BİR NEFRET SÖYLEMİ OLARAK İSLAMOFOBİ

Gazetemiz yazarı Mustafa Doğu, Bir nefret olarak İslamofobi'yi yazdı.

 

Öncelikle bu kavramın bir açılımını yapalım; Bu bir terkiptir. Farklı iki dilden iki kelime birleştirilerek oluşturulmuş bir söylem. İslam kelimesi konumuzun da ana unsuru olacağı için fobi kelimesini kısaca açıklayalım öncelikle; Fobi, bir şeye karşı duyulan korkunun, bireyin gündelik yaşamını olumsuz yönde etkilemesi hali. Fobi kelimesi, Yunanca Phobos kelimesinden gelir. Phobos, Yunan mitolojisinde korku tanrısıdır. İslamofobi ise; İslam korkusudur.

İslam kelimesi sözlükte; 'teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek, güven duymak, güven duyulmak' anlamlarına gelmektedir. 'Mutlak anlamda yaratıcı ve yönetici olarak Allah'ın varlığının ve birliğinin ikrarı ile başlayıp, O'na kulluk sunmak noktasında peygamberleri kanalıyla vahyetmiş olduğu emir ve yasaklara kendi iradesi ile tercihte bulunarak iman edip amellerde bulunmak suretiyle bir yaşam biçimi oluşturmak' olarak din dilindeki tarifini yapabiliriz.

İslam insanlık tarihinde ki Tevhidi mücadelesinin ortak adıdır. dem'in yaratılışı, İblis'in tuğyanı ile başlayıp kıyamete kadar devam edegelecek hak/batıl mücadelesinde ki Hakkın adıdır. Adaletin, iyiliğin, erdemin, haddini bilmenin, hak/hukuk mücadelesinin yılmaz neferi olmanın adıdır. Fıtrata kodlanmış güzel hasletlerin insandaki yansımanın adıdır. demi 'adam' yapan aldatılmışlığa karşı tövbenin adıdır. Haddini bilmenin adıdır.

Allah (cc), yaratmış olduğu çamura ruhundan üfleyerek hayat bahşetmiş/insan yapmış ve diğer yaratılanlardan farklı kılmak için akıl (irade) lütfuyla destekleyip, bununla bir mükellefiyetin de muhatabı kılmıştır. Yine mükelleflerden olan cin topluluğundan İblis, adeta rakibi gibi gördüğü insanın yaratılmasıyla isyanın, çirkinliğin, ahlaksızlığın, adaletsizliğin, hukuksuzluğun haddini bilmezliğin sembolü haline gelerek şirk/küfür tarafının kıyamete kadar sembolü olmuştur. Mükellefiyet; Davranış ahlakı, sorumluluk sahibi, yaşamın anlam kazanacağı güzelliklerin ve erdemin tercihi, başkasını kendisine tercih etmenin tezahürü, ilkesel duruşun ve davranışın şekil bulmasıdır.

İnsanların davranışlarına şekil veren en temel unsur, karşılık olgusudur. Yaptığı tüm davranışlarından dolayı kendisini hesapsız addeden birine erdemden, ahlaktan, adaletten bahsetmeniz imknsızdır. Allah yaratmış olduğu kullarını yaşamlarının her anından mükellef kılmış ve iyinin/kötünün ne olduğunu tayin ettiği elçilerine göndermiş olduğu vahiyleriyle bildirmiştir. Bu aslında çamurdan insan haline dönerken fıtrat genlerine kodlanmış olan unsurların hatırlatılmasından başka bir şey değildir. Yine yaratıldığında insanoğlunun yaratıcısına karşı 'Bezm' leminde verdiği sözün kendisine yeniden hatırlatılmasıydı. Dolayısıyla tarih boyunca gelen tüm resul/nebiler aynı öğretiyi hatırlatmaktan öte bir şey yapmamışlar ve bunun adı hep 'İslam' olmuştur. Allah (cc) Nuh'a, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup'a, Salih'e, Şuayb'a, Musa'ya İsa'ya ve peygamberlerin sonuncusu Muhammed'e (Allah'ın selamı hepsinin üzerine olsun) aynı çağrıyı yapmış ve aynı mesajı ulaştırmıştır. Kendileri 'Müslümanların ilki' olmakla emrolunduğu gibi gönderildikleri ve içlerinden çıktıkları kavimlerini de buna davet etmiş ve bunun karşılığında kendilerinden hiçbir dünyevi ücret talep etmediklerini bildirmişlerdir. Bu evrensel bir çağrıdır, çağlar boyu süregelecek bir söylemin ve duruşun adıdır. Bu İlahi davetin adıdır.

