İslm Kardeşliği

Çokca vurgu yapmamıza rağmen, içini doldurmakta zorlandığımız 'kardeşlik ve dostluk' kavramı üzerinde duracağız.

Konuşmama, Taliban'ın eline esir düşen ve Kur'an okuma sözü karşılığında serbest bırakılan ve Kur'an araştırmaları sonucunda 2002 yılında Müslüman olan İngiliz gazeteci Yvonne Ridley'in aktardığı bir hatırayla başlamak istiyorum. Arafat'ta aynı mekanda bulunduğumuz, Yvonna 2005 yılında gittiği Hacla ilgili duygularını şu şekilde anlatıyor: 'Evet, çok şanslıydım. Orası harikaydı, inanılmaz güzeldi. İnsanlar orada en çok neyden etkilendiğimi sordular. Kbe'yi ilk defa görmek mi, neydi? Düşündüm. Bir gün namaza geç kalmıştım. Mekke sokaklarında rüzgar gibi koşuyordum. Haremüşşerif'in kapılarından birinin önüne geldim. Önümde on binlerce hacı vardı ve tam bir kaos yaşanıyordu. Hepimiz camiye girmeye çalışıyorduk, geç kalmıştık. Herkes birbirini itiyordu. Kadın-erkek, uzun-kısa, zayıf-şişman, her çeşit, her renkte, belki 30-40 farklı milletten insan camiye girmeye çabalıyorduk. Ve birden namaz başladı. Birkaç saniye içinde bütün herkes şeritler halinde sıraya dizildi. Ben de sokağın ortasında seccademi yere sermiş, ayakta bekliyordum. Yanıma baktım, çizgi kusursuzdu. Onun önündeki de, onun önündeki de. Ve düşündüm, bu ordu kadar hızlı hazır ol pozisyonuna girebilecek başka bir ordu yoktur dünyada. Kendi kendime, 'İşte benim ailem bu' dedim. Şu an bile düşünürken, duygulanıyorum. Gözyaşları boğazıma dizildi ve 'Biz birlik olduğumuz zaman çok güçlü olabiliriz' diye düşündüm. Günde beş defa biz böyleyiz. Günde 24 saat, haftada 7 gün böyle olsak hiç kimse bizim topraklarımızı işgal etmeye kalkmaz. Din kardeşlerimize işkence yapamazlar, çocuklarımızı katledemezler. Bize hiç kimsenin gücü yetmezdi ve bize saygı duyarlardı. Bizleri terörize edemezler, bizlere zulmedemezlerdi.' 2 Yıllık Müslümanlık düşüncesine sahip bir kadının kardeşlik algısına bakın, bir de bizim 'şu karalar ve kurular olmasa Hacc çok güzel olacaktı' diyen hacılarımızın haline… Evet biz bir aileyiz, farklı görüş, farklı düşünce, farklı anlayış, farklı millet, farklı coğrafya, farklı mezhep, farklı meşrep ve farklı algı içinde olsak bile. Ne yazık ki yeryüzünde ilk insanın gönderilmesiyle başlayan vasatta, yeryüzü aynı zamanda insan için, bir fitne, bir problem ve bir imtihan merkezi oluveriyor. İnsanın yaradılışı öncesinde melekut aleminin kayıtsız şartsız ubudiyeti  söz konusuydu. Şeytan'ın bile kulluk vazifesini gereğince yerine getirdiği tam bir sulh ve sukunet ortamı 'darus selam/ darul islam' hüküm sürüyordu. Ne zaman ki ins soyu yeryüzünde iskana başladı, beraberinde yeryüzünü kan ve gözyaşına boğacak sui amellerin de zemini hazırlanmış oldu. Aynı baba'dan olma, aynı babanın terbiyesinde yetişmiş olma, aynı kaptan yemek yemiş olmak, insanlar arasında kardeş gibi yaşama düşüncesine hizmet etmedi. İki elin parmağı kadar insan yaşarken yeryüzünde bu Peygamber babanın iki evladı karşı karşıya geliyor: Ya sen ya ben!..  Peki neydi aralarındaki problem? Aralarında inanç problemi mi vardı, ideolojik problem mi vardı? Biri inançsızlığı mı dayatıyor, inkara mı zorluyordu diğerini? Biri yeryüzünün bir ucunda şerri egemen kılsa, diğeri diğer ucunda hayrı egemen kılsa, belki uçsuz bucaksız yeryüzünde bir daha karşılaşma ihtimalleri bile yoktu. Bu evlad-ı peygamberin birini diğerine düşman eden duygular, kıskançlık, kin, hırs ve çekememezlikten başka bir şey değildi. İşte genetik olarak bir kısım huylarımız ya babamıza ya da amcamıza bir şekilde benzemekte. Bu genetik kod altında onları karşı karşıya getiren duygulardan ne kadar kendimizi arındırırsak, yeryüzüne o oranda sulh ve selamet kaplar, yeryüzü barış yurduna döner. Tarihimizi okurken ve yoğunlaşırken, tarih yazarlarının çizdiği, kan, gözyaşı, savaş ve nefret hattında olumsuzluklar içinde negatif öğretinin ağır bastığı bir tarih okuyoruz. Hep, nizah, gürültü, kan ve gözyaşından beslenen bir geçmiş takdim ediliyor, İslam Tarihini okurken bile bize.  