İngiliz Ajan Gertrude Bell'in 109 Yıl Önce Yazdığı Kayseri Günlüğü
Gazetemiz yazarı Osman Gerçek, İngiliz Ajan Gertrude Bell'in 109 Yıl önce yazdığı Kayseri Günlüğü'nün çevirisini yaparak, sizin için hazırladı...
Gertrude Bell (1868 – 1926) İngiltere D.C.'de doğdu. İlk eğitimini aile içinde aldı; sonra Londra'ya gitti ve bir kadın için üniversiteye gitmenin pek de alışılmış olmadığı bir zamanda Oxford'da tarih okudu. 20 yaşında birincilikle mezun oldu. Bundan sonraki yıllar, Londra ve Yorkshire sosyetesinde vakit geçirdi, Avrupa'da birçok seyahate çıktı ve İran'a gitti. 1889 yılından sonra İslam Dünyasına ait toprakları adeta karış karış gezdi. Arapça ve Farsca'yı öğrendi. İngiliz Gizli servisi adına geniş İslam coğrafyasının önemli merkezlerini ziyaret edip, yüksek düzeyde karşılandı. Gezdiği yerlerde arkeolojik Roma – Bizans dönem kalıntılarıyla beraber, binlerce İslami eserin fotoğraflarını çekti. Erkek rehberler, korumalar ve techizatlı kervanlarla Anadolu topraklarını da birkaç defa gezdi. Hiç evlenmemiş olan ve yalnızca bir kez nişanlanan Bell, nişanlısını Çanakkale Savaşları sırasında kaybetti. Yalnızlık ve sağlığının da bozulması sebebiyle bunalıma giren Bell, 12 Temmuz 1926 yılında yüksek dozda uyku hapı alarak intihar etti ve cenazesi Bağdat'a gömüldü. Geride özellikle tarihi eserleri ve gezilerini anlatan çok sayıda yayın bırakmıştır . Pratik zekası ve güçlü hafızasına, zamanını ve geçmişi anlama becerisi de eklenince İngiltere'de çok tanınan Ortadoğu uzmanlarından biri haline geldi. Birinci Dünya Savaşı yaklaşırken ingiliz hükümeti, bilgilerinden faydalanmak için onu İngiliz istihbarat Servisi'nde davet etti. Bell, İngilizler'in Irak'ı işgalinde ve yerel halkın onlarla birlik olmasında kilit rol oynadı. Hizmetleri ülkesinde o kadar takdir edildi ki Ortadoğu'yu yeniden şekillendirmek için Churchill tarafından 1921'de düzenlenen Kahire Konferansı'na katılan tek kadın oydu. İngiliz ve Amerika eksenli şekillenen İslam coğrafyasının durumu ve Osmanlı sonrası cetvelle çizilen yeni sınırların oluşumunda, Bağdat - Basra – Kahire üçgeninde büyük katkı(!)ları oldu. Kayseri'ye 20 Nisan 1905 ve 15-23 Haziran 1909 olmak üzere iki kez gelip konakladığını kendi günlüğünden anlıyoruz. Şehrimizde bulunan Selçuklu eserlerinin yanı sıra özellikle, kiliseler ve tapınak kalıntılarıyla yakından ilgilenerek, Tomarza, Pınarbaşı başta olmak üzere şehrin çevresindeki tapınak kalıntılarının da en ince teferruatına kadar fotoğraflarını çekti. Yanındaki mihmandarı Tomarza'lı Fettah'la beraber yaptığı seyahatlerinde, o günün şartlarında en üst düzey konukseverliği ile karşılaştı. Gertrude Bell'in yazıları anne babasına yazdığı 1600 detaylı ve canlı ifadeli mektuptan, gezi sırasında tuttuğu 16 günlükten ve 40 diğer kalemden oluşur. Arşivinde 7000 fotoğraf da vardır; 1900-1918 tarihlerinde çekilmiştir. Ortadoğu tarihi eserlerine ait olanları paha biçilmezdir, çünkü bunların çoğu aradan geçen sürede yıkılıp gitmiş, ve bazan de tamamen izleri silinmiştir; öte yandan çöl kabileleri ile ilgili resimler antropolojik ve etnografik açıdan kıymetlidirler. GERTRUDE BELL'in KAYSERİ GÜNLÜĞÜ 20 Nisan 1905 20 Nisan 1905, Perşembe. 