Kırk Kızlar Katliamı, Moğolların eseri

Kayseri Tarihi Araştırmacısı Osman Gerçek yazdı...

        Kösedağ Savaşı sonrası, genç ve tecrübesiz sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in komuta ettiği Selçuklu ordusu ağır bir yenilgi almış, Sultan kayıplara karışmış ve Sivas Moğollar tarafından zabdedilmişti(3 Temmuz 1243).

Bu haber Selçuklu başkenti Kayseri'de duyulduğunda, kenti kasvetli bir korku ve ürperti sarmış ve Sultan'ın annesi Hunat Hatun yanına kızı ve gelinini alarak, hanedanlık mensupları ve kentin bir kısım varlıklı aileleriyle beraber Halep'e gitmek üzere yola koyulmuşlardı.

Sivas'ın Moğollarca işgal edilmesinden yaklaşık kırk gün sonra da aynı akıbet Kayseri şehir surlarını kuşatacaktı.

Bir savunma harektı verilecek olan Kayseri'de iç ve dış surlar günler öncesinden onarılmış, hendekler suyla doldurulmuş, gerekli erzaklar sur içine stoklanmış ve civnmerd hi cengverler savunma hattı olan sur içinde yerlerini almış, sur dışında kalan bir kısım mahallelerde yaşayan yaşlılar, kadınlar, genç kızlar ve çocuklar kenti çevreleyen dağların arkasındaki köylere çekilivermişlerdi.

Kale savunması,  Baycu Noyan komutasındaki Moğol ordusunun taarruzlarına ve kale içindeki muhbirlerin ihanetlerine ancak 15 gün dayanabilmişti. Kayseri'nin bu savunmada en az on bin şehid verdiğini nakleder tarihi kaynaklar, en iyimser tahminlerle. Şehid olanlar dışında, Moğol çapulcuların esir aldığı savaşçılar, köle olarak sattığı çocuklar ve tecavüze uğrayan kadınların sayılarıyla ilgili tarihi kaynaklar hep sükût etmiştir.

Bu katliamlar esnasında Kayseri Şehir surlarının 2 kilometre güney batısında bulunan Battal Mescidi'nin bulunduğu dağ kuytularında mevzilenen hi mücahidler Moğol ordusuna ufak çaplı taarruzlar düzenleseler de başarı elde etme şansları neredeyse yok gibiydi.

Efsanevi anlatımlara göre sayıları kırkı bulan bir grup genç kız Moğol çapulcularının tasallutundan korunabilmek için Battal Mescidi'nin hemen bitişiğinde bulunan mağaraya gizlenmişler, günlerce Allah'a dua ederek, kendilerini koruması konusunda yakarışta bulunmuşlardı: Allah'ım yeri yar bizi içine al! Bizi ya taş yap, ya kuş! Kurtar bizi…

Bu bir grup genç kızın muradlarına erip, kuş mu yoksa taş mı oldukları efsanevi anlatımları bir yana, harem-i pkini korumak için gizlenmişlikleri, yakarışları, acı ve bir o kadar hüzünlü akıbetleri dilden dile anlatıla gelmiş ve Kayseri'de Moğol egemenliğinin son dönemlerinde, gizlendikleri mağaranın üzerine, Battal Mescidi'nin bitişiğine, muhtemelen Muineddin Süleyman Pervane tarafından bir türbe yaptırılmıştır.

Halk arasında Kırk Kızlar adıyla bilinen bu türbenin Selçukluların ihtişamlı döneminde Alaaddin Keykubat zamanında, Moğol saldırılarından önce düşman tasallutundan gizlenen kırk kızın hatırasına yaptırıldığı iddiaları olsa da Moğolların Kayseri katliamından 20-25 yıl sonra, Moğol uzantısı İlhanlılarla iyi ilişkiler geliştiren ve aynı zamanda Kayseri'ye kendi adıyla bir medrese ve Cami yaptırmış olan ve Tokat Kırk Kızlar türbesi olarak da bilinen Gök Medreseyi yaptıran Süleyman Pervanenin yaptırmış olması muhtemeldir.

