Kur'an'da bilmenin anlamı ve gayb

Mustafa Kahya yazdı...

Kur'an kavramları içerisinde bulunan 'gayb' üzerinde çok kafa yorulan kavramlar arasındadır. Bu kavram üzerinde çok durulmasına rağmen zihinlerde vuzuha kavuşmamış konulardan biridir. Gayb kavramı incelenirken onunla yakından ilgili olan Kur'an kelimeleri üzerinde pek durulmamış 'gayb' kavramı daha çok çağrıştırdığı anlamlar üzerinden yola çıkılarak anlaşılmaya çalışılmıştır. Biz ise farklı bir metot izleyerek 'gayb' kavramıyla alakalı kelimelerden yola çıkarak 'gayb' kavramını çözmeye çalışacağız.
'Gayb' kelimesini anlamaya çalışırken dikkate alacağımız ilk kelime Türkçe'ye bilmek olarak çevrilen 'ilm' kelimesidir. 'İlm' mastarının fiili ve türevleri Kuran'da yüzlerce ayette geçer. Bu kelimenin geçmiş zaman (mazi) şimdiki-geniş zaman (muzari) fiil kullanımlarına baktığımız zaman var olmayan bir olgu için bu fiilin kullanılmadığını görürüz. Yani var olmayan bir olgu için herhangi bir varlık onu bildi.(alime) biliyor (ya'lemu) denilmez. Bu fiilin kullanılmasının ön şartı bilinen (ilmedilen) olgunun bilme anında var olmasıdır. Gelecekte var olacak veya geçmişte var olmuş bir olgunun kendisinin şu an bilinmesi (ilmedilmesi)  Kuran'daki kullanıma göre mümkün olmayan bir şeydir
' Muhakkak sizden mücahitleri ve sabredenleri bilinceye kadar sizi deneyeceğiz, haberlerinizi de deneyeceğiz.' (47 Muhammed 31) 'Allah içinizden cihad edenleri bilmeden ve sabredenleri bilmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?' (3 Ali İmran 142) ' Ey peygamber ellerinizdeki esirlere de ki; 'Eğer Allah kalplerinizde bir hayır bilirse sizden alınanın daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.'(8 Enfal 70)
'…Şu anda üzerinde bulunduğun kıbleyi Resul'e uyanları ökçeleri üzerinde dönenlerden (ayırıp) bilmek için yaptık…'(2 Bakara 143) 'Sonra iki gruptan hangisini kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini bilmek için onları dirilttik'(18 Kehf 12) '…Kendisinde çetin bir sertlik ve insanlara faydaları bulunan demiri indirdik. Allah gayb ile kendisine ve resullerine kimin yardım ettiğini bilmesi için.' (57 Hadid 25) ( Ayrıca bkz. 34/21, 3/140, 5/94, 5/97, 9/16, 72/28, 2/187, 2/235, 8/23, 8/66, 48/18, 73/20 ) Yukarıdaki ayetlerde Allah için kullanılan 'bilmesi için', ' bilir', 'bilecek','bildi' gibi ifadeler çoğu meallerde 'ortaya çıkarmak', 'ayırmak', 'belirtmek' gibi anlamlarla Türkçeye çevrilmiştir. Bunun sebebi meal sahiplerinin Allah Teala'ya 'bilmesi için', 'bilecek', 'bilirse', 'bildi' gibi ifadeleri uygun görmemelerinden kaynaklanmaktadır. Ancak böyle hareket edilmekle zihinlerdeki sorular cevaplanmış oluyor mu, yoksa üzeri küllenerek Arapça bilmeyen meal okuyucusundan mesele saklanıyor mu? Elbette buradaki iyi niyeti sorgulamıyoruz ancak her iyi niyet Kuran meali yapılırken anlamın bu şekilde zorlanmasını haklı çıkarmaz. Lukman süresinin son ayeti olan 34. Ayetin mealini vererek konuyu biraz daha açmak istiyorum. 'Saatin bilgisi (İlmu-s saah) Allah'ın katındadır. Yağmuru indirir, Rahimlerdekini bilir. Hiç bir nefis yarın ne kazanacağını anlamaz.(dirayet etmez)   Hiçbir nefis nerede öleceğini anlamaz.(dirayet etmez) Şüphesiz Allah Alimdir, Habirdir' (31 Lukman 34) Aslında dikkatli şekilde okunduğunda bu ayet konuyu tamamen açıklığa kavuşturmaktadır.
