BİZİM KAMPÜS

Harita mühendisliği nedir?
Harita mühendisliği, yeryüzünün bütününün ya da bir parçasının çeşitli yöntemlerle metrik düzeyde ölçülmesi ve elde edilen mekansal bilgilerin bilgisayar platformunda değerlendirilerek planlar ve harita biçiminde ifade ve tasvirinin yapılmasıdır. Buna ek olarak konuma bağlı her nevi ölçüm, hesaplama, çözümleme ve görselleştirme çalışmaları ile uğraşan mühendislik bilimi ve dalıdır. Bu bölüm teknolojik gelişmelere açık, çağdaş teknolojiyi en iyi kullanan mühendisliklerden birisidir. Harita ve Kadastro Mühendisliği, Jeodezi ve Fotogrametri Mühendisliği ve Geomatik Mühendisliği, bu meslek alanını tanımlamada kullanılan diğer isimlerdir. Harita mühendisliği ve diğer adlandırmalarıyla jeodezi fotogrametri ve geomatik mühendisliğinin temel ödevi; yaşadığımız yeryüzünü daha iyi anlamlandırmak, planlamak, tasarlamak, izlemek ve idare etmek maksadıyla gelişmiş teknolojiye dayanan çeşitli mekansal yöntemlerin geliştirilmesi ve kullanımı, ülke ihtiyaçlarına mühendislik projelerine ve topluma yönelik çeşitli haritaların ve mekansal bilgilerin üretimi ve projelerin yer yüzünde konumun hassas olarak belirlenmesidir. Ayrıca gelişen, ilerleyen teknolojiler paralelinde bilimsel araştırma ve uygulamalarla bilime ve teknolojiye ülke çapında ve beynelmilel seviyede katkı sağlayan, verdiği mezunları ülkenin ve insanlığın hizmetine sunan uluslararası düzeyde tanınmış ve saygın, muteber bir mühendislik dalı olmaktır. Jeodezi, fotogrametri, ölçme tekniği, katoğrafya kamu ölçmeleri, uzaktan algılama olmak üzere 6 ana bilim dalı bulunur. Ülkemizde 20 üniversitede harita mühendisliği, geomatik mühendisliği veya jeodezi fotogrametri mühendisliği bulunmaktadır. Bunlar; Selçuk Üniversitesi, Kocaeli Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Bülent Ecevit Üniversitesi, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Erciyes Üniversitesi, 19 Mayıs Üniversitesi, Aksaray Üniversitesi, Afyon Kocatepe Üniversitesi, Necmettin Erbakan Üniversitesi, Gazi Osman Paşa Üniversitesi, Gümüşhane Üniversitesi, Katip Çelebi Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, 18 Mart Üniversitesi, Cumhuriyet Üniversitesi ve Zonguldak Karaelmas Üniversitesi, Okan Üniversitesi ve Avrasya Üniversitesidir. Harita Mühendisliği Bölümü 1995 yılında Erciyes Üniversitesi'nde Harita programı olarak eğitim-öğretime başlamıştır. Bölümde, ilk yılı İngilizce hazırlık (Tercihe Bağlı) olmak üzere 5 yıllık bir eğitim-öğretim programı uygulanmaktadır. Bölüm 2004 yılı itibariyle öğrenci kabul etmeye başlamıştır. Bölüm bünyesinde; Jeodezi, Fotogrametri, Uzaktan Algılama, Kartoğrafya, Ölçme Tekniği ve Kamu Ölçmeleri olmak üzere 6 anabilim dalı bulunmaktadır. Bölümden mezun olan öğrenciler 'Harita Mühendisi' ünvanını almaktadır. Bölümde uygulanmakta olan eğitim-öğretim planları bilim ve teknolojideki gelişmeler yakından takip edilerek düzenlenmektedir. Bu bağlamda bölüm bünyesinde Total Station, Nivo, GPS/GNSS gibi modern ölçü aletlerinin yanında İnsansız Hava Araçları, Yersel Lazer Tarayıcılar, Optik, Kızılötesi ve Multispektral Kameralar, INS Cihazları, Hareket Yakalama Kıyafeti ve iki adet İş İstasyonu bulunmaktadır. Ayrıca bölümle ilgili güncel tüm yazılımların ve programlama dillerinin lisansları mevcuttur. Bölüm modern ölçü aletlerini ve yazılımları kullanmanın yanısıra bu cihazları ve yazılımları geliştiren iyi bir akademisyen kadrosuna sahiptir. Bölümde üç Profesör, bir Doçent, iki Yardımcı Doçent, bir Öğretim Görevlisi Dr. ve yedi Araştırma Görevlisi görev yapmaktadır. Bizim Kampüste (Erciyes Üniversitesi Doğu Kampüsü) kaliteli mühendislik eğitiminin yanı sıra verilen sosyokültürel imkanlar ile eğitime devam etmektedir.
Sümeyye Ünlü