Moğollara karşı kent savunmasında bir grup kadınla beraber önemli görevler ifa etmiş olan Baciyan teşkilatının kurucusu, Evhadeddin Kirmani'nin kızı, Ahi Evran'ın eşi Fatıma Bacı ve arkadaşlarının Süleyman Pervane'nin takdirini kazanmış olduğu bilindiğine göre, bu türbe onların aziz hatırasını yadetmek maksadıyla da yaptırılmış olabilir.

Tarihi dönem itibarıyla en anlamlı zaman dilimi olarak Moğol katliamıyla irtibatlı okunduğunda, anlamlı bir yere  oturan Kırk Kızlar Türbesi gibi Anadolu'nun birçok yerinde benzer efsanevi anlatımlara rastlanır.

Bir de o günün acılarını ve katliamın boyutlarını Acem asıllı ünlü Selçuklu tarihçisi ibn-i Bibi'den dinleyelim: ''… herkesin başına bela kesildiler. Emirler ve sipahiler canlarını hiçe sayarak, kılıçları ellerinde omuz omuza öyle savaştılar ki, bazıları şehitlik derecesine, bazıları da esirlik ve hüsran kemendine yakalandılar. Güzellikleri dillere destan, iffetleri fazla ve ismetleri sınırsız olan, ibadet ve dindarlıkta Asiye ve Meryem ile yarışıp onlara eşitlik sağlayan halkın hareminin saf kadınlarının dudaklarını yardılar. Ciğerlerini yakıp yüzlerini yaralayarak kahrın esiri, zalim kimselerin tutsağı yaptılar. Zenginin, fakirin süt emen çocuklarını, sevgili dadılarının kucağından, hayat veren annelerinin bağrından alarak sefalet toprağına attılar ve düşkünlük kanında yüzdürdüler…'

O günün olaylarını kaydeden bir başka tarihçi İbnü'l Esir de insanlığın en büyük katliam ve musibeti olarak gördüğü Moğol saldırılarıyla ilgili şu satırları yazacaktır kitabına: 'Moğolların tarihte benzeri görülmemiş vahşi saldırılarını, iğrençliğinden dolayı kaç yıldır yazmak istediğim halde yazamıyorum. Bu konuda bir ileri, bir geri adım atıyorum. İslam ve müslümanların ölüm ağıtlarını yazmak kolay mı? Bunları anlatmak kolay mı? Ne olaydı anam beni doğurmasaydı! Ne olaydı bu vahşetten önce ölseydim de, unutulup gitseydim!...'

Kırk kızların hüzünlü akıbetleri üzerinden geçen dört asırdan sonra, 1649 yılında Kayseri'yi gezmiş olan Evliya Çelebi'nin 'Kırk Nisa' olarak bahsettiği bu ziyaret alanıyla ilgili, her zamanki abartılı ve efsanevi üslubuyla şu notlar vardır: 'Bu kırk hatunun kırkı da bir günde doğmuş olup, yeryüzüne aynı anda ayak basmışlardır. Kırkı da kırkar sene yaşamış olup, her biri birer Rabia-i Adeviyye mertebesine yükselmiş, hepsi de kız olarak kırkar yaşında, kırkı da bir anda ruh teslim etmişlerdir. Garip bir hikmet-i Hüda'dır.'


1705'de, Fransız seyyah Dr. Paul Lucas, türbenin altındaki 40 kız cesedinin bulunduğu mağaraya girer. Kare planlı mezar odasının içinde çok sayıda iskelet bulunduğunu, geçen uzun zamana rağmen derilerinin hl üzerlerinde bulunduğunu söyler.

Bu tarihsel anlatılar, yaşanan katliam ve acının ancak bir kesitini ortaya koysa da vahşetin etkisi uzun süre devam edecektir.

Bakmadan Geçme