Kayseri'de İslam'ın ilk ayak izi: Battal Mescidi
Tarihimize sahip çıkma konusunda çok kötü bir mazimiz olduğunu kendi tarihi ile sorunu olmayan, batı karşısında aşağılık kompleksinin dibini yaşayanlar dışında herkes artık kabul ediyor. Daha doğrusu kabul etmek zorunda kalıyor. Bu kadar şanlı bir tarihe sahip olup da bu tarihi hiç önemsemeden yaşayan bir başka millet var mı doğrusu bilemiyorum. Tarihini bozuk para gibi harcama konusunda dünyanın en mahir milleti olduğumuz konusunda hiç şüphem yok açıkçası.
Dost acı söyler kabilinden bu yazıma başlamadan önce bu tespitleri yapmak istedim. Bunu üstad Hayati İnanç hoca çok güzel ifade eder: “Bizler büyük hazineler üzerinde otlayan inekler gibiyiz” der. Evet gerçekten içinde yaşadığımız Anadolu toprakları ve bu coğrafyanın yanında “Gönül coğrafyamız” dediğimiz fakat aslında Osmanlı mirası topraklar o kadar büyük hazineleri içinde barındırıyor ki. Toprak atından çıkacak madenlere aslında çok da ihtiyacımızın olduğunu zannetmiyorum. Asıl üzerindeki hazinelere odaklansak onlara kıymet verip değerlendirmeye çalışsak çok da maden zenginliğine ihtiyacımız kalmayacak. Evet dünyanın en zengin maden yatakları bu topraklarda, fakat asıl en büyük zenginliğimiz bize ecdadın bıraktığı manevi miras olduğunu düşünüyorum.
Bu muhteşem hazinelerin anlamını ve önemini yeterince kavrayabilsek gerçekten çok bir şeye ihtiyacımız kalmayacak fakat maalesef özellikle son 100 yılda hele hele son 50 yılda adeta bu muhteşem mirası talan ettik. Üstelik acı olan taraf bunları yapanların öyle dışardan gelen ithal şahıslar olmamasıydı. Yani sömürge falan olmamıştık fakat ne hikmetse müthiş bir ezilmişlik psikolojisi her yanımızı sarmıştı. Aşağılık kompleksinin dibini yaşıyorduk.
Talan edilen, tarumar edilen yok edilen hangi bir eseri ve değeri sayalım. Dünyanın en muhteşem devlet arşivlerinin harf inkılabı ile birlikte fazlalık olarak görülüp oraya buraya dağıtılmasına mı yanalım. Bu muhteşem Osmanlı devlet arşivlerinin bir kısmının İstanbul'da Haliç'e dökülmesi, bir kısmının vagonlarla hurda kağıt olarak Bulgaristan'a satılmasına mı kızalım. Ve tesadüfen bir Bulgar tarihçi tarafından tespit edilip mükemmel bir arşiv haline getirilen dünyanın en büyük ikinci Osmanlı arşivine sahip olan Bulgaristan'ın bu durumuna üzülelim mi sevinelim mi. Evet Haliç'e dökülen bir kütüphane dolusu kitapları tesadüfen gören Avusturya Elçisinin denize dökmeye götüren ameleye bunları nereye götürüyorsun diye sorması ile bu belgelerin ve kitapların tamamını 15 kuruşa satın alması hikayesinin altından çıkan sonucun vahametine mi üzülelim.