Öncelikle Allah gelecekte yaşanacak olan saati O bilir (ilmeder) demeyip, saatin bilgisi (ilmi) Allahın katındadır demektedir. İnsanlar için de yarın kazanılacak şeyler ve o insanın nerede öleceği konusunda da 'ilm' kökünden gelen 'ta'lemu' (bilir) denilmeyip anlamak, kavramak anlamlarına gelen 'dera' (dirayet) fiilini kullanıyor. Ancak mevcut bir nesne olan ana rahmindeki cenin için ise bilir (ya'lemu) fiilini kullanıyor. O halde ayet bize açıkça gösteriyor ki ancak var olan olgular bilinebilirler (ilmetmek anlamında) Var olmayan olguların ise kendileri değil onlara ait bilgilerin bilinebilineceğini  ' saatin ilmi Allah'ın katındadır' bölümünden anlıyoruz. Bilinen saatin kendisi değil onun bilgisidir. Bunun böyle olması –hş- Allah'ın bilgisinde bir eksiklik meydana getirmez ve bilginin kesin oluşuna da zarar vermez. Bu var olmayan şeyin kendisinin bilinmesinin muhal  (imknsız) oluşuyla ilgilidir. On yıl önce çekilmiş kamera kaydındaki bugün izlediğimiz görüntülerin, kayda aldığımız kimselerin şu andaki kendi gerçek görüntüleri olmamasına benzer. Ancak bu görüntülerdeki bilgilerde bir şüphe yoktur. Görüntü doğrudur fakat görüntüsü çekilmiş kişi şu anda mevcut değil veya başka bir haldedir. Gelecekle ilgili bilgi ise bunun tam tersidir. Elimizde görüntü var fakat görüntüdeki varlık henüz var olmamıştır. Bunun Allah Teala için çok kolay olduğu Hadid süresi 22. ayette belirtiliyor;
'Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde meydana gelen bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce bir kitapta olmasın. Bu Allaha çok kolaydır.' (57 Hadid 22)  Bu ayette açıkça görülüyor ki henüz olmamış fakat ilerde olacak bir olgu Allah için gizli değildir. Onun bilgisi bir kitaptadır. Bazıları Allah'ın zamandan münezzeh olduğunu söyleseler de bununla ilgili Kur'an'da açık bir delil yoktur. Yine Allah zamanla kayıtlıdır sözü de Kur'an'daki açık bir ayete dayanmaz.  O halde kesin bir şekilde ifade edilerek Allah zamandan münezzehtir denilememesi gerektiği gibi Allah zamanla kayıtlıdır da denilmesi doğru değildir. Yine Allah katındaki zamanın işleyişinin bizim için geçerli olan zamandan farklı işlediği (izafiyet) tezinin de Kur'an'dan kesin bir delili yoktur. Olmuş ve olacak olayların bilgisi, kaydı, yazgısı Allah tarafından bilinir. Şu an olmakta olanların ise kendileri Allah tarafından bilinmektedir. 'Senin içinde bulunduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kuran'da okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz her hangi bir iş yoktur ki ona daldığınızda, biz sizin üzerinde şahitler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden saklı kalmaz. Bunun daha küçüğü de daha büyüğü de yoktur ki apaçık bir kitapta olmasın'(10 Yunus  61)
Anlıyoruz ki kitapta olan hiç değişmiyor, iş olmadan olduğu gibi iş olduktan sonra da hep aynı kalıyor. Bu ise Allah'ın bilgisindeki kesinliği gösteren açık bir delildir. Öyle bir bilgi ki bütün ayrıntılara nüfuz eden hiçbir şeyi dışarıda ve uzakta bırakmayan, insan aklının ve idrakinin hayal bile edemediği bir umman. Öyle ki yedi denizi katıp mürekkep yapsak ağaçları kalem etsek tüketip bitiremeyeceğimiz bir incelik ve korkunç bir ayrıntı. Olmuş ve olacak olanın bilgisi Allah katında olması sebebiyle onun gelecek ile ilgili bilgisi de