AHMET GAZİ AYHAN
Vefatının 31. yıldönümünde rahmetle anıyoruz. 5 Mart 1921'de Kayseri'nin Endürlük köyünde doğan, THM üstadı Ahmet Gazi Ayhan'ın aramızdan ayrılışının 31'inci yıl dönümü... 9 Şubat 1987 yılında İstanbul'da vefat eden Kayseri'li büyük saz ve söz ustası Ayhan'ın hayatını ve türkülerini, Araştırmacı Yazar Ahmet Sıvacı'nın kaleminden aktardık.
Anadolu insanının mayasında vardır türküleri sevmek, türkü söylemek, yine onların ifadesiyle, eli kulağa atıp, hançereden çıkan yanık bir sesle; 'Türkü Çığırmak'… 'Karadutum, çatal karam çingenem. Nar tanem, nur tanem, bir tanem.' dizeleriyle başlayan Karadut
adlı şiirinde Kayserili bir Çingene kızına olan platonik aşkını ya da duygularını anlatan Türk Şiiri'nin ustalarından Bedri Rahmi Eyüboğlu, o çok bilinen sözünde, türkülerimize olan hayranlığını şöyle vurgular: 'Ne zaman bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım.'
Bedri Rahmi nasıl utanmasın ki? Hangi yürek yangınından çıktığı bilinmeyen, hangi çilenin ördüğü kozanın sessiz çığlığı, ünlü bir Kayseri Türküsü'ndeki şu müthiş söze bakın; 'Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır' … İçten içe kanayan bir yürek yarasından kopan rüzgra, boraya, fırtınaya, tufana hangi dağlar dayanabilir, hangi yüce dağların karı erimez ki? Dağların cürümü ne ki? Yeter ki derinden bir 'Ah!' çekmesin yangın yürek. Yeter ki gönül hançeresinde ateşe vermesin kendini bir hüma kuşu, bir pervane. Dünyalar erir yalım yalım. Gönüldeki depremlerden korkmak gerekiyor. Gönül yüce Yaratıcının evi…Nazarghı... Gönlün nazarından, ah'ından, figanından çekinmek gerekiyor. Korkmak gerekiyor. Çünkü gönlün tamiri mümkün değil. Kırılmış, paramparça olmuş gönlü tamir edecek usta yok. Zaten türküler de bunu anlatmıyor mu? 'Kim gönül yıkar ise iki cihan bedhahtı' İşte Yunus'un sözü. Bu bağlamda başka söze gerek var mı bilemiyorum. Aslında çok sözler söylenmiştir türkülerimiz üstüne. Kayseri Türküleri için de yüreğe adeta kan gibi düşen öyküler anlatılmıştır. Üstelik bir değil çok sayıda öyküler. Anamızın sütü gibi ak, anamızın sütü gibi temiz türkülerimiz, karlı yüce dağ başlarında, başı dumanlı, uğultulu tepelerde, çam kozalaklarının fırladığı yaylalarda, yatağından taşmış nehirlerde yankılanmış, hayat bulmuştur. Ne söylenirse söylensin, türkülerimizin, özellikle Anadolu insanı üzerinde bıraktığı etkileri sözcüklerle ifade etmek mümkün değil. Öyle ya! Gönül fırtınasını, kurumuş göz pınarlarını, kangren olmuş yaraları, suskun, kurumuş, çatlak dudakların sessiz feryadını türkülerimizden başka kimler, nasıl anlatabilir ki? Ve biz... Bizler. Hangi yöreden olursa olsun, neyi anlatırsa anlatsın, çoğu zaman bir türkünün peşine düşer ve gideriz. Bazen; rüzgrın önünde sürüklenen kuru bir yaprak gibi, bir yaprak ölüsü gibi, oradan oraya savrulur gönül telimizin titrek nağmeleri. Ah! O kan-ter içindeki nağmeler. Nasıl da yakalar, sarsar bizi. Nasıl da yakar, kavurur, tüketir, bitirir. O, kimsesiz, öksüz mısraların her biri güz yağmuru olup üzerimize yağmaya, sonbahar rüzgrı olup gönlümüzde acı acı esmeye başlar. Çünkü bizim türkülerimiz
bizi anlatır, bizi söyler. Ah! Bizim kınalı, ah! bizim allı-pullu türkülerimiz. Yürek yaralayıcı, gönül paralayıcı, sevda dertlerinden haber verici, sitem yüklü, gönül içinde sessizce yatan, kara saplı hançer türkülerimiz. Karacaoğlan yüzyıllar ötesinden nasıl da görmüş öyle.
Nasıl da yaşamış gurbet acısını.