Ve işin en acıklı tarafı ise. Bu Haliç'e dökülecek kitaplar arasında yer alan ve Avusturya elçisinin müdahalesiyle kurtarılan kitaplar arasında çıkan dünyada tek el yazması nüshası olan İbn-i Sina'nın “El-Kanun Fi't-Tıp” kitabının da olduğunu sonradan öğrendiğimizdeki büyük kahroluş. Evet bugün İbn-i Sina'nın dünyada tek nüshası olan bu eşsiz ve benzersiz kitap Avusturya'nın başkentindeki Viyana Devlet Kütüphanesinde bulunuyor. Yıllar sonra aklımız başımıza gelip bir nüshasını istediğimizde ise elbetteki “hayır” cevabını alıyoruz. Ben olsam ben de vermem. Elimdeki muhteşem hazineyi niçin paylaşayım, ben onu servet ödeyerek aldım derlerse ne diyeceğiz. Evet adamlar at arabasında denize dökülmek üzere götürülürken servet (!) yani 15 kuruş ödeyerek aldığı şeyi sana yedirir mi. Velev ki bu senin dedeyin kitabı bile olsa. Adama sormazlar mı şimdi mi aklınıza geldi diye. Senin sahip çıkmadığın tarihine elin adamı böyle sahip çıkar. Artık kitabın ortasından konuşma zamanımız geldi. Nerede hata yaptık. Bizi bu kadar tarihimizden nefret ettirecek hale nasıl getirdiler. Bunu sorgulama zamanımız hala gelmedi mi diye düşünmek gerekiyor.
Böyle bir girişi niçin yaptın diye soracak olursanız. Öğrendiğimde çok üzüldüğüm, dile getirmeyi, gündeme getirmeyi elzem kabul ettiğim konunun önemine vurgu yapmak için anlattım. Burada bahsettiğim bu eserimize Kayseri'nin tamamının özellikle de tüm eğitim kurumlarının sahip çıkması gerektiğini düşündüğüm için bahsettim. Bu tarihe sahip çıkmayı sağlayacak projeler geliştirmek ve çocuklarımızı bu bilince sahip bireyler olarak yetiştirmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Peki nedir bu kadar önemli gördüğüm ve “ihmal” edilen hatta hakkı “ihlal” edilen eser.
1400 YIL ÖTEYE UZANAN, SAHABE-i KİRAMIN AYAK BASTIĞI KAYSERİ
İslamiyet'le birlikte ortaya çıkan ve Bizans İmparatorluğu'nun başkenti Konstantinapol'un (İstanbul) fethedilmesi düşüncesinin Peygamber Efendimiz zamanında çeşitli vesilelerle gündeme geldiğini ashabdan hadisleri yazmasına izin verilen Abdullah b. Amr b. As şöyle anlatmaktadır: “Biz huzur-ı saadette not tutar ve Hz. Peygamber'in hadislerini kaydederdik. Bir defasından içimizden birisi, Hz. Peygamber'e ‘Ey Allah'ın Resulü! Önce hangi şehir fethedilecektir; Kostantiniyye mi, yoksa Roma mı?' sorusunu yöneltmiş, o da ‘Önce Heraklios'un şehri, yani Kostantiniyye fethedilecektir.' cevabını vermişti.” (1-4'den al)
Daha ilk dönemlerden itibaren Peygamber Efendimiz bu tür fetih müjdelerini hep vermişti. Hudeybiye Antlaşması ile birlikte yepyeni bir boyut kazanan İslam fetihleri daha sonra Mekke'nin fethiyle birlikte ise artık iyice gerçek fetih ruhuna dönüşüyordu. Peygamber Efendimizin gösterdiği hedefle Müslümanlar gözlerine önce Bizans'ı ve daha sonra da Kisra'ların idaresindeki Fars İmparatorluğunu kestirmişlerdi. Nitekim daha Hicri 1. yüzyıl dolmadan Müslümanlar arasındaki tüm ihtilaflara rağmen fetihler hız kesmemiş ve Müslümanlar daha o tarihlerde o zamanki adı Kostantinapol olan İstanbul kapılarına dayanmışlardı. Bu arada İran'ın tamamı ele geçirilmiş, Sasani İmparatorluğu tamamen ortadan kaldırılmıştı.