06,30'da kalktığımda kendimi çok ateşli ve morali bozuk hissediyorum. Halil'i katır aramaya yolladım. Saat 8 sularında askerlerden biriyle tepeye gittim. Lahitleri görünen yola iki tekerli at arabasıyla tırmandım ve yolun yarısında büyük bir kilise harabesi gördüm. Kayadan örülü duvarları kısmen yıpranmıştı. İçeri girip duvarlarına tırmanmaya çalıştım. Kulelerin içindeki odalar oldukça korumalıydı. Zafer kabilinden olsun diye bu Ermeni kilisesinin fotoğraflarını çektim. Kuzey tarafı yıkılmış, güneyi ise daha iyi durumdaydı. Ermeni kulelerinin içindeki çukurların kenarındaki yıkık duvarlara basarak karşıdan karşıya geçtim, fakat bu benim için kolay olmadı. Karşı tarafta Yunan kitabelerini gördüm. Mükemmel taş işçiliği ile birkaç yöne doğru yapılan duvarların dibindeki sütunlar harikulade idi. Bu nedenle aşağıdaki yıkık duvarlara basarak, son derece mükemmel ve gösterişli bir şekilde kalıba alınmış, saçakların ve tol kemerlerin fotoğrafını çektim. Daha sonra kemerlerin solunda ayakta kalan giriş kapısı duvara doğru yaslanmıştı. Sokağa bakan çok geniş sütunlar, sahne ve salonun yıkık duvarları, başka cins bir kayadan yapılmıştı. Yıkık kayalardan aşağıda, üst üste yığılmış büyük bir harabe yapı vardı. Ve yanı başında mükemmel sütunlar gördüm. Kemerin yanında kamıştan örtülü küçük bir kulübe vardı. Oraya girerek süt içtim. Ermeni burçlarının aşağısındaki uçurumun altındaki konaklama çadırlarını bulmam ve saat 11 sularında katırların gelmesinden dolayı bende oluşan sevinç görmeye değer. Duş, elbise değişimi, öğle yemeği ve akabinde uyku, hepsinden nefisti. Tabii, sonra fotoğraf çekimi… İkinci bölmedeki çok küçük bir klasik rölyefli mezarın bulunduğu uçurumun altına doğru olan kuzey girişinden çıktım. Diğer tarafta oturan üç adam vardı. Karşısında ise üç kadın figürü ona doğru dans ediyordu. Türbenin içinde sadece kare şeklinde bir oda vardı. Ve tahrifata uğramış, oldukça uzun bir kitabe… Küçük bir çadırın yanında konaklayan birkaç tüccar vardı. Ve beni Türkçe selamlayarak kahve içmeye davet ettiler. Tanrı yardımcıları olsun. Onlar, hayvanları olan çobancılık yapan Kayseri'nin Ermeni ve Müslümanlarıydı. Onlar inançlarının kıymeti konusunda aralarında bir fark olamadığını söylediler. Bu hassasiyet çok hoşuma gitti. Giriş kapısındaki oyma işçiliğini ve duvarların etrafındaki kamışları resimledim. Duvarlar çift örülü ve arası tümsekliydi. Sahne dışındaki büyük kayalardan yapılı mezarlık salon, Antakya'daki gibi alışılmış resimler, yazılar ve kitabelerle süslüydü. Beş çayından sonra yine fotoğraf çekimi… Şehrin ilerisindeki duvarlar su altındaydı… Bir yapabildiklerim, iki tüccarların söyledikleri ve üçüncüsü geceleri sivrisinekler ve yılanların fısıltıları. Akşam yemeği ve uyku, mükemmel olmasa da… 15 Haziran1909, Salı Her şeyden uzak, 10 saat gibi uzun bir yolculuk yaptık. Kayseri (Caesarea/Mazaca)'ye bayağı uzak olduğumuz bir gerçekti. Aşağıdan akan Tokma Su (Tohma Suyu ve kanyonu Uzunyayla'dan doğan, Darende'den geçen ve Fırat Nehrine dökülen 6 önemli koldan biri) kenarında nefis bir kamp yeri bulduk. Tepeye 2 saat uzaklıkta olan iki harabe olduğunu duydum. Ve ertesi gün oraya gezi düzenlemek istedim. Fakat Romalılar zamanından kalma