'Gurbette ömrüm geçecek
Bir daracık yerim de yok
Oturup derdim dökecek
Bir münasip yerim de yok'
Karacaoğlan yalnızca gurbette yaşamanın acısını hissetmez iliklerinde. O yokluk içinde de kıvranır. Sevdalı değil kara sevdalı olduğu belki de hayali bir güzele verecek sadece avuçlarında tuttuğu yüreğidir. Gurbeti, gurbette kaybolanları, çaresizi, ince hastalıklıyı, ümitsiz aşkı, sılayı, ölümü, ayrılığı, gidip de gelmeyenleri, vatan yolunda şehit düşenleri, Yemen'i, Çanakkale'yi, doksan bin şehidimizin karlar altında yattığı Sarıkamış'ı, hastaları, kimsesizleri, açları, çıplakları, talihi kara gelenleri, boz dağlarda yankılanan yürek yakıcı feryatları anlatan tertemiz türkülerimiz.
'Havada bulut yok bu ne dumandır
Mehlede ölüm yok bu ne şivandır
Şu Yemen elleri ne de yamandır'
İşte ciğerin kangren yarası mısraları… Yüreğe kan gibi düşen, türkü deyip geçilen, hasret kokan çevrelerdeki gizli gözyaşlarının acıdan türkü olduğu sözler. Hangi yürek dayanabilir? Hangi göz pınarı kurumaz? Hangi dil anlatabilir?
'Şu dağın ardında redif sesi var
Varın bakın çantasında nesi var
Bir çift kundura ile bir de fesi var'
Hangi fes? Hangi kundura Allah aşkına? Açlığın, hastalığın, çölün kumlarının cayır cayır yaktığı, rüzgrına ağıtlar söylettiği, yıldızlarını düşürdüğü memleket evlatlarının dramını anlatmaya, türkülerden gayrı neyin gücü yeter? Bütün çatlak dudaklardan dökülen Kayseri Türkülerimiz. Askere gidenin, hapse düşenin, şık olanın can simidi gibi dört elle sarıldığı, dahası, adeta ağlama, inleme, şikyet etme taşı/duvarı gibi olan türkülerimiz. Şöyle diyor gönlü yangınlar içinde bitmiş, tükenmiş, kül olmuş bir gönlün feryadı;
Her derdi çekmeye razıyım ama
Takılmasaydı keşki dudaklarıma
Bu isimsiz, paramparça türküler
Hangi dilden ya da telden olursa olsun dedik ya! Kınalı parmakların ucu yanık nağmelerini, yanık yüreklerin kokusunu, kurumuş göz pınarların sessiz çığlıklarını anlatan türküleri kimler seher vakitlerinde söyleyip ağlamaz ki? Rakı şişesinde balık olmaya, bir gece intihar etmeye, ayağa, kafaya sıkmaya, edepsizliğe davet eden sözde şarkıların karşısında hay ederek başını alıp giden, garip, kimsesiz türküler. Ve O… Türkülerin, özellikle Kayseri türkülerinin sesi, dili olan, çocukluğundan beri sitem dolu, kırgın, küskün yüreğinde, bereketli topraklarda çatlayan, göveren bir tohum gibi türkülerin hayat bulduğu sıra dışı bir insan… Farklı düşünen, farklı söyleyen, farklı yorumlayan Kayseri türkülerinin sahibi, babası, derleyicisi gerçek anlamda bir sanatçı… Bazen karlı dağ başlarında kopan bir boran, bazen kimsesiz bir yerde, kimsesizlerin kaldığı çadırın iplerin söken bir fırtına, bazen ince bir yağmur ya da meltem olan adam... Allahın kendisine hediye ettiği müthiş bir gırtlağın, inanılmaz bir tını ve naiv bir gönlün sahibi. Ahmet Gazi Ayhan. Hayat çok garip olaylara sahne oluyor. Uzun yıllar önceydi. Sanırım 1966 yılı. Düvenönü'nde bir kaldırım büfesinde alışveriş yaparken hemen arkamdan gelen hoş bir sese dönmüştüm. Şöyle diyordu sesin sahibi: 'İki dene maldepe virele'… Uzun boylu, inceden, bıyıksız, şık giyimli, tahminen elli yaşını aşmış olmasına rağmen hl yakışıklı sayılabilirdi. Kendi ifadesiyle ya da tam bir Kayseri şivesiyle istediği 'Maldepe' sigarasını aldı ve büfenin az ilerisine park ettiği, yıllar sonrası sahibi olduğunu öğrendiğim, o zamanlarda lüks sayılabilecek bir Amerikan arabasına binip gitti. Tanımıyordum. Dikkatimi çekmişti ve çocuksu bir anlamsızlıkla baktım arkasından bir süre. Ya da ilk defa gördüğüm Amerikan otomobilinin. Genç büfecinin sesine dönmüştüm:
Bu kim biliyon mu?
Cık!