İlginç zamanlardan bir anı

Eski dönemlerde Çinliler birine beddua edeceği zaman 'ilginç zamanlarda yaşayasın' dermiş. Üzerine çok düşünülebilecek bir söz aslında, ilginç zamanlarda yaşamak... Bu sözü ilk duyduğumdan beri günümüz şartlarını düşünmeden edemiyorum. Ben oldum olası kendimi bu çağa ait hissedemediğimden midir, bilmiyorum ama oldukça ilginç bir çağda yaşadığımızı düşünüyorum.
Bu ilginçliğin yüzüme bir tokat gibi çarptığı ancak oldukça güzel sonuçlara vesile olan bir anıdan bahsedeceğim size. Köy okullarındaki çocuklar...
İlginç olan bu çocuklar değil elbet, bu çocuklar o kadar saf, o kadar temiz ki; bu çağın pisliği içinde temizlikleriyle bize ışık saçan yegane varlıklar bile diyebilirim. Dedim ya, ilginç bir çağ...



Kayseri Gençlik Hizmetleri ve Spor İl Müdürlüğü'ne bağlı Kayseri Gençlik Merkezi'nin oluşturduğu Gönüllülük Akademisi adlı bir proje başlattık ve köy okullarındaki öğretmenlerden okuldaki öğrencilerin hayallerini yazdırmalarını istedik. O hayaller elimize ulaştığında sosyal medya hesaplarımızdan paylaştık ve yakınlarımızın da bu güzelliğe maddi- manevi destek olmasını istedik. Öyle hayaller vardı ki; günlerdir aklımdan çıkmayan, beni derin düşüncelere salan şeylere tanık oldum. Çünkü bu çağda bir çocuğun boya kalemi hayal ediyor oluşu bence çok ağır bir şeydi ve bence aslında ne kadar ilginç bir çağda yaşadığımızın en büyük kanıtlarından biri olabilirdi. Bu hayalleri insanlarla paylaştığımızda aldığımız dönütler dünyalara bedeldi ama. Zamanın ilginçliğini unutturacak türden bir ilgiyle karşılaştık. İnsanlar adeta iyilikte yarışıyordu. Yüreklerimizdeki heyecan tarif edilemezdi. Derken hayaller tamamlandı, oraya gidince oynanacak oyunlar, hediyeler, programlar belirlendi ve yola çıktık. Yoldaki heyecanımız da görülmeye değerdi, şu an yazarken bile aynı heyecanı yaşıyorum.
Okula vardığımızda onların da bizi büyük bir heyecanla beklediğini gördüm. Sürekli peşimizden koşturup, hayallerini getirip getirmediğimizi soruyorlardı. Hep beraber, büyük küçük, öğretmen öğrenci, amir memur demeden oyunlar oynadık, şarkılar söyledik, farklı etkinlikler yaptık ve sonunda en çok beklenen ana geldi sıra; hayallere kavuşmaya...
O gözlerdeki sevinci anlatabileceğim bir kelimem yok. Hediye paketine sarılan çocuklar vardı. Oyun hamuruna, boya kalemine, sırt çantasına kavuştukları an dünyanın en mutlu çocukları oldukları o kadar belliydi ki. Anlatmaya gerek var mı? Defalarca sordular bir daha ne zaman geleceksiniz diye. Onlar bizi, biz onları bırakmak istemesek de; her gelişin bir dönüşü olmak zorundaydı. Ve hüzün sevinç karışık duygular içinde köyden ayrıldık. Yol boyunca da düşünceler peşimi bırakmadı. Düşünmeden edemiyordum çünkü; bizim kardeşlerimiz, akrabalarımız rahatlık içinde yüzerken orada, bir yerde, bir çocuğun kalem hayal ediyor oluşunu benim aklım almıyor, mantığım kavramıyor.
Velhasılı kelam, çok ilginç bir zamanda yaşıyoruz. Birileri de bize mi beddua etti diye düşünürken, yüreğime bir umut ışığı doğdu. İlginç zamanlarda da güzel şeyler olabileceğine dair inancım pekişti.
İREM ERCAN
(rmrcn1907@gmail.com)