İslamofobi kelimesinin 2001 yılı 11 Eylül saldırılarından sonra kullanıldığını ve NATO'nun dağılan doğu blokuna (komünizme) karşı yeni bir düşman üretme olarak kullanıldığını görmekteyiz. Peki, bu mudur gerçekten başlangıç tarihi? Ben bu başlangıcı tüm peygamberlerin kavimleri ile olan mücadelelerine kadar götürmenin çok daha isabetli olacağını düşünüyorum. Zira her kokuşmuş topluma gönderilen elçiler aynı bakış açısıyla suçlanmış, yalanlanmış ve reddedilmişlerdir. Kurulu bulunan statükonun sarsılması korkusu, atalarının dinine sarılmayı haklı kılan en önemli gerekçe olmuş ve erdemden, adaletten, hukuktan, bahseden bu elçiler toplumlar nezdinde suçlanmışlar, kovulmuşlar ve hatta öldürülmüşlerdir. İnsan onurunu yok sayan, köleleştiren, öldüren, mallarını, namuslarını ve canlarını tehdit eden Nemruda karşı İbrahim'i duruş, Firavuna karşı Musa'nın duruşu, Roma despotlarına karşı İsa'nın duruşu, Mekke müşriklerine karşı Muhammedi duruş hep aynı olmuştur. Tehdit edildikleri ve zalimce yöntemlerle ellerine geçirdikleri makamlarının, mevkilerinin, ekonomik ve siyasi kazanımlarının yok olması korkusu kendilerinde ve köleleştirdikleri halklarında elçilere karşı İslam fobinin çağlarında ki yansımasını dillendirmişlerdir.

Müslümanlar tarih boyunca iman ettikleri hakikatlerin tüm insanlık tarafından da tanınıp bilinmesi için yeryüzünü kendileri için geniş bir alan olarak görmüş, ulaşabildikleri her topluma bu mesajı ulaştırmak için seferber olmuşlardır. Hz. İsa'nın vefatından sonra Havarileri tevhidi hakikatleri anlatmak için Roma'nın tüm tehdit, baskı ve zulümlerine rağmen bilinen dünyayı (Hindistan, Habeşistan, Arabistan, İran, Anadolu toprakları) dolaşmışlar İsa'ya (as) gelen mesajı insanlara ulaştırmak için her türlü çileyi göze almışlar ve birçoğu da bu topraklarda vefat etmişlerdir. Hz. Muhammed'in vefatından sonra da sahabeleri aynı kaygı ve duyarlılıkla yeryüzüne dağılmışlardır. Bu ordularla olabileceği gibi, ticaret ve diğer gerekçelerle yapılan seyahatlerle de gerçekleşmiştir. Buradaki tek neden başta Allah'ın rızasını kazanmak ve iman ettikleri takdirde refah/mutluluğunu sağlayacak İlahi mesajlardan insanlığı haberdar etmektir. İran orduları başkomutanı Rüstem'in, İslam orduları komutanı Reb'i İbni Amir'e kendilerini bulundukları yurtlarından/yuvalarından alıp buraya getiren şeyin ne olduğunu sorduğunda Reb'i İbni Amir'in verdiği cevap aslında tarih boyunca yapılan tüm bu girişimlerin nedenlerini çok net bir şekilde açıklamaktadır. 'Bizi buraya, isteyen kullarını kula kulluktan kurtarıp Allah'a kul olma şerefine yükseltmek için, insanları dünya sıkıntılarından kurtarıp, Ahiret saadetine kavuşturmak için ve batıl dinlerin zulmünden kurtarıp İslm'ın adaletine ulaştırmak için Allah gönderdi.'

Bu yürüyüş dünyevi elde edilebilecek kazanımlar, toprakların genişletilmesi, hazinelerin doldurulması, insanların yaşam standartlarının yükseltmesi için değil, insana insan onurunu kazandıracak yaşamı sunmak içindi. Buna ancak bundan nemalananlar karşı çıkabilirdi. Netice de de hep tarih boyunca böyle oldu. İslam ordularının başında Kudüs'ü fetheden Hz. Ömer'in orada yaşayan ve farklı dinlere mensup insanlara verdiği güvence batıl ve batılı düşünce yapısının hiçbir zaman anla(ya)mayacağı bir hakikattir.