kesindir. İnsan için ise böyle bir durum yani gelecekte olacak ile ilgili kesin bir bilgi söz konusu olmaz. Lukman suresi 34. ayette insan için gelecekle ilgili konular hakkında 'Dera' (dirayet) fiilini kullandığını görmüştük Kuran da insan için gelecekle ilgili bilgi söz konusu olduğunda başka bir kullanım ise zan kelimesidir.. ' O ikisinden kurtulacağını zannettiği adama dedi ki; efendinin yanında beni an/ hatırla. Efendisine söylemeyi şeytan ona unutturdu da hapiste üç ila beş yıl (en fazla dokuz yıl) daha kaldı.'(12 Yusuf 42)
Hz. Yusuf hapisteki iki arkadaşının rüyasını bir delile dayalı olarak yorumlamış onlardan birinin kurtulacağı bilgisine ulaşmıştır. Hazreti Yusuf'un ulaştığı bu bilgi doğru olsa da gelecekle ilgili olunca 'zanne' (zannetmek) fiili ile ifade edilmiştir. Kıyamet Suresinin 25-28 ayetleri de aynı konuyla ilgilidir. 'Kendisine beli büken bir azabın yapılacağını zannetmekte ' (75 Kıyamet 25)
'Can köprücük kemiğine dayandığında 'tedavi edecek kim?' denir. Kendi de bir ayrılığın olduğunu zannetti.'(75 Kıyamet 26,27,28) 25.ayette azabın gelmesi an meselesi olmuş hesap görülmüş ve o insan doğru bilgiyle biliyor ki azap çok yakında olmasına rağmen yine de o azap gelecek zamanda olacağı için 'alime' fiiliyle değil de  'zanne' fiiliyle ifade ediliyor. 28. ayetteki ölüm ise yaklaşmış ama henüz gelmemiştir. Az sonra ölecek olan kimse doğru şekilde biliyor ki çok kısa bir süre sonra ölecek fakat olay yine gelecek zamanda vuku bulacak. %1 ihtimal de olsa içerisinde şüphe anlamı barındıran 'zanne' fiilini Allah Teala kendisi için Kuran'ın hiçbir yerinde kullanmaz. Yine bu bize gösterir ki O'nun bilgisinde şüphe kesinlikle yoktur.
 'Gayb' kelimesi ile 'İlm' (bilmek)  kelimesi arasında Kuran'da sıkı bir bağlantının var olduğunu görürüz. Gayp kapalı, saklı olmasına karşılık bilinme imknı olan şeydir. Bilinme imknı ise az önce üzerinde durduğumuz, bilinecek şeyin şu anda mevcut olması ile ilgilidir. Şu anda mevcut olmayan olgular Kuran da gayp olarak isimlendirilmez. Birçok ayette 'gayb' kavramı bize 'şehadet' kelimesinin zıttı olarak verilir.  ' Gaybı ve şehadeti bilendir'
Bu pasaj Kur'an'da şu ayetlerde geçer; 6/73 , 9/94, 9/105, 13/9, 23/92, 32/6, 39/46, 59/22, 62/8, 64/18 'Şehadet' için şu tanımlamayı yapabiliriz; 'Şehadet' algı alanı içinde olan açık olan gizli ve uzak olmayandır. 'Gayb' ise:Kur'an'daki bu kullanıma göre tam olarak şehadetin zıttı yani şehadet olmayandır. Aslında çok sade biçimde yukarda sure ve ayet numaralarını verdiğimiz ayetlerde geçen bu pasajda gaybın tanımı yapılmaktadır. Bu tanım çok kısa ve çok net ve anlaşılır bir tanımdır. Gayb; Allah dışındaki varlıklar için şehadet olmayan gizli, kapalı, uzak olan ve aynı zamanda mevcut olan şeylerdir. 'Şehadet' ve 'gayb' kelimelerinin kullanımı aslında Allah dışındaki varlıklara göre yapılan bir anlamlandırmadır. Allah için bir şey gizli iken aşikr, aşikr iken gizli olmaz. Bu anlamda onun için var olan her şey şehadettir diyebiliriz. Dilimizde kullandığımız kaybolmak (gaib olmak) kelimesi yok olmayı değil algı alanı dışına çıkmayı ifade eder. Bu anlamdaki kullanım Kur'an'da gayb kelimesinin kullanıldığı anlamla aynıdır. Gayb bir anlamda Allah dışında her hangi bir varlığa gizli olan, o varlık tarafından görülüp hissedilemeyen her şeydir.