Ne iyi yaptın çocuk!
İnanırım; 'tebdil-i mekan'ın getirdiği ferahlığa. En güzeli, en etkilisi uzun yolculuklarla olanıdır ama o an imkan yoksa bir oda değişikliği bile kafi... Yol kaderdir; bir amaç için çıkarız ama çıkarken aradığımızla yolda bulduğumuz başka şeylerdir çoğu zaman. O halde 'aramak da kader'dir. Yalnız 'yaşayıp giden'lerden olmamak için farkındalıklı olmak ve dünyadan geçerken 'yaşadım' diyebilmek için; aramak, arıyor olmak, bulmak veya yolda olmak.. şart diyebiliriz. Yan koltukta annesinin kucağında ısrarla ortaya oturmak için direten 3 yaşlarında bir çocuk; uzun süren eziyetten sonra ışıklar kapanınca amacına ulaştı. Oturdu ortaya koltukların arasına; annesi sıkı bir şekilde tuttu kapşonundan; otobüsün yapabileceği ani fren korkusuyla. Gece gece belki 10 dakika dikkatle seyretti yolu; yalnız otobüsün ön kısmı aydınlıktı aslında. Yine de olsun! ondan mutlusu yoktu artık; kim bilir ne hayaller kurdu, hangi oyunun içinde buldu kendini... Arada bir şoför amcasına bakıyordu ama pas verilmiyordu haliyle yol ile ilgilenmesi gerekiyordu. Ardından sakin bir şekilde kalktı ve annesinin kucağına kıvrıldı ve uyudu sonunda. Ne olabilirdi ki zaten? Gece yarısında sabahlara kadar ağlayacak değildi ya. İmrendim o an ona. Ne iyi yaptın çocuk! İstedin, direttin ve oldu. Ne ben gibi yalnız sol taraftaki taşları, ne de annen gibi yalnız uçurumu seyrettin. 10 dakikada bizim 10 saatte alamadığımız yolculuk hazzını aldın. Sabah uyanır uyanmaz: ''aa anne güneş açtı.'' dedi. +''evet anneciğim, evimize geldik sonunda..'' Nasıl yani? Çocuk ne diyor, anne ne diyor? Evet çocuk! Sabah oldu, güneş doğdu, üstelik hava da çok güzel... Anladım artık; asıl marifet o tertemiz zihni, bilinci, temizliği, o güzel bakış açısını..vs saf olan ne varsa hepsini kaybetmeden, ilerleyen yaşlarımıza taşımak. Tüm bunları koruyabilmekte marifet. Coğrafya kader, yol kader, yolculuk kader, aramak kader, insan kader, insanlık kader... Bir de yitirdiğimiz şeyler var; çocukluk gibi, masumiyet gibi... Aklıma düşmüşken Bülent Parlak'ın satırları, sizlerin de düşüncelerine düşürmek istiyorum: ''Yanımızda Günahı yokken bağışlanmayı dileyen bir çocuğun elleri. İşte o zaman en çok o ellerden utandım Dünya Haksızken haklı durumuna düşenlerin olmaya devam ederken...''
RUMEYSA KURT

Uyuyakalıyoruz
Bahar yorgunluğu sarmış gibi bedenimi. Elim kolum tutmuyor, göz kapaklarım ise düştü, düşecek. Hiçbir iş yapasım yok, boş gözlerle bakmak istiyorum etrafa sadece. Bunları söylerken bir yandan da bahar yorgunluğu nedir diye kendimi sorgulamaktan alamıyorum tabi ve her zaman her şeyi bildiğini düşündüğümüz Google a soruyorum sorumu. Verdiği cevap ise beni şaşırtmıyor tabiki. Her ne kadar bahar bedenimi yorsa da düşüncelerimi yoramadığını fark ediyorum o an. Google a değil de kitaplara sormamın daha güzel olacağını biliyorum. Ancak uzun zamandır elime kitap almayıp her şeyi internete sormakla ne kadar da üşengeçliğe alıştığımı, bahar yorgunluğu gibi internette geçen vakitlerimin de beni yorduğunu hissediyorum. Ben ve benim gibi birçok kişi bu tuzağa bilerek veya bilmeyerek düşüyor. Sayfalarda gezinirken şu sayfaya bakayım, bu sayfaya da bakayım derken kendimizi internet denen uyuşturucunun esiri haline getirip ondan kopamıyoruz ki birçoğumuz da halimizden memnunuz, ne yazık ki!
Bahar yorgunluğu gibi sarıyor tüm hücrelerimizi internet ve bu sefer göz kapaklarımıza mani olamıyoruz. Elimizin altındaki internete sarılıp uyuyakalıyoruz. Uyandığımızda ise yine aynı rutinlikte kaldığımız yerden şu sayfa senin, bu sayfa benim internete olan bağlılığımızı bırakmıyoruz.
Kitaplar raflarda tozlanırken hatta kimisinin sayfaları hiç açılmazken kütüphanelerdeki süsler olarak raflarda yerlerini alıyor kitaplar. Bizlerse sımsıkı sarıldığımız interneti bırakıp kitapların arasına giremiyoruz, narin sayfalarını çevirmeye yanaşmıyoruz. Kaybolup gidiyoruz çoğu zaman internette kaybolan zamanımıza acımadan.
Biliyorum çok olumsuz ifadelerde bulundum. Ama bugün tam anlamıyla yaşadığımız internet yorgunluğu ile ömrümüzü tükettiğimizi bilmiyoruz yada bilmek istemiyoruz. Uyuyakalıyoruz!
Uyanma vaktimiz hala gelmedi mi?
HASİBE ÖZGÜR