Batı tevhidi Müslümanlara karşı bilinen tarihte ki ilk kanlı, zalimce saldırılarını Roma döneminde yapmıştır. Kudüs ve Anadolu coğrafyası bu kanlı izlerin sürüldüğü ve hikyelerinin kuşaktan kuşağa aktarıldığı topraklardır. Roma İsevilikle tahrif ettikten sonra barışmış ve resmi dini haline getirmiştir. MS 325 yılında toplanan İznik konsülü adeta dinin vahiyden soyutlanarak rasyonalist beşer aklına indirgendiği bir konferans olmuştur.

Endülüs adeta bir turnusol kğıdı gibi batı ve batıl zihniyetin Müslümanlara duyduğu öfke ve nefretin aynadaki yansıması açısından iyi irdelenmesi gereken çok önemli bir konudur. Miladi 750 senesinde Emevi hanedanlığı tarafından kurulan ve Kurtuba emirliği olarak ta anılan Endülüs Emevi Devleti 300 yıla yakın tarih sahnesinde kalarak adalet, medeniyet ve hukuk düzleminde vicdan sahibi herkesin gönlünde farklı bir yer edinmiştir. Her insanı kendi inancında serbest bırakan İslam devleti, tüm farklı ibadethaneleri ve din adamlarını inandıkları değerler üzerinde serbest bırakarak yaşamlarını geçmişten daha iyi bir ortamda sürdürmelerini sağlamıştır. İnsana insan olduğu değeri verilmek suretiyle sınıfsal farklar ortadan kaldırılıp adalet ve gelir dağılımı toplumun tüm katmanlarına yayılmıştır. Aynı zamanda tıp, matematik, fizik ve astronomi başta olmak üzere ilim/bilimde çağının ve gelecek çağların en güzel örnekliğini teşkil ettirmiştir. Ama ne yazık ki başta kendi idarecilerinin zevk ve sefaya dalmaları ile zayıflayan ülke dinamikleri haçlı batılı zihniyetin acımasız intikam duygularını törpülemek için yeterli olmuştur. Gırnata'nın da düşmesiyle Endülüs İslam devleti bitmiştir. Kendisinden başka herhangi bir dinin varlığına tahammül edemeyen İspanyol kilisesi, siyasiler üzerindeki nüfuzunu kullanarak, Hıristiyan hkimiyetinde kalan Endülüs Müslümanlarına karşı Hıristiyanlaştırma kampanyası başlatmıştır. Engizisyon mahkemeleri, baskı, işkence ve katliam bu kampanyanın ayrılamaz bir parçası olmuştur. Ancak, bütün bunlar, Müslümanları dinlerinden koparmak ve kilisenin isteği ölçüsünde Hıristiyan yapmak için yeterli olmamıştır. Bu durumda, Hıristiyan İspanya'yı, bir asırdır tatbik etmekte olduğu imha siyasetinin son adımını atmaya, yani Endülüs Müslümanlarını 1609 senesinde İspanya'dan sürmeye sevk etmiştir. Bugünün İspanyasını dolaştığınızda İslam'ı çağrıştıracak tüm eserlerin adeta kazıyarak yok edildiğini göreceksiniz. Bu sadece İspanya da değil, Avrupa'nın birçok kentinde aynıdır.

1095 de başlayıp 1272 yılına kadar devam eden Haçlı Savaşları tarihte Katolik Hıristiyan Kilisesinin Müslümanlara karşı başlattığı seferlerdir. Bu savaşlar adeta birer Müslüman katliamına dönüşmüş ve kutsal toprakları geri alma adına girişilen seferler ile bir medeniyet yok edilmeye çalışılmıştır. Moğol istilasının temel nedenlerinden biride hiç şüphesiz haçlı saldırıları ile uğraşmaktan yorgun ve zayıf düşmüş İslam ordularının bu istila ve talana dur diyememesidir.