Tabii bu arada Peygamber Efendimizin İstanbul'un fethini müjdeleyen ve İmam Ahmet b. Hanbel'in Müsned'inde geçen hadisi de unutmamak gerekiyor. Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Konstantiniye/İstanbul mutlaka fethedilecektir! Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur!” (Ahmet b. Hanbel, Müsned)
Bu hadis-i şerifin müjdesine mazhar olmak isteyen Müslümanlar sürekli buraya akınlar düzenlemişler. Daha Hicri 1. yüzyılda bu akınların ardı arkası kesilmemiş. Tabii bu akınlarda ve kuşatmalar sırasında birçok sahabe efendilerimiz burada ve Anadolu'nun çeşitli yerlerinde şehit olmuşlar. Bu şekilde başta Peygamber Efendimizi, Medine'ye hicret sırasında aylarca evinde misafir eden Hz. Eyüp el-Ensari ve diğer mübarek sahabe efendilerimizin geliş sebeplerini Osman Nuri Topbaş hocaefendi “Müslümanın Gönül Dünyası” isimli eserinde çok güzel ifade etmiştir:
“Allah Rasulü'nün en yakınlarından biri olan Ebu Eyyub el-Ensari Hazretleri 80 küsur yaşında iki sefer İstanbul'a sefer etmiş, burada şehiden vefat etmiştir. Yani ‘biz yeterince Allah'ın dinine hizmet ettik, artık bir kenara çekilelim, başkaları cihad etsin.' dememiştir. Son nefesine kadar, Allah Rasulü'nün mesajını, tebliğini, davetini gönüllere ulaştırmak için büyük bir iman gayreti içinde olmuştur.
İşte Siyer-i Nebi'yi ömürlük bir tahsile dönüştürmek ve nebevî ahlak ile ahlaklanmak da böyle olur. Yani son nefese kadar Allah Rasulü'nün sadık bir talebesi olma şuur ve heyecanı içinde bir kulluk hayatı yaşamakla olur.”
Evet Peygambere hürmet ve saygı konusunda büyük bir yere sahip olan ve aynı zamanda Peygamberimizin de her fırsatta kendisine hayır dua ettiği, yaşamıyla tüm Müslümanlara büyük bir misal olan Eyüp El-Ensari hazretleri. Medine'de Peygamberinin yanı başında, adeta dizinin dibinde evi ve büyük bir hurma bahçesi varken bütün bu dünyalıkları bırakıp Peygamberinin müjdesine mazhar olabilmek için kaynakların belirttiğine göre 87 yaşında pir-i fani bir ihtiyar olarak yaklaşık 2 bin kilometre uzaklıktaki bir şehri fethetmeye gidiyordu. Bugün ki aklımızla, yani modern kafalarla düşündüğümüzde çok aklımızın alamayacağı şeyler bunlar biliyorum. Üstelik o günün şartlarında, imkansızlıklar içinde, çöl sıcağında, dağ soğuğunda türlü türlü zorluklara katlanılarak çıkılan bir fetih yolculuğu. Sadece bu büyük sahabe de değil gelenler. Bazı tarihçilerin aktardıklarına göre bu fetih ordularında Hz. Hüseyin'in de bulunduğu bildirilmektedir.
Bu orduların yaklaşık bir asır boyunca devam eden seferlerinde Anadolu topraklarına ve Kayseri sınırları içerisine de birçok sahabe ayak basmış ve Kayseri sahabe efendilerimizin mübarek ayakları ile şereflendirdiği bir belde haline gelmiştir. Bu mübarek beldeyi uğrak yeri, İstanbul'a düzenlenen seferlerin bir konaklama yeri olarak görmüşler ve hatta bu seferlerde Kayseri'yi fethederek bir süre kalmışlardır. Bu fethin en önemli izleri bugün Eskişehir Bölgesi olarak bilinen mevkiide bulunan Battalgazi Mescidi ve Türbesidir. Bu mescidin etrafından o dönemlerden kalan çeşitli eserlere rastlanmış, bu bölgede ve mescid etrafında yapılan bazı kazılarda o döneme ait çok sayıda eser ortaya çıkarılmıştır.
