olacak? Veya 'kezibe aleyye' hadisindeki'aleyye'yi Resul'ün aleyhine olarak yorumlayıp, onun lehine olanı yalan saymayanlar ne olacak? Şu da bir gerçektir ki Ehl-i kitabın din adamlarının yazdığı kitaplarda görsek, ehli kitaba yakıştıramayacağımız nice sözler başlarındaki senetler (markalar) sayesinde hadis kitaplarına girmiş, Allah'ın pak nebisine atfedilmiş, dahası vahiy olarak görülmüştür. Senedin hadiste var olması, hep bize nimet olarak sunulmuş fakat senet bizim çoğu yerde elimizi kolumuzu bağlamış, dilimizi susturmuştur. Ahmet'in, Mehmet'in sözünü Resul'e atfetmenin adı şimdilerde Resul sevgisi olmuş. 7'sinden tutun, 77'sine kadar, en liminden tutun, en cahiline kadar bitmez tükenmez bir iştiyak ile içimizi, dışımızı bu binlerce zannî bilgi ile doldurdular. Durun kalabalıklar size bu hakkı kim verdi? Varsın benim adım sünnet inkrcısına çıksın. Allah'a ve Resulü'ne inandıktan sonra şunun bunun sünnetini inkar edeyim, hiç önemi yok.
Müslümanlar bulundukları konumun ciddiyetinin farkında olmalıdırlar. Resul'e iftira Allah'a iftiradır. Hadisi onu rivayet eden son ravinin sözü kabul edersek bu son ravinin sözünü bırakın Resul'e atfetmeyi ilk raviye yani sözün veya olayın şahidi olduğu varsayılan kişiye (Hz. Peygamberi hayatta görmüş kişiye) dahi atfedilmesi ciddi bir sıkıntıdır. Son ravinin, rivayet ettiği hadisten ilk ravinin haberi var mı? Yoksa ne kadarından haberi var bilemeyiz. Bu açıdan M. Ebu Reyye gibi kimselerin, Ebu Hureyre gibi bazı ilk ravileri, yine bu kimseler hakkındaki rivayetlere dayanarak eleştirmesinin çok bir kıymeti yoktur.
Ebu Hanife'ye aidiyeti en kuvvetli ihtimalli risale olan 'El Alim vel Müteallim'de 50 den fazla ayet delil getirilmesine rağmen tek bir hadis rivayeti delil olarak sunulmamış, 2 hadis açıkça, 1 hadis ise zikredilmeden metin tenkidi yapılarak reddedilmiştir. Bu risalede zannî bilgiyi Allah Resulü'ne atfetmeme ahlkının da var olduğunu görmekteyiz. Hadislerle neredeyse boğulmak istendiğimiz bir çağda, imamlarına dahi sadkatten azde olmuş bir topluluğun taarruzuyla zaman zaman daralsak da içimizi ferahlatan böyle kişilerin varlığını, Rabb'imizin bir lütfu olarak görüyoruz. Bu arada muhtemel komplo teorisi iftiralarına bir de ben ekleme yapayım: Demek ki mealciliğin(?) ve sünnet inkrcılığının(?) kaynağı bu metin! Büyük Britanyalı ajanlar veya müsteşrikler tarafından dinimizi bozmak için imama atfedildi! İroniyi bir tarafa bırakırsak, her kime ait olursa olsun bu risalede Kur'anî hikmet var. Bir risale daha var ki o risalede de ırkçılık, adaletsizlik, taassup var. O risale ise 'Ref'ul Yedeyn Fis'salah'. Bu risalede Buhari namazda rukuya ve secdeye giderken elleri kaldırmayı reddeden