18 ve 19. Yüzyıllara gelindiğinde; Yüzlerce yıl süren kendi kanlı iç savaş ve hesaplaşmalarından kurtulan batı gözünü dünyanın geri kalan kısmına dikmiş Asya'dan Amerika'ya, Afrika'dan Avustralya'ya uzanan geniş bir sömürge hareketi başlatmıştır. Asılarca süren sömürgecilik milyonlarca insanın önce zihinlerinin kirletilmesine, kültürlerinin ve kaynaklarının yok edilerek asimile edilmelerine ve nihai noktada da yaşamlarını yitirmesine, köleleştirilmesine sebep olmuştur. Sömürge bölgelerinden gasp ile elde edilen zengin kaynaklar Batı'nın refah düzeyini yükseltirken, işgal ettikleri halkları alabildiğine fakir ve yoksul bırakmıştır. Batı doyumsuzluğun zirvelerine ulaşarak daha çok tüketmeye ve daha çok şımarmaya başlamış ve köleleştirdiği insanları insanlık onuruna yakışmayacak ortamlarda çalıştırmak ve iş istihdamı sağlıyor görüntüsü ile ailelerinden, yurtlarından koparmış ve modern soykırım işlemiştir. 20. Yüzyıl modern sömürgenin ve işgallerin yılı olarak tarih hafızalarına kaydedilmiştir. Batı işgal ettiği ülkelerin yönetimlerine de müdahale ederek istediğini iktidara getirip istediğini iktidardan alaşağı etmiştir. Bunları yaparken kanlı/kansız olması hiçbir önem arz etmemiştir. Bunları demokrasi, insan hakları ekseninde yaptığını iddia ederek işgal/tecavüz ve talanlarını meşrulaştırmaya çalışmıştır. İstediği ülkede karartma uygulayarak işlediği cinayetleri örtbas ederken, bazı ülkelerde bunu alenileştirerek diğer benzer ülke halklarına ve yöneticilerine korkular salmıştır.

Peki; Müslümanlar bu söylemi hak edecek hiç mi bir yanlış davranışın içerisine girmediler? Bu soruya verilecek cevap şüphesiz ki 'evet, girdiler' şeklinde olmak zorundadır. Zira insanlarda ki yanlış İslam algısı maalesef kendi dindaşları başta olmak üzere insanlara yaşamı çekilmez kılmışlardır. Bunda ki en temel neden de zihinlerde ki kirliliktir. Saf İslam anlayışı fethedilen topraklardaki farklı din/kültür ve medeniyetlerle tanışmışlıkla oluşan etkileşimleriyle bozulmaya ve değiştirilmeye, Felsefe ve batini ilimler başta olmak üzere üretilen hurafeler birer temel inanç kuralı gibi algılanarak adeta yeni İslamlar oluşturulmaya çalışılmıştır. Bugünün dünyasında 'ılımlı' tabirinin başa eklenerek oluşturulmaya çalışılan Allah'ın dini üzerinde ki değişim ve dönüşüm çağlar boyunca devam etmiş ve edecektir de. Kimisi reform, kimisi Rönesans, kimisi aydınlanma diyecek… Söylemler farklı da olsa eylem aynı olacak. İznik konsülü ile Hristiyanlığın canına okuyan zihniyet benzer yaklaşımlarla Aziz İslam dinine de saldırmaktadırlar. Hz. Peygamber'in vefatından kısa bir süre önce başlayan 'yalancı peygamber' ile yapılan mücadele, halifeleri döneminde ifrat ve tefrit boyutuna varacak dinin farklı yorumları diye isimlendirebileceğimiz mezhebi yaklaşımlarla çığırından çıkarılarak ve kavga/savaş nedeni yapabilecektir. Haricilerle İslam ümmeti kendi arasındaki ilk kanlı çatışmasına sahne oluşturacak farklılığı yaşayacaktır.

Emevi hanedanlığı dini söylemleri kendi zalim iktidarlarının bekası için kullanmakta tereddüt dahi etmeyecek, Allah'ın haram kıldığı her şeyi işlemekten geri durmayan Yezit gibi bir zalimi, adına İslam devleti denen yönetimin başına getirttirilerek kıyamete kadar sürecek bir trajedinin müsebbibi kılacaklardır. Yezidin ve onun gibilerinin hüküm sürdükleri iktidarlarına dayanak teşkil eden din Allah'ın aziz kitabında vahyettiği din değildir, olamaz da.