İlmetmek (bilmek) için ön şart ilmedilecek olgunun mevcut olması gerekliliğini tekrar hatırlayacak olursak gaybın da bilinmesi mümkün olduğuna göre 'gayb mevcut olan fakat herhangi bir sebepten ötürü Allah Teala dışındaki varlıklar için bilinemeyen şeydır' dememiz gerekecektir. Bizim itikadımıza göre Allah'ın bilgisi dışında hiçbir şeyin olması mümkün değildir. Geçmişte olmuş gelecekte olacak bütün olgular bir kitapta yazılı olmasıyla ilgili ayetleri zikretmiştik. O halde bu olgular şuan mevcut olmadıklarından, onların kendilerini bilmek mümkün olmadığı için onların kendileri gayb tanımı içine girmezler. Gayb tanımı içine giren ve bilmenin (ilmetmenin)  konusu olan ise mevcut olmayan o olguların kendileri değil bilgileridir. 'Gördün mü ayetlerimizi inkr edeni ve bana mal ve oğul verilecek diyeni? O gabya mı muttali oldu yoksa Rahman'ın katından bir söz mü aldı?' ( 19 Meryem 77-78)
Ayette geçen Gayb 'mal ve oğlun' kendisi değil bilgisini haber veren veya vermeyen yazıdır, kayıttır. Bu yazı bütün yazıların ve bilgilerin kaynağı olan Allah'ın katındaki kitaptır. Olayın gelecekle ilgili olmasından dolayı olayın kendisi değil bilgisi gaybtır.
Lokman suresi 34. ayette henüz gerçekleşmemiş olan saatin bilgisinin Allah katında olması gibi saatin kendisi gayb değil bilgisi gaybtır. Bu bilgiyi olmamış bir olayın kamera kaydındaki görüntüsüne benzetebiliriz. Bu bizim için mümkün olmayan Allah Teala için çok kolay olan bir iştir.
Elbette varlıklar arasında gayb ve şehadet sınırı değişiktir. Hatta aynı varlık grubu içinde bile bu sınır farklılaşabilir. Örneğin; gözleri görmeyen bir kimse için 2 metre ilerisindeki bir nesne gayb alanına girdiği halde gören bir kimse için 200 m.. mesafede bile aynı nesne şehadet alanı dışına çıkmayabilir. Gözleri gören kimse için de 2 metre mesafede bu nesnenin şehadet alanında olması ile 200 m. mesafede şehadet alanında olması birbirinden farklıdır. Ancak Allah Teala için mesafe gibi engellerin doğuracağı bilgi farklılığı söz konusu olmaz. Her ne durumda olursa olsun şehadet alanında olan bir olguyu bizim kavramamız her zaman eksik ve parçacıdır. Çoğu zaman muhatap olduğumuz kişilerin sadece bir tarafını gördüğümüz, hatta o kişinin sadece yüz ve ellerini gördüğümüz halde o kişiyi gördüğümüzü söyleriz. Allah'ın şehadeti bilmesi bizim bu parçacı bilgimizden çok başkadır. Hem şahadeti bilmek sadece görmek ile sınırlanacak bir hadise olmayıp komplike bir olaydır. Sağlam olan insan için beş duyudan bahsedebiliyoruz. Ancak bütün varlıklarda bu duyuları beş ile sınırlandırmak ne kadar doğru olur? Hele Allah Teala için bu kıyasın yapılması bile beş duyuya sahip insan için kabili mümkün olmayan bir iddia olsa gerek. Gayb kavramı çoğunlukla iki bölüme ayrılarak tanımlanmıştır;1-Mutlak Gayb , 2-İzafi Gayb Mutlak Gayp Allah Teala'dan başkası tarafından bilinmesi mümkün olmayan gayb olarak tarif edilir. Gaybın asıl anlamı Mutlak Gayb üzerinde ortaya çıkar İzafi Gayb ise Allah dışındaki varlıkların bir kısmı tarafından bilinmesi mümkün olan gaybtır. Bir kısım varlıklara göre gayb diğer kısmına göre ise şehadettir. Bu anlamı ile İzafi Gayb tam olarak gayb alanı içerisinde değerlendirilmeyebilir.
Son birkaç yılda, Abdülaziz Bayındır ve Mustafa İslamoğlu hocalar tarafından birbirine benzer iki tez geliştirildi. Bu tezlerin açıklanması yukarıdaki yazımdan sonra olduğu için bu yazımda hocaların isimlerini zikretmemiştim. Ancak şimdi bu yazı bağlamında bu iki tezi eleştirme ihtiyacı hasıl oldu. Abdülaziz Hoca tezini geliştirdiğinde yanlış anlama olmaması için hocayı tekrar tekrar dinledim. Önce tezinden anladığımı daha sonra ise anladığıma göre eleştirisini yapayım. Hoca şöyle diyor; 'Allah gaybı bilir, fakat gelecekte olacak olaylar gayb değildir. Bu gelecekte olacak olaylardan insan iradesiyle olmayanlar Allah tarafından bilinir fakat insan iradesiyle meydana gelenler ise hiçbir varlık tarafından bilinemez.'