Kayseri'nin ilk camii, Emevi komutanlar tarafından İstanbul kuşatmasına gidildiği sırada fethedilen bu bölgede yaptırılmış, Selçuklular döneminde büyütülmüş, Osmanlı döneminde restorasyon görmüştür. Tarihinin 7. ve 8. yüzyıla kadar ulaşması nedeniyle köken itibariyle Kayseri'de ve hatta Anadolu'da eşi benzeri olmayan bir yapıdır.
Kayseri'deki Battal Mescidi'nin banisi olabileceği düşünülen Battal Gazi, Seyyid Gazi veya Seyyit Battal Gazi olarak da anılan, VIII. Yüzyıl Emevi kumandanlarından biri olup, bu dönemde Bizans'a karşı yapılan İstanbul ve Anadolu seferlerinde görev almış ve adı bilhassa Türkler arasında destanlaşmış İslam kahramanlarındandır. Kaynakların verdiği bilgilere göre Battal Gazi'nin asıl adı Abdullah olup, kahraman manasındaki “Battal” ismi onun unvanıdır ve bu isimle meşhur olmuştur. Battal Gazi aslen Arap olmayıp Emevilerin hizmetine giren ve tarihi kaynaklarda aslının Türk olabileceği yazılan bir komutandır. Destanlara göre babasının ismi Hüseyin Gazi'dir. Battal Gazi 717 yılında Emevi kumandanı Mesleme'nin İstanbul'u muhasarasına iştirak etmiş, 726-40 yılları arasındaki Arap-Bizans muharebeleri esnasında Kayseri'yi de fethederek buraya bir müddet sahip olmuştur.
Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan zamanındaki Türk-Bizans hududunu tarif eden Herevi'de, Battal Gazi türbesinin Seyitgazi'de olduğundan bahsetmekte ayrıca ona ait bir cami daha XII. Asırda Kayseri'de mevcut idi demektedir. Danişmendli beyi Yağıbasan'ın oğullarından Muzafereddin Mahmud ve onun kızı Adsız Elti'nin Kayseri'de harap halde bulunan Ulu Cami ve camiye bitişik Melik Mehmed Gazi Medresesi ile Külük Camii, medresesi ve hamamı gibi ata yadigarı eserleri tamamen restore ettirdikleri dikkate alınırsa, buradaki Battal Gazi türbesinin de aynı şahıslar tarafından 1204 ila 1210 arasında mükemmel bir şekilde restore ettirdiklerini söyleyebiliriz. Battal Gazi tarihi şahsiyeti yanında Araplar, Türkler ve Bizanslılar arasında bir destan kahramanı olmuştur, onun gerçek hayatı yanında menkıbeleşmiş maceraları yüzyıllarca Müslümanlar ve bilhassa Türkler arasında okunup yazılmış ve bunları anlatan Battalnameler, Battal Gazi Destanları meydana gelmiştir.
Battal Gazi adına XII. yüzyılda Kayseri'de de bir cami bulunduğunu devrin Arap yazarları haber vermektedir. Kesin inşa tarihi bilinmemekle birlikte öyle anlaşılıyor ki bu cami de, Malazgirt zaferi ile Anadolu Türklerin eline geçmeden önce Sivas'taki mescid gibi Kayseri'de mevcuttu ve büyük bir ihtimalle VIII. Yüzyıl başında şehri fethedip bir müddet elde tutmuş olan meşhur İslam kahramanı Battal Gazi'nin adına inşa edilmişti.