olduğunu zannettiğim birçok harabe kümbetten başka bir şey bulamadan döndüler. Sonra çok hızlı binicilerle kervanımı öğle sonu yakaladım. Ve saat 5'e doğru Tokma Su'dan aceleyle çıkıp, vadideki meranın yanında mükemmel bir kamp yeri bularak konakladık. Dağdan akıp gelen su, küçük ve berraktı. Ve bugün Akdeniz'e doğru akan Euphrates (Fırat) suyu civarında uzunca bir at gezintisi yaptık. Yüksek bir geçit üzerindeki patika yoldan dizginleyerek devam ettik. Çok yüksekce bir yerde acayip büyük bir çayır alana ulaştık ve hava bütün gün çok soğuktu. Tepenin aşağısında Sirkasiyan (Batılıların Kuzey Kafkasya Çerkes halklarına verdikleri İsim) köyüne ulaştık. Gece sıcaklık derecesi 63 Fahrenayt (17 santigrat) idi. Yer yer karlı tepeler arasında yürüdük. Buradan aşağıya indiğimizde, iki sivri doruğu karla kaplı, çok görkemli, Kayseri'nin yukarısında duran büyük bir volkanik dağ olan, Erciyes'in muhteşem manzarasıyla karşılaştık. 23 Haziran 1909, Çarşamba Her şeye rağmen, yine de Kayseri'ye –Mazaca- (kent merkezine) gitmedim. Kayseri'nin bir saat yakınında, dağın eteğinde Talas diye bilinen bir kasabada büyük bir Amerikan – misyoner- koleji ve hastanesi vardı. Haber almak ve belki onlarla yemek yiyebilmek düşüncesiyle atıma binerek Talas'daki misyoner hastanesine geçtim. Kayseri'nin yakınında büyük bir kasabada kamp yapmak çok konforlu bir iş olmadığı için, bu kampa gitmek yerine, nazik ve cana yakın davetlerinden dolayı zamanımı burada geçirmeye karar verdim. Dolayısıyla, hizmetçimi ve kervanımı Kayseri'deki hana yolladım, kendim burada kaldım. Soyadları Dodd olan doktor ve eşi ev sahipliğimi yaptılar. 2 yıl önce, bayan Dodd ve kızı benimle Karadağ'da (Mimarsinan) kamp yapmışlardı. O bayan Ramsey'in arkadaşıydı ve ayrıldıktan sonra seyahate çıktılar. Karadağ'da kampta kaldığımız son birkaç hafta bize geldi. Çok hoş bir kadındı, ondan çok hoşlandım. Onun yeri şimdi burası, bense belki yarın buradan ayrılacağım. Hastane Talas'ın üst kısmındaki tepenin yamacına doğru kurulmuş. Ve tepelerin üzerinde kademeli taraçalar şeklinde büyüleyici bağlar var. Bu sabah meyve ağaçlarının altında otururken size yazıyorum. Kayseri'nin düzlüğü, onun ortasındaki kasabayla, bulunduğum yerden aşağı doğru uzanıp gidiyor. Dün Kayseri'nin merkezine gittim ve bütün günümü orada geçirdim. Doğrusu görmeye değerdi. Benim burada olduğumu duyan şehrin Mutasarrıfı gelmem için bana haber gönderdi. Çok hoş bir adamdı. (Güvenlik) Komite üyesi olan bu zatın, şehri korumak için aktif rolleri olduğunu anladım. Misyonerlerin birinden Adana'daki vakıalarla ilgili ayrıntılı bir rapor aldım. O kurtarma işinde yardım ettiği için sınır dışı edilen bir Kanadalı. O değişik kademelerde öne çıkmıştı ve duygusuzdu. Ve nişanlım 'Major Doughty' nin (Major Charles Doughty-Wylie: G.Bell'in ilişkisi olan, aşk mektupları yazdığı, Çanakkale Savaşında öldürülen binbaşı) görüntüsünü düşünme eğilimindeyim. Geçen Haziran'dan beri, 'bağımsızlık' politikalarından dolayı vuku bulan Ermeni tahrikinin, sorunun başlangıcı olduğunda kuşku yok. Onlar bağımsız Ermenistan istiyorlar. Seçtikleri yer Cilicia – Silisya – (Adana yöresi, Güney Anadolu) idi. Bu entrikayı destekler mahiyette kürsülerden