Yalnızlığın yalnızlığı

Yalnızlık,
Eğer bir devlet olsa
Başkenti ben olurdum

Yalnızlık,
Bir şehir olsa
En işlek caddesi ben olurdum

Yalnızlık,
Bir türkü olsa
Nakaratı ben olurdum

Yalnızlık,
Bir şiir olsa
en güzel dizesi ben olurdum

Yalnızlık,
Bir ders olsa
Hocası ben olurdum

Yalnızlık,
Bir meyve olsa
Tohumu ben olurdum

Yalnızlık,
Bir gemi olsa
Kaptanı ben olurdum

Yalnızlık,
Bir çocuk olsa
Babası ben olurdum

Ama elbet bir gün
Yalnızlık da yalnız kalacak
Ve beni anlatmaya yetmeyecek…

Akif Abbas


Yolunda sabit kalmak İçin
Elimdeki anatomi notlarını bırakıp hızla kaleme kağıda sarılıp bunları yazmamın sebebi ne bilmiyorum. Belki bir çocuğun ağlama sesi belki bir kuşun ötüşü... Bir sebebi olmalı mı onu da bilmiyorum. Önceden yazmak benim için yazarken ki ruh halimi yeniden yaşayabilmekten başka bir şey ifade etmiyor sanırdım. Galiba böyle değilmiş çünkü nereye yazarsam yazayım kim okursa okusun veya okumasın yazmak bana var olduğumu hissettiriyor. Yazmak, yazdıklarını yazarken hepsini tekrar yaşamak.
Geçenlerde 'Halep'te ya da dünyanın başka bir yerinde ölen bebeklerin ne gibi bir imtihanı olabilir ki?' diye düşünürken buldum kendimi. Yüreğime saplanıyor biliyor musun, bunların düşüncesi bile ruhumu baştan aşağı sarıp sarsıyor. Kendime mantıklı bir cevap bulup vicdanımı rahatlatma gibi bir niyetim de yok. Bırak diyorum kendime bırak, bırak sen de düşüncesiyle bile olsa acı çek. O kıymetli gözyaşların bırak dökülsün. Ağlamaktan nefret edersin ama kendinden de nefret ettiğin zaman ne anlamı kalır ki neyden nefret ettiğinin? Bununla birlikte ölümlerine meşru bir sebep bulup inandığı şeyi ispatlamak için kıvrananlardan da olma, ölümlerinde kendilerinin veya başka bir insanın iradesinin etkisi olmadığına körü körüne inanıp yaratıcıya isyan için bahane arayanlardan da...
Ne yaparsam yapayım babasının ölüsünün üzerine kapanıp 'Allah aşkına beni bırakma' diyen Suriyeli çocuğun, başındaki kan eline bulaşınca elini nereye sileceğini şaşıran küçük Ümran'ın, annesinin gözbebeğiyken kısacık ömrünün sonunda yüzüstü kıyıya vuran Aylan'ın, oğlunun son saniyelerinde ona ömrüm diye seslenip şehadet getirtmeye çalışan annenin, yan yana serilmiş yakılmış bedenlerin, öldürülen nişanlısını gülümseyerek alnından öpen genç kızın ve daha nicelerinin görüntüsü zihnimden ölene kadar silinmeyecek. Silinmesini de istediğimi sanmıyorum zaten, en azından vicdanımız rahat olmasın. Zamanında şöyle söylemiştiler: Rahat olmayan bir vicdan seni harekete geçirir.
Sonra ne olursa olsun yaşadığına razı olan, pak kalbini kirletmeden şerefle uğraşıp didinen insanların var olduğu geliyor aklıma. 'Fırtınası bel kemiğinde saklı insanların, yanağından kopan renkler çiçeklere sıfat olur.' İşte böyle. Hayat anlamını ne zaman kaybetse böyle bir lüksüm olmadığı geliyor aklıma bir de. 'Sen mesih değilsin' biliyorum, biliyorum. Toprak gibi miyim yahut ne gibiyim hiç bilmiyorum. 'Bizden ancak çöl olur' Bizden ancak çöl olur. Çöl bile olsam vazgeçme diyorum. 'Vazgeçme gibi bir lüksün de yok.' Biliyorum.
Sözüm de aklım da dönüp dolaşıp O'na gidiyor yine. 'Yıkılıp yok olması söz konusu olmayan desteğinle beni de koruyup kolla. Senden, yolunda sabit kalmak için yardım diliyorum.'
Hilal Rumeysa Doğan (rumeysadgn@gmail.com)


Bakmadan Geçme