Battal Gazi'nin Kayseri'yi zaptetmesi neticesinde beraberindeki askerler ve orada yaşayan Müslümanlar için bir ibadet yeri yapılması zorunluluk haline gelmiş olduğundan, Bizanslı ustalara, onların tarzında bir bina inşa ettirmiş veya burada daha önce bulunan bina camiye tahvil edilmiştir. Selçuklular geldiğinde, artık şehir tamamen ovadaydı, yani şimdiki surlar içindeydi ve bu bina şehrin çok dışında kalmıştı. Ancak Battal Gazi'nin hatırasının olması, ata yadigarı ve Müslümanlarca kutsiyet arz etmesi gibi sebeplerden dolayı Danişmend Gazi'nin torunlarının torunları bina ile ilgilenmişler ve gerekli restorasyonu yaptırmışlardır. Gerek Selçuklular döneminde gerekse beylikler ve Osmanlı döneminde çeşitli dönemlerde yenileme yapılmış ve muhtemelen bir külliye şeklinde olan binadan bugün sadece mescid ve türbe kısmı ayakta kalabilmiştir. Bu eserle ilgili bilgiler konusunda da Kayseri'nin yetiştirdiği önemli tarihçilerden birisi olan Mehmet Çayırdağ hocamızın yıllar önce yazmış olduğu makaleden çok faydalandığımı söylemem gerekiyor. Hocamıza Allah uzun ömür versin Kayseri tarihi araştırmaları için çok önemli bir boşluğu dolduruyor.
PEKİ BU HAZİNEMİZE NE KADAR SAHİP ÇIKABİLDİK?
Tabii bu tarihi olaylar ve seferlerle ilgili birçok bilgi kaynaklarda geçiyor. Bunları uzun uzun anlatmak ve bilgiler vermek mümkün. Fakat bu bilgileri anlatmak yetmiyor bu eserleri yeterince tanıtabilmek ve bu eserlerin tarihimizdeki önemini vurgu yapmak önemli diye düşünüyorum. Battalgazi Mescidi ve Türbesi üzerinden gidecek olursak bu eserin Kayseri'de yeterince tanıtıldığını veya şehrimizde önemsendiğini düşünmüyorum. Böylesine tarihi bir zenginliğe sahip olan bir eserin yeterince bilinmemesi gerçekten çok üzücü. Bu yüzden bu eserin daha iyi tanıtılabilmesi için Kayseri'de bir dizi etkinlik yapılması gerektiğine inanıyorum.
Bunun başlangıcının da Battalgazi bölgesinin yıllarca yanlış bir imajla anılmasını unutturacak, sahip çıkacak projelerin hayata geçirilmesi olduğunu düşünüyorum. On yıllar boyunca bu bölge hep olumsuz bir şekilde gösterildi öyle lanse edildi. Aslında bunun bilerek mi yapıldığının da araştırılması gerektiğini düşünüyorum. Fakat öncelikli olan bu eseri yeterince tanıtabilmektir.
Fakat kısaca şunları yazmak gerekiyor. Yıllarca bu bölge olumsuz bir şekilde genellikle ahlaki anlamda çok da gidilmesi uygun olmayan bölge olarak görüldü.
Burada bunu daha fazla açık yazmak istemiyorum fakat bunun bilinmesi ve bu bölgenin bu şekilde anılmasına sebep olanların da tespit edilerek, hayatta olmasalar bile hesabını vermelerinin önemli olduğunu düşünüyorum. Evet zor ve acı ama hangi makam ve mevkide olurlarsa olsunlar, bu hesaplaşmaları yapmadığımız sürece bu eserlere yeterince sahip çıkabileceğimizi sanmıyorum. Bu hesaplaşmalar sadece bizim için değil bu eserleri ortaya koyan, buralara gelip buralarda konaklayan İslam tarihinin en mümtaz şahsiyetlerine karşı en önemli görevlerimiz olduğunu düşünüyorum.
Bu bölgenin özellikle itibarsızlaştırılması bir proje miydi? Bu tarihi mekandan gerçek anlamda haberi olanlar niçin bu kadar kayıtsız kalıp bu konuda gerekli çalışmaları yapmadılar. Bu ve buna benzer sorular üzerinde kafa yormak gerekiyor. Bu soruların cevaplarını araştırırken bu tarihi mekanın bundan sonra toplumda, Kayserimizde hak ettiği yeri alabilmesi için neler yapılabilir bunun üzerinde de kafa yormak gerektiği de yine önemli bir husus olarak ortada duruyor.