Eğer o toplumda yaşayan Müslümanlar  bu denli olumsuzluk içinde yüzüyorsa, nasıl oluyor da Resulullah a.s'dan elli yıl sonraki dönemde, İslam coğrafyası neredeyse şu anki coğrafyaya ulaştığı gibi, bugünkü coğrafyadan Avrupa'ya, Endülüs'e kadar taşıyor. Bu olumsuzluk vasatında yaşayan İslam mücahidleri nasıl oluyor da, kendinde kıt'adan kıt'aya fütvvet için koşabilecek dinamizmi bulabiliyor? Böyle medeniyet genişlemesinden bahsedebiliyorsak, bu kısa süre zarfında, demek ki bize zumlanarak vurgulanan hadiseler İslam toplumu fertlerinin gündeminde değil veya onların ayaklarına ayak bağı olmuyor, bizim bugünden yoğunlaştığımız olumsuzluklar. Merkezi yönetimin etrafında sınırlı sayıda insanın oluşturduğu merkezi nizah, demek ki başkalarının ya pek umurlarında değil ya da gündemlerine bile hiç girmemiş.  Onun için bize zumlanan hadiseler üzerinde yoğunlaşarak, kan, gözyaşı, kin ve nefret üzerinden mitolojiler üretmekle medeniyet inşa edilmez ve insanlara İslamın pozitif mesajı ulaştırılamaz. Bu olumsuz duyguları berteraf eden, emsali bir daha görülmemiş olan ensar muhacir kardeşliğini hepimiz biliriz. Evlerini, barklarını, işlerini, aşlarını, tarlalarını, boşadığı eşlerini bile başka bir yurttan gelmiş dindaşlarıyla paylaşan insanların örnekliği ve önderliği, insanlık tarihinin altın sayfalarında numune-i timsal olarak durmakta. Kardeşlik ahdi ve kardeşlik fıkhı çerçevesinde, kardeşlik hukukunun farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini, mekruhlarını, haramlarını öyle yaşadılar ve öyle öğrettiler ki bu nesil, kurumsal sosyal çatı altında, sosyal desteğin en önemli birikimlerini ortaya koydular. Son yüzyılı aşan bir süredir, Müslümanların kurduğu ve yönettiği kurumsal sosyal çatılar yok edilip, ortadan kaldırınca, birçok değerle beraber unutturulan kardeşlik, dostluk, paylaşmak, bölüşmek ve dayanışmak gibi temel sosyal değerler ancak 50-60 yıl sonra ancak yeniden gündeme alınabildi. Bu kopukluk sonrası,  üst çatısı olmayan lokal, gecekondu birçok düşünsel, gelenekten tevarüs etmeyen, sosyal ve kültürel İslami çalışma grupları ortaya çıktı. Her biri kendi lokal oluşumlarında kardeşlik ve dayanışma uygulaması yapsa da, tabela taassubu veya birçok nedenden ötürü kendi anlayışı dışındaki Müslümanları mıknatısın aynı kutbu gibi itmeye, ötekileştirmeye başladılar. Müslümanların birbirlerini ötekileştirmeleri en çok ötekilerin işine yaradı ve ötekilerini memnun etti. Müslümanlar arasındaki, bu hasımane, kindar, taassup kokan ötekileştirme, dışlama, yok sayma, tekfir etme, tahkir etme, hakaret etme, beğenmeme ameliyeleri en çok batı şeytani ekseninin hoşuna gitti. Yine yüz yılı aşan zaman içinde Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda, kan, gözyaşı, kin ve nefret hissi hiç eksik olmadı. Mezhepleri, meşrepleri, algıları, anlayışları, düşünceleri, medotları, seküler batı düşüncesinin hegomanyasında ayrımlara ayrılıklara sevkedildi. Yapay sınırlarla, zoraki ayırdıkları ülkelerde yaşayan Müslümanları bile kendi içlerinde onlarca parçaya bölerek, atadıkları emir erleriyle yönetmeye kalktılar ve Müslümanlar da maalesef ve ne yazık ki Müslüman kardeşliğinin gereğini, lokalize küçük grup ve grupçuklarda yaşayarak tatmin edilmeye çalışıldı. Allah Teala'nın akide bağı ile sımsıkı birbirine bağladığı Müslümanlar, en yakınından en uzağındaki müslümana kadar, çağları aşan bir cüretkar tavırla neredeyse, herkesi ve herkesimi inceden inceye cerh ve tadile tabi tutarak, yanlışları, yanılgıları, sürçmeleri ve düşmeleri üzerinden, kusur arama ve kusurları üzerinden mahkum etmeye yönelik gayri etik bir çaba içine girdiler. 