SAVAŞIN ÇİÇEKLERİ
Bütün yaşanmışlıklara tanıklık eden Kıbrıs'a doğru yolculuğa çıkmıştım. Daha önce hiç bilmediğim yerleri, olayları öğrenecek olmam beni heyecanlandırıyordu. Havaalanında indiğimde şubat ayı olmasına rağmen ılık bir bahar havasıyla karşılaşmamın verdiği şaşkınlık daha sonra mutluluğa dönüşmüştü. Her köşesi cennetten bir parça olan Kıbrıs ciğerlerimi dolduran deniz kokusuyla, tenimi okşayarak geçen güneşiyle, güler yüzlü insanlarıyla ve gezi grubumla her yeri dolaşarak değerlendirdik. Kıbrıs'ın bana gösterdiği bu iyi tarafı beni mest etse de bu madalyonun bir de diğer yüzü vardı. Kıbrıs'ı Kıbrıs yapan tarihi, geçmişi, kanlı iç savaşları...
Dehşet, vahşet, kan donduran geçmişi sanki tekrar yaşıyormuşçasına Lefkoşa caddelerinde geziyordum. Bir yandan ölümün barışa çevrilmesinde verilen canların, şehitlerin hikayelerini dinliyor, diğer bir yandan da o günlerde hala kuşun izlerini barındıran yapıları sanki bir filmin konuk oyuncusu gibi aynı yer ve zamanda seyrediyordum. Türklerle Rumların sınırını yalnızca haritada bir çizgi olarak değil, nefretin ve savaşın bir sonucu olduğunu iliklerime kadar hissetmiştim.
Lefkoşa'nın tarih kokan sokaklarında dolaşırken şirin bir evin önüne gelmiştim. Tek katlı, bahçeli, sevimli bir ev görünümündeki bu yer, acılara, ölümlere tanıklık eden, bir babanın vatanını savunurken eşini ve üç evladını kaybettiği Barbarlık Müzesi olarak adlandırılan Binbaşı Nihat İlhan'ın eviydi.
Binbaşı Nihat İlhan'ın vatan uğruna ölen eşi ve çocuklarının haberini üç gün sonra öğrendiğinde dudaklarından dökülen 'Vatan Sağ olsun' cümlesini öğrendiğimde İlhan'ın her şeye rağmen ülkesine olan bağımlılığı beni derinden etkilemişti. Evlatlarının küçük bedenindeki kan izlerini elleriyle yıkayarak, gelecekteki hayallerini, umutlarını toprağa gömen Binbaşı Nihat İlhan o günden sonra 44 yılın ardından Kıbrıs'a ayak basıyor. Beş kişilik bir ailenin ferdi olan Nihat İlhan, Türkiye'ye yerleşerek onbir yıl tek başına topraklarını savunduğu anlatılırken hissettiğim tek şey vatan sevgisiydi.
Dışarı çıktığımda hava kararmaya yüz tutmuştu. Akşamın serinleten rüzgarı içimi okşuyordu. Düşünüyordum. Ailemi, dostlarımı düşünüyordum. Onları kaybetme fikrinin bile bende uyandırdığı o korku bedenimi sarmıştı.
Ailemi sanki ölmeden mezara koymuştum, doğmamış çocuklarımı toprağa ellerimle vermişçesine üzülüyordum. Sahi ben olsam ne yapardım? Ne düşünürdüm? Aslında cevabı düşünmeye bile gerek yok. Damarlarımdaki asil kan, atalarım, ailemin bana verdiği benlik, içimi dolduran vatan sevgisiyle bunların üstesinden gelebilirdim. Ana baba eş çocuk her şey giderdi. Vatan ebediydi. Vatan her şeyin karşılığıydı. Vatan sağ olsundu. Bağımsızlığı simgeleyen bayrağım tepede dalgalanmasıydı. İşte bütün bunlar her şeye değerdi...
Zehra Koçak