vaazlar ediliyor ve bu talep açıkca dile getiriliyordu. Bu öğütleme (fitleme) oldukça şaşırtıcıydı. Dr. Dodd, görevlerinin, yapılan katliamların asırların nefretini taşıdığı için, Türklerden intikam almak olduğunu Karaman'daki bir kilisede cemaata anlatan bir adamdan duymuştu. Bu şartlarda Türk halkı, onların çok büyük miktarlarda silaha sahip olduklarına inanmaktalar ve silahlandıklarını bilmekte. Ermeniler herkesin gözleri önünde ateş etmeye başladılar. Xians (Hristiyan tedhişçiler), Müslümanlardan intikamlarını alacaklarken, Türkler bir süre düşündüler ve biran evvel toparlanarak geldiler. 13 Nisan katliamının başlangıcı buydu. Sorumluluğu Ermenilere atmak yerine, en ağır sorumluluk yerel yöneticilerindi. Vali, başlangıçta düşünüp bekledi, bir gayret sarf etmedi. İkinci katliama neden olarak, kimse gözükmüyor. Fakat neden olarak, Ermeni cemaatinin tavrı rol aldı. Xians'ı da öldürdüler. Birinci katliam için, İstanbul'dan bir asayiş emrinin gerekli olduğunu düşünmedim. Fakat ikincisinde olabilirdi. Tüm bu durumları birlikte ele alacağım ve onlar hakkında Times'a uzun bir mektup yazacağım. Bütün ülke, katliam esnasında şiddete neden olan iğrenç hareketlerin söylentileriyle çalkalanıyordu. Fakat bunlar gerçek değildi. Fakat bir tanesini, gerçek veya gerçek dışı, size anlatayım – keşke, Anatole France tarafından yönetilebilse… Adana'da bir okulu olan misyoner teşkilat vardı. Katliam başladığında bir rahip okuldaki çocukları toplayarak onlara ders veriyordu. Müslümanlar gelip, rahibin gözü önünde çocukları meydanda toplanmaya zorladılar ve birer birer vurdular. Ona kıymadılar; Avrupalılar, tesadüfle olmazsa asla incitmezler. Rahip, çocukların ölümünü ayakta seyrederken çaresizdi. Her şey olup bittiğinde, eğilip parmaklarıyla yerdeki kan birikintisinden alarak duvara kanla, 'Burada Tanrı yok!' yazmış… 18 Haziran 1909, Cuma Erciyes (Argaeus mt) Dağı üzerinde güneş doğarken saat 7'de kahvaltı. Sonra manastır incelemesi. İngilizce'yi Talas'ta öğrenen yakışıklı bir genç geldi. İki gün önce mezun olmuş. Adımı ve maksadımın ne olduğunu öğrenmek istedi. Telaşlanacak hiçbir şey olmadığını ona söyledim. Öncelikli olarak Halep'ten gelip gelmediğimi ve oradaki Ermenilerin durumunun nasıl olduğunu sordu. Fakat onlarla ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Ona, Ermenilerin sukuneti daha iyi muhafaza ettikleri ikazında bulundum. Sonra saat 9'a yaklaşırken, eski kiliseye gittim ve fotoğrafını çektim. Hitit sonrasının eseri olan aslanlı, kral hazinesinden kaliteli rölyef kabartmayı gördüm. Adam 7 pound istedi. Saat 12-12.20'de yemek yemek için, biraz büyükçe bir lav bloku olan vadideki tepe üzerinde durduk. (Tomarzalı) Fettah ateşi yaktı ve pirzolayı pişirdi. Saat 12.40'da Büyük Suvagin'e (B.Süvegen Tomarza ilçesine bağlı Avşar köyü), yirmi kadar evin olduğu bir yere vardık. Bize biraz yardımlarda bulunan yardımsever yaşlı bir adam olan Ahmet Ağa'yı evinde Iran (ayran) içerken bulduk. Mezarlıkta, babasının ve 8 yaşındaki oğlunun mezar taşını bize gösterdi. Her şey pahalı ve üç aydır hiçbir şey harcamamış. Daha az yüksek olan Küçük Süvegen'i (Muhacir Köyü)gördük. Tüm gün at sırtında vadide dolaştık. Tepeler üzerindeki beyaz kar parçaları oldukça sevimliydi. Vadi çamlarla doluydu - Dauglas'a benzer alaçamlarla-, yabani güller, çin papatyası vs… Henüz açan çiçeklerin birçok çeşidini gördüm. 