kişiyi, acemi (Arap olmayan) peşine takıp saptıran, bidatlerin etine, kemiklerine hatta iliklerine kadar işlemiş kimse olarak nitelemektedir. Bu kişinin Buhari'den neredeyse 1 asır önce yaşamış İmam Ebu Hanife olduğundan şüphe etmek herhalde saflık olur. Bugün Hanefi hadisçilerin hadisi savunayım derken, muhataplarına sordukları hadis olmasaydı namazı nasıl kılacaktınız sorusunu kendilerine iade etmek lazım. Siz hadise göre mi namaz kılıyorsunuz? Hayır siz ancak Buhari'nin tanımlamasıyla 'bidat bütün vücudunu iliklerine kadar sarmış bidatçinin(!?) peşinden giden aldatılmış acemler''siniz. Namazı ise dedenizden, babanızdan gördüğünüz şekliyle kılmaya başladınız sonra da ilmihallerden, hocalarınızdan talim ettiniz. Hangi Hanefi Müslüman, hadisleri okuyup, namazı hadislerden öğrendi? Böyle yapanları Vehhabilikle, mezhepsizlikle suçlayan siz değil misiniz? Ondan sonra karşımıza geçip hadis olmasaydı namazı neye göre kılacaktınız, sorusunu pişkinlikle sormayı marifet addediyorsunuz. Bu risalede, İmam'a (Allah ona rahmet etsin) yapılan ağır bidatçi ithamı ve et, kemik, ilik hakaretinden sonra 'Hadislere uymak Resul'e uymakla eşdeğerdir' kabulüyle Resul'e itaatı emreden ayetlerle de İmam Peygamber (a.s) in düşmanı ilan edilmiştir. (K. Ref'ul Yedeyn Fis'salah Beyrut 1996, s:20,21,22) Risaledeki bu usul(!?) ehl-i hadis tarafından Hanefi yandaşların da saflarına katılımıyla günümüze kadar aynen devam ettirilmiştir.
Buraya kadar sünnet kavramının tanımı üzerinde bir ittifakın olmadığını, herkesin aynı kelimeyle farklı anlamları kastettiğini izah etmeye çalıştım. Kanaatimce bu karmaşayı engellemek için yapılacak yeni sünnet tanımlama çabaları beyhudedir. Temeli tamamen kaygan olan sünnet kavramı üzerinde mesai harcamak, ümmetin var olan ihtilaflarını daha da artırmaktan, görüşlere yeni bir görüş eklemekten öteye geçmeyecektir. Benim önerim ise sünnet kelimesini tamamen terk ederek bunun yerine Kur'anî zemine oturan ve çoğunlukla da sünnet kelimesinin açıklanması için başvurulan 'üsve-i hasene' kavramını sünnet kelimesiyle değiştirmektir.
Üsve-i hasene kavramı ile sünnet kelimesi arasındaki bağ çoğunlukla Kur'an bütünlüğü içerisinde kurulmamıştır. Şöyle ki kavramın geçtiği üç ayeti sünnet konusunun ele alındığı eserlerde bir arada görme imkanımız ne yazık ki yok. Israrla Ahzap suresinin 21.ayeti devamlı tekrar edilmesine karşılık, aynı ısrarla Mümtehine 4 ve 6. ayetlere bu bağlamda nerdeyse hiç değinilmemektedir. 'Kimde üsve-i hasene (güzel bir örnek) var?' sorusunun cevabı tereddütsüz Muhammed (a.s.) da olarak verilmektedir. Mümtehine suresi 4ve 6. ayetleri okuduğumuzda bu cevabın yanlış değil ama eksik olduğunu açıkça görürüz.
İbrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için üsve-i hasene (güzel bir örnek) vardır. Hani onlar kendi kavimlerine demişlerdi ki: «Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında tapmakta olduklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi tanımayıp/inkr ettik. Sizinle aramızda, siz Allah'a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir.» Ancak İbrahim'in babasına: «Sana bağışlanma dileyeceğim ama Allah'tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez.» demesi hariç. «Ey Rabbimiz, biz sana tevekkül ettik ve 'içten sana yöneldik.' Dönüş sanadır.»(Mümtehine 4)
Andolsun, onlarda sizlere, Allah'ı ve son günü umanlar için üsve-i hasene (güzel bir örnek) vardır. Kim yüz çevirecek olursa, artık şüphesiz Allah, Ğaniy, Hamid (övülmeye layık olan) dır.(Mümtehine 6)
Bu ayetlerin Ahzap 21. ayetten farklı olarak verdiği bilgiler vardır. Hz. Muhammed'den (a.s.) başka peygamberlerde de üsve-i hasene bulunduğu ve daha ilginç olanı ise üsve-i hasene bulunan kişilerin sadece peygamberler olmadığıdır. Ayetlerde bize verilen bir başka bilgi ise peygamber dahi olsalar onların bütün davranışlarının üsve-i hasene olarak kabul edilemeyeceğidir. Bu ayetin okunmasıyla birlikte üsve-i hasenenin kaynağının da Kur'an olduğunu ayetlerden rahat bir şekilde anlıyoruz. İşte bütün bunlar bu ayetlere, ekseriyetle hiç nazil olmamış muamelesi yapmanın sebepleri olsa gerek. Bu ayetlerin sünnet bağlamında ele alınması demek temelsiz sünnet teorilerinin çöküşü anlamına gelecektir. Benim asıl anlayamadığım ise sünnet kelimesi etrafındaki bunca cedelleşmeye rağmen, hadis ekolünün tezlerinin karşısında bulunanların da bu iki ayete karşı ilgisiz görünmeleridir. Bu iki ayet aynı zamanda Kur'an'ın mahiyeti tartışmalarına da ışık tutacak nitelikte külli kaideler içeren hatta Peygamberlik misyonunu kavramamıza yardımcı olacak ilkesel nitelikte prensipler içermektedir. Bu değerlendirmelerim belki çok abartılı bulunabilir fakat ayetler derinlemesine tahlil edilecek olursa söylediğimin doğruluğu görülecektir. Bu değerlendirmelerden sonra Ahzap Suresi 21. ayeti okuyarak üç ayeti birlikte değerlendirmeye geçelim.
Andolsun, sizin için, Allah'ı ve son günü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resulü'nde üsve-i hasene (güzel bir örnek) vardır. (Ahzab 21)
Ayetlere bağlamlarıyla baktığımızda Ahzap suresi ve Mümtehine suresinde Üsve-i hasene, kafirlerle mü'minlerin münasebeti bağlamında zikredilmektedir. Ahzab 21 ve Mümtehine 6.ayette de aynı kalıpla üsve-i hasenenin ancak Allah'a ve son güne inananlar için olduğu belirtilmektedir. Mümtehine 4. ayette davranışın örnek alınabilmesinin şartının Allah'ın o davranışı yasaklamadığının bilinmesi olmalıdır. Bu ayette Hz. İbrahim'in babasına istiğfarı örnekliğin dışında tutulmaktadır. O halde peygamber dahi olsa mutlak bir örneklikten bahsetme imknımız yoktur. Burada sünnet algılarındaki temel problem olan sünnetin kaynağının ne olduğu meselesi bu ayetlerle tamamen çözümlenmektedir. Ayetlerden üsve-i hasenenin öğrenilebileceği yerin Kur'an olduğunu rahatlıkla çıkarabiliriz ki, Hz. İbrahim'den ve yanındakilerden bahsedilirken bunların örnekliğini Kur'an dışı kaynaklardan öğrenmemiz istenmiyor bilakis onların örnek davranışları bize Kur'an'da anlatılıyor. Yine Hz. Muhammed (a.s.) ve onun gerçek sahabilerinin birçok örnek vasıfları da Kur'an'da bize anlatılmaktadır.