Gelecekte olacak bütün olayların bilgilerinin Allah katında olduğunu ve bu bilgilerin Allah tarafından bütün ayrıntılarıyla bilindiğini yukarıda izah etmiştim. Burada bu delilleri tekrar etmeyeceğim. Ancak burada Hocanın tezindeki çok açık paradoksu göstermeye çalışacağım. Bir anlığına Allah'ın gelecekte olacak kulunun iradeli eylemlerini bilmediğini, iradesiz olguları ise bildiğini varsayalım. Bu durumda yeni dünyaya gelecek bir çocuğun kim olduğunu ve ne zaman doğacağını Allah bilir mi, bilmez mi? Anne babasının iradeli eylemi sonucu olduğu için anne baba açısından bilmez dememiz, fakat çocuk açısından dünyaya gelmesi iradesiz bir olgu olduğu için bilir dememiz icap eder. Veya evinde ısınmak için sobasını yakan bir kişi, iradeli bir eylem yaparak Dünyayı dolayısıyla da evreni ısıtmakta, saldığı gazlarla atmosferi değiştirmektedir. Bununla birlikte bu eylemiyle birçok kimyasal ve biyolojik reaksiyona sebep olmaktadır. Bu değişim evren içerisinde her ne kadar çok küçük de olsa  hiçbir zaman soba yakma eyleminin evrene etkisi sıfır olmayacaktır. O halde iradeli eylemler evrendeki gidişatı ve var olan bilgileri değiştirmektedir. Yani iradesiz olgular iradeli eylemlerden etkilenerek değişmektedir ve ondan bağımsız da değildir. O halde iradeli eylemleri bilmek mümkün değilse iradesiz olguları da bilmek (ilmetmek) mümkün olmayacaktır. Burada açık bir paradoksun yani çelişkinin olduğu görülür. Onun için Hocanın öncelikle iç tutarlılığı olan tezleri ileri sürmesi gerekir ki üzerinde ciddi değerlendirmeler yapılabilsin. Bence Abdülaziz Hocanın bu paradoksal düşünceyi devam ettirebilmesinin mantıki bir dayanağı yoktur. Bu tezi, kendisinin dile getirdiği birçok kıymetli fikri de gölgede bırakmaktadır. Davranışlarıyla örnek olan alimlere çokça ihtiyaç duyduğumuz şu dönemde Hoca bir çok sevenini bu teziyle sukut-i hayale uğratmıştır. Biz kendisinden, daha önce savunduğu bir çok fikrinden ferağat etme cesaretine de şahit olduk. O halde Hocaya temsil ettiği misyonu hatırlatır bu tip hatalarla misyonuna zarar vermemesini ve tevhidi, doğru dini insanlara bu tip paradokslardan kurtularak anlatmaya devam etmesini isteriz. Son zamanlarda takındığı sert uslûbundan dolayı da ona ''rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır'' ayetini hatırlatırız.
Yine kendisinden faydalandığımız ve faydalanmaya da devam ettiğimiz Mustafa İslamoğlu Hoca da bizleri zaman zaman ziyadesiyle müteessir etmektedir. Kendisinin bizleri üzen siyasi mesajlarla dolu demeçlerine ve git-gellerine girmeyeceğim. Benim burada eleştireceğim konu (şerh demek çok zor olsa da) Kader Risalesi'nin şerhinde bize Allah'ın ilmi konusunda çözüm olarak sunduğu Şia'daki Bed fikridir.(Bk. Sayfa 190)  Bed fikrine göre, Allah Teala gelecekte olacak olayları yazdıktan sonra bazılarını olaylar gerçekleşmeden değiştirebilir. Bu fikre dayanak olarak ta Ra'd Suresi 39. Ayet delil kabul edilmektedir. Ancak ayette Allah gelecekte olacağını yazdığı bilgiyi değiştirir dememektedir. Ayet ''Allah dilediğini siler kitabın anası onun katındadır'' demektedir. Yani silinen ana kitaptaki değil cari (yürürlükteki) uygulama veya cari emir ve nehiylerdir. Buradan anladığımız şeriatlerin veya dönemsel uygulamaların değişebileceği vurgusudur. Değiştirme veya nesh ise ancak emirde ve nehiyde olabilir. Allah için haberde bir neshten bahsedilemez. Haberde nesh olması demek o haberin doğru olmadığı veya yeni haberin de doğruluğunun garanti  edilmediği anlamına gelir ki –haşa- Allah Teala ikisinden de münezzehtir.