14 Asır boyunca İslam Medeniyeti içinde yaşamış ve değer ortaya koymuş birçok Müslüman ulem, hukem, meşyih ve fukeh bu tenkitsel değerlendirmeden nasibini alarak, önderliği ve örnekliği değersizleştirilerek itibarsızlaştırıldı. Gerçek İslam adına, ellerindeki pergelle daire-i İslam'ın hududunu çizerek, yanlışı, yanılgısı, sürçmesi, düşmesi olan birçok Müslüman biyografi dilden dile bozuk tercümelerden çevrilen eserleri üzerinden veya hayat hikayelerindeki muhaliflerin dillendirdiği hususlar öne çıkarılarak, bu sınırın dışına ötelendi. Toprağın altından çıkıp kendini ve yazdıklarını savunma durumunda olmadıkları için de, medeniyet tarihimize yüzbinlerce sahife ilmi, sosyal, kültürel ve edebi katkı sağlayan yüzlerce Müslüman biyografi, bu ithamlardan nasibini aldı. İnsan melekutî, günahsız ve günah işlemez, hatalardan ari bir varlık değildir. Elbette eksikleri, yanlışları, yanılgıları, hataları, dünyevi hırsları, sürçmeleri, düşmeleri olabilir. Zamansal ve mekansal vasatında, bizim bugünden mukayeseli olarak yapabildiğimiz gözlemlemeyi yapamamış, algısal yanılsama içine düşmüş olabilir. Hatta hayatının bir anında gaflete düşmüş, dalalete bile saplanmış, kişisel, ailevi ve sosyal problemler yaşamış olabilir. Bunların hiçbiri akide bağı ile birbirlerine bağlanmış Müslümanların kardeşlik akdini batıl hale getirmez. Eşler arasında nikah akdini sonlandırmak, kardeşlik akdini sonlandırmaktan çok daha kolaydır. O da hangi gerekçelerle olabilir, İslam'a ihanet ve irtidat… Kavramsal olarak Müslüman lisanında oldukça fazla yer etmiş olan kardeşlik kavramı, Kur'anî ve Nebevî direktiflerle aslında zihnimize nakşolmuştur. Müminlerin ancak kardeş olduğu, müminlerin bir binanın yapı taşları ve bir vücudun azaları gibi olduğu ve de birbirimizi sevmedikçe iman etmiş sayılmayacağımız gibi hususları bilmeyenimiz yoktur. Ne var ki, dışımızdaki müminleri değerlendirirken bu direktifleri yok gibi sayarak, sui zan içeren, gıybet, haset, kin, nefret, hakaret ve alay içeren birçok değerlendirmeye tanık olmaktayız. Hatta kafir ve müşriklerle olan kutuplaşmalarda, nihayi çizgi olarak dillendirilen 'Sizin dininiz size, benim dinim bana' ilahi ölçütü, kafir/müşrik anlayışa karşı değil de farklı düşünen Müslümanlar arasında kullanılıyor olması ne kadar acı bir durum. Günahlarla iç içe veya paralel yaşamak durumunda kaldığımız seküler vasatta, iman ve İslam ehli, Allah'ı bir, Peygamberi hak bilen müminlerin birbirlerine olan tahammülsüzlüğü, ne acıdır ki küfre, zulme ve şirke olan tahammülsüzlüklerinden kat be kat fazladır. İnsanın geçici yaşam serüveninin devam ettiği zaman diliminde, 'kökü ezelde ve dalı ebette' bir sistem içinde bizler ne ilk, ne son ve ne de tek müslümanız.  Bizim dışımızda yaşanmış, yaşanacak olan ve yaşanmakta olan bir dünya ve burada yaşayan Müslümanlar var olacaklar. Hiç kimsenin de benim gibi veya bizim gibi olması mümkün değildir. Her bir ferd sorumlu olduğu an'ı kendi sorumluluğunca yaşayacak ve yaşadığı an'ın hesabını da kendisi verecektir. Eğilimleri, yönelimleri, algıları gibi bir sürü farklı sosyal ve psikolojik faktörlerin baskısı altında bir yaşam pratiği ortaya koyan insan iyilik, doğruluk ve güzellik çerçevesinde Allah'ı bir Peygamberi hak bilerek 'daimî bir dindarlık' çabası içindeyse, kabul etsek de etmesek de aynı ailenin birer ferdi olarak birbirimizi kardeş kabul etmek durumundayız. Ve bu kardeşliği aynı zamanda hem muhafaza etmek hem de kardeşlik ve kul hakkını müdafaa etmek zorundayız. Allahu Ekber diyerek başladığımız her namazın sonunda sağımıza,  solumuza ve de önümüze dönerek, mekansal ve zamansal olarak gelmiş geçmiş ve de gelecek olan ehl-i iman kardeşlerimize, barış, esenlik ve rahmet temennilerimiz, yeri göğü kuşatırken bu bilinçten uzak davranışlar sergilememiz ne kadar garipsenecek bir durum. Haşr Suresi 10.Ayette, mü'minlerin dilinden dökülen,  kuşatıcı ve de zaman ve mekanlar üstü bir aile algısı oluşturan bir anlayışa ne kadar muhtacız: 'Rabbimiz, bizi ve bizden önceki iman etmiş kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma!' Osman Gerçek'in İlim Hikmet Vakfı Sabah Namazı Buluşmalarındaki Konuşması 

Bakmadan Geçme