Sünneti ısrarla Kur'an'ın dışında bir disiplin olarak tanımlayan anlayış için bu ayetlerin bütüncül değerlendirilmesi elbetteki görüşlerini temelden sarsacaktır. Kur'an ve sünnet derken sünnetin Kur'an'dan ayrı bir konu olarak düşünülme vurgusu açıktır. Üsve-i hasenenin ise tamamen Kur'an içi bir vurgu olduğunda da şüphe yok. O halde genel sünnet kabulü ister istemez sünneti Kur'an'la paralel, fakat ondan ayrı bir kulvar olarak görecek, zaman zaman ikisinin çatışmasını da normal karşılayacaktır. Ve bu anlayışın sonucu olarak zihinlerde Allah'ın öğrettiği yol ile Resulü'nün öğrettiği yolun bazı noktalarda farklılaşabileceği kanaati oluşmaktadır. Aynı konu ele alınırken Allah'ın Kitabına göre şöyle, Resulü'nün sünnetine göre şöyle şeklinde karşılaştırmalar yapılabilmektedir. Bu nasıl bir sözdür, Allah'ın Resulü –haşa- Rabb'ine muhalefet mi etmektedir? Allah'ın emrine göre 100 değnek vururum, Resul'ün sünnetine göre recmederim. Allah aşkına bu nasıl bir mantıktır? 'Hz. Ali böyle buyurdu(!?)' Yanındamıydın be adam? Allah'ın Resulü de Kur'an'a uymakla ve onunla hüküm vermekle yükümlüdür. '…aralarında Allah'ın indirdiğiyle hüküm ver…' (5/48) ayeti ona gelmedi mi? Recm uygulamasını öngören hadisler de vahiy hükmünde ise –nesh de yoksa- Allah Teala bir vahyinde 100 değneği emrederken diğer vahyinde recmedin mi demektedir? Ayrıca kıyamet gününde recmedilerek öldürülene hangi günahtan dolayı öldürüldüğü sorulmayacak mı?
Üsve-i Hasene ile ilgili örnekler sözlü ve fiili olarak Kur'an'da pek çoktur. Birkaç örnek verirsem konunun daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyim. Karun'a kendi kavminden olanlar şöyle diyorlar:
…Kavmi ona şöyle demişti: Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sende ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez.(Kasas 76-77)
Ayetin gelişinden onların bu sözünün bizim için örnek olması sebebiyle bize aktarıldığı açıktır. Yine Lokman'ın oğluna yaptığı şu tavsiyeler de Allah'ın Kur'an'da bize sunduğu üsve-i hasenelerdendir:
Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir ( Lukman 18-19)
Bir de Hz. Peygamber'in uygulamasındaki örnekliği bildiren bir ayeti okuyalım:
Allah'tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi…(3 Al-i İmran 156)
Elbette ki Kur'an'da peygamberlere ve mü'minlere ait birçok sözlü ve fiili üsve-i hasene örnekleri vardır. Ancak kötü örnekler de hem Müslümanlar hem de itikat ve amel zaafı gösterenler açısından bize anlatılmıştır. Bu anlamda aslında üsve-i hasene ve seyyiede insan gerçeği bize Kur'an'da vurgulanmaktadır.
Son olarak şunları ifade ederek yazıyı tamamlamak istiyorum: Kur'an'a kavram olarak dayanmayan sünnet tanımlamaları, ümmetin çoğunluğunun düşüncesini, Kur'an'ın olması gereken yerinden yani dinin ana kaynağı olma misyonundan uzaklaştırmıştır. Bu yaklaşım Kur'an'ı zihinlerde hidayete götüren bir kitap olmaktan çıkararak hidayette etkin olma özelliğini sınırlamıştır. Kur'an fıkhî veya itikadî, normatif bir metin olmaktan öte, insanı en iyi tanıyan Rabbi tarafından indirilen, neredeyse bütün algı mekanizmalarına hitap eden bir kitaptır. Onun içindir ki salt fıkhî veya itikadî hükümleri vazediyor görünen ayetler bile ilahi hikmeti, içindeki pasajlarla muhataplara vermektedir. Kur'an'ın merkeze oturtulmadığı bir din algısı, hiçbir zaman Allah'ın gösterdiği doğrulara ulaşamaz. Kur'an'a karşı kafalarında rezervleri olanlar, şeytanın oyuncağı olmaktan kurtulamazlar. Parçacı yaklaşımı ahlk edinenler, bütünü kavrayamayacakları için dinin temel unsurlarını da kavramaktan yoksun olacaklardır.
Yazan: Mustafa KAHYA (mus_kahya@mynet.com)
Yazan: Mustafa KAHYA (mus_kahya@mynet.com)