Burada akla gelen bir başka ihtimal ise Allah'ın gelecekteki haberi bilmeden yazmasıdır ki, Allah Teala bundan da münezzehtir. O halde Abdülaziz Hocanın tezinde olduğu gibi burada da açık bir paradoksal durum söz konusudur. Allah doğru bilgiyi yazmışsa bunun değiştirilmesi söz konusu olamaz. Değiştirilebiliyorsa o bilgi doğru bilgi değildir. Çözüm iddiasıyla ortaya konan bu tez bırakın meseleyi halletmeyi zihinleri bir çıkmazın tam ortasına sürüklemektedir. M. İslamoğlu bu kitapta tezini garip bir cümleyle ispatlamaya çalışmaktadır. 'Bazıları Allah'ı hükmünün mahkumu görüyor, hükmünün hakimi göremiyor.' Terennümü kulağa hoş gelen bu cümle ne anlama gelmektedir? Neyi ispatlayıp hangi esasa dayanmaktadır? Hele zikre konu Allah Teala ise bu tür cümlelerin ne gibi bir ehemmiyeti olabilir anlamak gerçekten güç. Bu türden kelime ve edebi oyunlarla bir şeyin ispatı mümkün değildir. Allah gelecekte ne olacağını bilirse bu bilgisi (haşa) onu mahkum mu eder? Bu nasıl bir sözdür? Veya bilmek bilen kişiyi mahkum eder, o halde gerçek bilgiden söz edilemez mi diyeceğiz? Bu bağlamda Hocayı ilmi ciddiyete davet eder rabbimiz hakkındaki felsefik paradokslarını kendi zihninden dışarı taşırmamasını talep ederiz.
Yine iki Hocanın da Mu'tezile kaderciliğinde ısrar etmelerini de anlamak güç. Şunu da belirtmekte fayda vardır ki cebrî kader anlayışı zor zamanların itikadıdır ve Hz. Osman'ın katli sonrası cereyan eden bir çok müessif hadiselerin vicdanlara baskısını azaltmak için üretilmiştir. Bu mu'tedil olmayan iradeyi dışlayıcı tutum, zıttı olan aşırı iradeci tepkiyi doğurmuştur. Halbuki ta vahyin başlangıcından günümüze kadar doğru irade anlayışı hep var olagelmiştir. Burada doğru irade anlayışını tespit etmede temel espri şu olmalıdır: Bir kişi kendi yaptığı kötülüğün sorumluluğunu Allah'a yükleyerek sorumluluktan kurtulmak istiyorsa o şeytanı örnek alıyor demektir. Kim de başına gelen olumlu şeylerin şahsından neşet ettiğini iddia ederek Allah'ın lûtfunu ve yardımını kabul etmiyorsa o da Krun'un yolundan gitmektedir. Ne Krunlaşıp determinist çizgiye oturan anlayış ne de kendi iradesini yok sayıp şeytanlaşan bir anlayışı savunabiliriz. Bu noktada hem Abdülaziz Bayındır hem de Mustafa İslamoğlu'nun konuya yaklaşımını şahsen ben sağlıksız buluyorum. Aslında yukarıda tahlile tabi tuttuğumuz paradoksal tezlerini geliştirme sebebi, tepkisel bir refleksle ortaya çıkmış olan Mu'tezilî irade anlayışını yanlış vurgularla abartılı şekilde savunmalarıdır. Bunu yaparken de bir yandan Kur'an'a dayanmayan görüş kabul edilemez derken bir taraftan da kendi görüşlerine destek olan rivayet malzemesini de 'Allah resulü şöyle buyurdu' diyerek Peygamber (a.s) i de kendi görüşlerinin tasdikçisi yapmaktadırlar. Bu şahitlik diliyle aktardıkları zanni haberleri Allah Resulüne kesin olarak atfetme icraatları, onların Dini yorumlama usullerinin tutarsızlığını göstermektedir. Alimin konuyu ele alış derinliği ve iç tutarlılığı muhalifleri tarafından dhi kabul edilmişse o alim çok seviyeli bir yerde duruyor demektir. Ancak yukarıda ele aldığımız iki tezin ele alınışındaki yaklaşımın sığlığını ben bu iki kıymetli Hocaya da yakıştıramadım, artık takdir sizin…  

Bakmadan Geçme