KAYSERİ'DE “SİYER-İ NEBİ VE SAHABE-İ KİRAM MÜZESİ”
Kayseri'nin yetiştirdiği önemli isimlerden olan eski Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Necmettin Nursaçan hocamız Kayseri'ye büyük bir cami yapılması gerektiğini artık Cami Kebir ve Hunat Cami'nin ihtiyacı karşılamadığını televizyondaki bir vaazında dile getirdi. Onu tesadüfen izlerken aklıma hemen Battalgazi Mescidi ve Türbesi geldi. Şu an orada görev yapan Şuayip hoca elinden geldiğince mescidi şu anki düzenli ve güzel haline getirinceye kadar çok gayret göstermiş. Bu gerçekten takdire şayan bir davranış olarak duruyor. Fakat bu müstesna tarihi mekanın daha fazla tanıtılması ve Kayseri'de ve Türkiye'de adından söz ettirmesi gerekiyor. Bu yüzden bu bölgeye bu eserin çevresine güzel bir şekilde düzenleme yapılarak “Siyer-i Nebi ve Sahabe-i Kiram Müzesi” yapılması ve bu sayede bu mekanın sürekli ziyaret edilen bir yer haline getirilmesi gerekiyor.
Kayseri tarihi eserlerinin çokluğu ve özellikle de Selçuklu dönemine kadar giden eserleri ile ön plana çıkan bir Anadolu şehri. Fakat Battalgazi Mescidinin tarihinin Selçukludan çok daha öncelerine gittiğini düşünecek olursak bu eserin önemini kavramamız daha kolay olur. Anadolu'da bu anlamda tarihi 1400 yıl öncesine kadar giden eser olmadığını düşünecek olursak bu durumu daha iyi anlamış oluruz. Hatay'da bulunan Habib-i Neccar Camii kadar eskiye giden tarihi ile Battalgazi Mescidi ve Türbesi bu değeri hak ediyor. Yani Anadolu'nun ve belki de Arabistan dışında inşa edilen ilk mescitlerden birisi Battalgazi Mescidi.
Kayseri Kocasinan Furkan Doğan Anadolu İmam Hatip Lisesi öğrencileri ile birlikte yürüttüğümüz SADA Kültür, Sanat ve Edebiyat Projesi kapsamında “Kayseri'nin Tarihi Mekanlarının Keşif ve Tanıtımı” konusunu ele aldık. Bu kapsamda gittiğimiz gezilerimizde Battalgazi Mescidi ve Türbesinin kıymetini anladık ve kendi adıma bu Kayseri'nin “Saklı Hazinesi” olarak kabul ettiğim bu mekanı geç de olsa öğrenmekten büyük bir mutluluk duydum. Bu mekanı bu eseri bu kadar geç tanımamın sebebinin de bu bölgenin yukarda anlattığım gibi geçmiş on yıllar içinde yanlış tanıtılması olduğunu düşünüyorum. Bu bölgelere benim okul yıllarımda, ortaokulda, lisede gidip görebilsek buraları bizlere anlatan birileri olsaydı belki de bu eserin kıymetini çok daha önce anlamış olacaktık. Zararın neresinden dönülse kardır hesabı bundan sonraki yıllarda talebelerime mutlaka gidip görmeleri, gezmeleri ve içinde namaz kılmalarını tavsiye edeceğim önemli mekanlardan birisidir.