4.30'da yüksek kayaların altında Kokur Kuyu denilen küçük bir yaylaya geldik. Birkaç bakımsız ev ve ahır vardı. Kar kütlelerinin bize uzaklığı on dakikadan azdı. Sıcaklık 71 fahrenayt (22 santigrat derece) fakat, soğuk esen bir rüzgar var. Bir çılgın ve bir acemi çaylak.. Fettah'a Kayseri'ye iki gün sonra ihtiyacımız olacağını söylediğimde: 'Ma'lum! Bize satmak ta aynı, onlardan almakta'. 18 Haziran 1909 Cuma Çok sıkı bir iş ve çalışmanın üçüncü günü. Çarşamba günü Çerkez köyünden ayrıldık. Güneş henüz doğmakta ve uyanmaktayken, sıcaklık 53 fahrenayt (12) dereceden daha soğuktu. Böyle soğuk hava beklenenden çok daha iyiydi. Çam dallarıyla çitle çevrilmiş bahçe, mera ve taş binalar olan tertipli Çerkez köyleri olan geniş meraların olduğu vadinin içine doğru at üstünde indik. Çerkezler kırk yıl önce Rus yönetiminden kaçarak, Kafkas Dağlarından buraya gelmişler. Orada ne böyle mısır tarlaları, ne de meralar varmış. Fakat Avşarlar, yani göçebe Türkler, birazcık arpa ekip otlatmak için yazın gelirler, güzün de dönerlermiş. Çerkezler, bölgede tarım ve mesleklerinde örnek olmaya mecbur edilmiş. Avşarlar da medenileştirme cihetiyle köylere yerleştirilmiş. Çerkezler, köyden köye, kısırlaştırılmış boğaların çektiği kendi yapımları kağnılarla mümkün olan en uygun yollardan seyrü sefer etmekteler. İki üç saat sonra at üstünde, büyük bir yer olan Aziziye (Pınarbaşı)'ye erzak almak ve zaptiyeleri değiştirmek için geldik. Çay ve muhabbetle beni ağırlayan, bazı kibar memurların olduğu yer olan Konak'a doğru, Fettah'tan ayrılıp, alışveriş için atımdan indim. Biraz sonra yarı zenci biri orada göründü. Hicaz'ın yerlisiymiş ve hiçbir amacı olmadan, herhangi bir köy olan buraya sanki bir eşya gibi yerleşmiş. Ona çok güzel bir memleket olduğunu söyledim. İşaretle 'evet' dedi, fakat kırk yıldır burada olduğunu, 'çölün çok farklı' olduğunu söyledi. Bundan sonra, atımıza atlayarak yeniden başladık. Tepeyi aşınca, sanki bütün Kapadokya'nın hakimi gibi bir hakimiyet kurmuş olan Erciyes'in eteklerine doğru yayılan genişce bir ovaya doğru süzüldük. (Erciyes) Yüksek tepeleri doğuya ve batıya doğru beyaz karlarla kaplı olarak dimdik ayakta duruyordu. En azından Anadolu yaylaları üzerinde olduğumuzu fark ettim ve kendime geldim. Akşam 5'e doğru büyük bir ermeni köyüne geldik. Fakat, yolda küçük, yıkık bir kilise görüp indim, ve döndüğümde, kurulmuş bir kamp ve hazır bir çay buldum… Ermeniler, Çerkezleri, muhacirleri ve hacıları severler. Ermeniler, daha Bizans İmparatorluğu zamanında güneye doğru iskana zorlanmışlar ve 10. yüzyılda Selçuklu saldırıları kuzey Ermeni Krallığına yöneldiğinde, her nasıl olmuşsa, uzun yıllar önce buralara gelmişler. Erciyes, kampın içinde bulunduğumuz sürede, bulutlarla sarmalanmış haliyle, birazdan yoğun bir biçimde yağmur yağacağının masajını bize gönderdi. Gün batımı nedeniyle meydana gelen, kararıp aydınlanma neticesinde harika bir gökkuşağı… Yemekten sonra, yağmurda, köydeki bir kiliseyi görmek için çıktım, fakat Ermeniler zamanından kalma