Tarih boyunca insanlık hep mükerrerleri oynamışlardır. Bunda ki en temel neden de kodlarından rücu ederek şeytani aldatmacaların esiri olmalarından ve kendisine aktarılan tarihi hakikatlerden çıkarması gereken doğru sonuçları çıkaramamasındandır. Allah'ü Tel bizlere kerim kitabımızda anlattığı geçmiş kavim kıssalarında da bunu düzgün okumamızı ve doğru sonuçlar çıkarmamızı teşvik etmektedir. Yanlış biat ve itaat kültürü toplumları adeta sürüleştirmiş, zalim ve hainlerin kirli emellerinin en sağlam dayanakları haline getirilmiştir. Atalarının dini geleneği, Resullerin ve halifelerinin beyan ettiği dini öğretilerle hep çatışmış, tercihler kahir ekseriyetle şarlatanlardan yana olmuştur. Adına kanaat önderleri denen ve çok acıdır ama Aziz İslam adına konuşma ve icraatta bulunma noktasında sınır tanımayan niteliksiz ve ehliyetsiz kişiler özellikle cahilleştirilmiş toplumların zihinlerini, duygularını, gönül ve bedenlerini dumura uğratarak sömürgeleştirmişler ve buna devam etmektedirler. Mehdi, Mesih beklentisi içerisine giren bu tiplemeler maalesef dünyayı yaşanmaz hale getirmişlerdir. Bugünün dünyasında ki kaosun, karmaşanın, akıtılan kanların, yurtlarından, ailelerinden koparılarak sürgün edilmelerin bakıldığında ana nedenlerinden biride dinsel öğreti gibi gözüken Mehdi/Mesih beklentisidir. İşin ilginç yanı bu insanların bu beklentideki ortak noktaları ise kaos ve karmaşanın artması. Bunu hızlandıracak her türlü yöntem onlar için meşru addedilmiştir.

Batının özellikle İslam coğrafyasına karşı gerçekleştirmek istediği hizaya getirme operasyonunda izlediği yöntem halklar arasında nefret uyandıracak söylem/eylem birlikteliğidir. Think tank kuruluşlarında masaya yatırılan İslam karşıtlığı için kullanılacak motifler ve alınacak aksiyonlar kısa, orta ve uzun vadeli olarak tartışılıyor ve uygulamaya konuluyor. 28 Şubat sürecinde bizlerinde birinci derecede vakıf olduğu Fadime Şahinler, Ali Kalkancı'lar, Müslüm Gündüz'ler üzerinde çok düşünmemiz gereken karakterlerdir. İfrat ve tefrit tüm tezler ve senaryolar bu topraklar üzerinde uygulanmakla kalmayıp kendini modern dünyanın temsilcileri olarak addeden batı toplumuna karşıda terör yüzüyle sunmaktadırlar. Ülkeler işgal edilip, toplumlar ifsat edilerek marjinalitelerin kapısı sonuna kadar açılarak kan ve gözyaşının dinmediği coğrafyalara dönüştürmüşlerdir. Müslümanları vahşi cinayetler işleyen, tabiata, kadına, çocuklara dahi acımayan vahşet tiplemeleri ile uygulamaya koydukları oyunları maalesef taraf bulmakta ve nefret söylemlerinin kendi açılarından haklılıkları doğrulanmaktadır.

Allah'ın aziz dini gerçek kimliğinden soyutlandığında ortaya koyacağınız her türlü söylem ve eylem ifsat edilmiş zihinlerde karşılık bulmayacak ve gözlerinin önünde sürekli vahşet görüntüleri zumlanarak gösterilecektir. Bunlar yetmiyormuş gibi kutsal değerler ifade özgürlüğü adı altında hakarete maruz bırakılarak inanan insanların tahrik edilmeleri sağlanacaktır. Bunlar ve benzerleri yakın tarihlerde iletişimin geldiği noktanın bir sonucu olarak her şeye vakıf olmamızı sağlıyor. Ama bu vukufiyet duyarsızlığı, vurdumduymazlığı ve aymazlığı da maalesef beraberinde getiriyor. Mümin ferasetini kaybettiğinde geriye ne izzet kalıyor, nede onur. Onun için öncelikle izzet ve onur sahibi olmak için Allah'ın nuru ile bakmak anlamına gelen ferasetimizi kazanmalı ve üzerimize kurgulan tüm senaryoları boşa çıkarabilmeliyiz.

Mustafa Doğu yazdı...

 

 

 

 

Bakmadan Geçme