İşte bu sebeplerden dolayı bu mekanı, gençlerimize daha yakından tanıtmak ve varlığından haberdar etmek zorundayız. Bu işin sorumluluğu da ilgililere ve yetkililere düşüyor. Nasıl bir zamanlar bu şehrin sorumluları bu bölgeyi ve özellikle bu eseri milletten nasıl özenle sakladılarsa, itibarsızlaştırıp insanların uğrak yeri olmaktan çıkardılarsa şimdi de ortaya çıkarmak için gayret edenlerin yine aynı devletin yetkilileri olacağına inanıyorum. Evet belki anlatılsa buraları ayağa kaldıracak birçok şahıs veya sivil toplum kuruluşu olacaktır. Fakat bu işin bizzat devlet yetkililerine düştüğünü, bu ister belediyeler olur ister valilik olur fark etmez resmi kurumlara düştüğüne inanıyorum. Biz hep şunu öğrendik. Devlette devamlılık esastır. Geçmişte bu bölge ile ilgili yanlış birtakım uygulamalar veya en azından yok sayma, değersizleştirme faaliyetleri yürütülmüş, şimdi de bu hatadan dönüldüğünü gördüğümüze göre bu işi devletin ilgili, sorumlu birimlerinin gayet güzel yapabileceğine inanıyorum.
Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki Kayseri'de gerçekleştirilecek olan “Siyer-i Nebi ve Sahabe-i Kiram Müzesi”nin tüm Türkiye'ye hattı tüm İslam dünyasına en güzel misal teşkil edebileceğini de düşünüyorum. Peygamber Efendimizin şehri Medine-i Münevvere'de bazı siyer müzeleri var. Buraları gezip görmek nasip oldu. Fakat oradaki siyer müzeleri daha çok Arabistan coğrafyasını ilgilendiren eserlerin yer aldığı müzeler, bunlara bir de diğer coğrafyaların, özellikle Anadolu coğrafyasının eklendiğini düşünecek olursak bu proje Kayseri için gerçekten çok önemli ve anlamlı bir proje haline gelebilir.
Kayseri; bir zamanlar Eyüp el-Ensari Hazretlerinin, Seyyid Burhaneddin, İbrahim Tennuri, Davud el-Kayseri gibi büyük alimlerin ayak bastığı, yaşadığı müstesna bir topraktır. Aynı zamanda tarihi kaynaklarda Makarr-ı Ulema yani alimlerin yetiştiği ve yaşadığı bir şehir olarak bilinen bu topraklara “Siyer-i Nebi ve Sahabe-i Kiram Müzesi” çok yakışacaktır. Çeşitli eserlerle, görsellerle, maketlerle İslam Tarihinin önemli olaylarının anlatıldığı bu merkez çocuklarımıza, gençlerimize ve insanımıza asıl değerlerimizi hatırlatma noktasında büyük öneme sahip olacaktır. Görerek, hissederek, yaşayarak öğrenmenin esas olduğu günümüzde, böylesine anlamlı bir mekanda İslam Tarihi'ni gören, yaşayan ve bu şekilde öğrenen gençlerimiz ve insanımız için Peygamber Efendimize ve sahabe efendilerimize bakışın da çok farklı olacağına inanıyorum. Yazıyı Peygamber Efendimizin müjdesi olan iyi bir çığır açmakla ilgili hadisi ile bitirmek istiyorum.
“Kim İslam'da iyi bir çığır açarsa açtığı çığırın ecri ve kendisinden sonra, onunla (o çığırla) amel edenlerin ecirleri, sevaplarından hiçbir şey eksilmeden ona aittir. Kim de İslam'da (müslümanlar içinde) kötü bir çığır açarsa, açtığı çığırın günahı ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin günahları, günahlarından bir şey eksilmeden ona aittir.” (Riyâzu's-Salihîn, 19, bab. 172. Hadis) buyrulmuştur.
Çocuklarımıza, gençlerimize ve insanımıza inanç değerlerimizi anlatacak vesileler ortaya koyma çabasının önemli olduğunu düşünüyorum. Bu hususta “Kayseri'nin Saklı Hazinesi” olarak nitelendirdiğim “Battalgazi Mescidi ve Türbesi” bir vesile olur İnşallah. Vesselam.
(Hazırlayan : Vedat Önal)