modası geçmiş olması, üzülmeye değmezdi. Yeni günde, atımıza binerek, çok erken dönem ve çok iyi kiliselerin olduğunu bildiğim, Tomarza denilen bir yere gitmek üzere ova içine doğru yola çıktık. Yolda, birkaç tepeye gittim ve bir müddet uğraştan sonra eski çağlardan kalma yıkık bir kilise gördüm. Sonra ovaya tekrar döndüm. O kilise kalıntıları, Erciyes'in büyük bir lav tabakasıyla çevriliydi. Su, zeminini aşındırarak aşağı doğru akıyor ve vadinin diğer iki yanına doğru lavların aşağı yayılması, sanki büyük bir döşeme taşı gibi yayılmış – bir acayip ülke. Tomarza, lav temeli üzerine yayılmış bir yer ve tüm binalar volkanik taşlarla yapılmış. Büyük bir Ermeni kilisesinin olduğu yere ulaşıp, kervanımı buldum. Çadır çivilerini lavlar üzerine sabitlemenin hiç de mümkünatı yok. Çoğu pencereleri Erciyes manzaralı görkemli, büyükçe bir odaya yerleştim, mihmandarım, bana hoş geldin edip, içmek için bana bir fincan çayla geldi. Sonra beraberce eski kiliseyi görmeye gittik. Köye doğru yürürken bana, Fransızca olarak, 'Fransızca biliyor musun' dedi. 'Evet' dedim. 'Ben de biliyorum' dedi. Tomarza'nın yerlisi olup olmadığını sorduğumda , kelimelerimi anlamakta zorlandığı için ben utandım ve sorumu Türkçe olarak tekrarladım. Onun Fransızcası, 'Tomarza Fransızca'sıydı. Kilisenin, bir Alman tarafından oldukça kötü durumda olduğu yayılmıştı. Helenistik etkinin sağlamlığının görünümü, harikulade ve bütünüyle çok esrarengizdi. Saat 7'ye kadar çok yoruluncaya dek çalıştım, bundan sonra sabaha kadar dinlenmek üzere ayrıldım. Kapadokya Ermenileri (Xians)nden üstün olan bazı şaşırtıcı farklılık durumlarını gördüğüm zaman dinlenmeye gerek olmadığı kanaatine vardım. Şimdi, gitmeye karar verdiğim güneydoğu dağlarındaki bölgenin, yönetim yanlısı Comana, Xian'dan ve baş Pagan'ın iyi bir örneklemesinin olduğu bir yer olmasıydı. Bu sabah, saat 10'a kadar çıkamadık, her neyse, bu sırada, Kayseri yakınlarındaki Misyoner kolejinde öğrendiği İngilizce ile konuşan hoş bir genç ziyaretçim oldu. Tomarza'ya geliş amacımı öğrenmek istedi. Fakat burada, beni, onların yanlısı gayrı resmi bir tür siyasi ajan gibi gören Ermenilerin olduğundan şüphelenmeye başladım. Bundan dolayı, ona, hiçbir amacımın olmadığını sıkıca tembih ettim. Onun bu denli telaşlanması, misyoner kolejlerinde farklı olan davranışların göstergesi. Bu nedenle, çiçeklerle bezeli, Douglas'taki gibi çam ağaçlarıyla dolu muazzam vadiden, lavlı ova üzerinden, tepeleri aşarak Kayseri'ye gerisin geriye döndük. Saat 5'de vadinin başında, solda genişce gerilmiş bir çayırlık olan arkada karlı tepelerin dikildiği bir yere, buraya, küçük bir yaylanın yanındaki yazlık köye geldik. Karların aşağısında yakın, sevimli bir yerde kamp kurduk. Neyse ki bu yükseklikte, biz yatağa girdikten sonra soğuk hava etkisini gösterdi. Bir çok şey söyleyen, kutsanmış, yönetim yanlısı bir çılgın vardı ve bütün bunlar duymaya değerdi. Fakat, kayaların üzerinden, tiz kuş sesi hafifçe dalgalanırken, bu çaylak kardeşlerin arasındaki sorunların nasıl düzeleceğini merak ediyordum. (Parantez içi açıklayıcı ifadeler tarafımızdan eklenmiş ve fotoğraflar Gerdrude Bell arşivinden alınmıştır.)
Çevirip yayına Hazırlayan: Osman GERÇEK