Ahmet Gazi Ayhan
Ah! O eski radyolar. İki düğmeden birini çekersiniz ya da sağa bükersiniz mavi, küçük bir lamba yanar ve siz sesin gelmesi için bir süre beklemek zorunda kalırsınız. İki istasyondan birini dinlersiniz yalnızca. Ankara ve İstanbul Radyo İstasyonları size ajans ile memleket haberleri verir. 'Arkası Yarın' ile günümüzdeki TV dizileri gibi, mikrofonda tiyatronun dinleyicisi olursunuz. Münir Nurettin Selçuk'tan, Zeki Müren'den, Hamiyet Yüceses'ten, Müzeyyen Senar'dan ve artık bugün hayatta olmayan Türk Sanat Musikisi sanatçılarından o gençlik sesleri ile söyledikleri şarkılar, gönlünüzdeki belki de eski bir sevdadan kalan kabuk bağlamış yarayı yeniden kanatır. 'Yurttan Sesler' size her yöreden, her sesten türküler sunar, Muzaffer Akgünler, Nezahat Bayramlar, Nurettin Çamlıdağlar, Saniye Canlar ve daha niceleri ile türkülerimizin arkasına takılır gider, bazen hüzünlenir, bazen neşe ile dolarız. Ama ne zaman Ahmet Gazi Ayhan'ın, ne zaman onun eşi Yıldız Ayhan'ın sesini duydunuz, işte o zaman dikkatiniz daha da artar ve radyonun sesini biraz daha yükseltirsiniz. Çünkü Ahmet Gazi Ayhan, hemşeriniz, oğlunuz, Kayseri toprağından biri, Yıldız Ayhan ise Kayserililerin gelinidir. Ardından bir anonsa kulak kabartırsınız: 'Şimdi de bir Kayseri türküsünü sanatçımız Ahmet Gazi Ayhan'dan dinleyeceksiniz. Kendisine eşlik
edecek saz sanatçıları:……….'
Ağam İstanbul'u mesken mi tuttun
Gördün güzelleri beni unuttun
Sılaya dönmeye yemin mi ettin
Gayrı dayanacak gücüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı
Kayseri türküsünü o yanık sesiyle ve inanılmaz bir ustalıkla çaldığı bağlamasıyla söylediğinde, İstanbul'daki, gurbetteki yakınlarınız gelir aklınıza. Askerdeki oğlunuz. Yriniz. Kardeşiniz. Çiftini, çubuğunu satıp ekmek parası için büyük şehirlere göç etmiş, oralarda kaybolmuş, acı vatan dedikleri Almanya'da, öldü mü, sağ mı bilemediğiniz babanız. Eşiniz gelir. Bu ünlü Kayseri Türküsündeki gibi vefasızlık gelir. Öyle ya! O yıllarda günümüzdeki gibi ne cep telefonları vardır ne de internetteki sosyal paylaşım sitelerinde canlı konuşma imknları. Yalnızca, postacının getireceği ve 'Posta' dediğinde kalbinizi yerinden fırlayacakmış gibi çarptıran ucu yanık mektuplar vardır. Hemen belirtelim: Bu türkünün sözlerinin çok güzel, hikyesinin son derece etkili ve duygusal olmasına rağmen, ilgi görmemesinden etkilenen Ahmet Gazi Ayhan, türküyü eviç makamında tekrar besteleyerek bugünkü şekline getirir ve ölümsüz türkülerden biri olarak dillerde dolaşmasına vesile olur. Ahmet Gazi Ayhan'dan ya da kendisi gibi sanatçı olup, 'Keklik' türküsünde adeta keklik gibi şakıyan Yıldız Ayhan'dan sadece İstanbul'daki vefasız yrin türküsünü mü dinlersiniz? Tabii ki hayır, onun derlediği yüzlerce türkünün yanı sıra Türkiye'de meşhur ettiği, halen dilden dile dolaşan 'Gesi Bağları' ile öksüz kızın gönlündeki fırtınayı, acıyı hisseder, adeta yaşar ve üzülürsünüz. Çok sayıda kıtadan oluşan ve çok sayıda hikyesi anlatılan bu ünlü Kayseri Türküsü, Ahmet Gazi Ayhan'ın sesi ve yorumu ile en katı kalpleri bile öylesine yumuşatır, öylesine kendinden geçirir ki:
'Gesi bağlarında dolanıyorum
Yitirdim yrimi aranıyorum
Bir çift selamına güveniyorum
Atma garip anam beni dağlar ardına
Kimseler yanmasın anam yansın derdime'
Çok iyi hatırlıyorum. Televizyonun hayatımıza yeni girdiği yıllar. Yıl 1974. Rahmetli babam ile İstanbul dönüşü Ankara Gençlik Parkı'ndayız. Kır kahvesinde yüksek bir yere konulmuş siyah-beyaz televizyonu seyrederken babam birden heyecanlanıyor ve yan masalarda oturanların
bile duyacağı bir sesle konuşuyor:
'İşte Ahmet Gazi. Şu sağda bağlama çalan.
Türkü söyleyen de hanımı Yıldız Ayhan.'
Yalnızca babamı değil bütün Kayseri halkını böylesine heyecanlandıran sadece türkülerimiz değildi sanırım. Onun duyarak, hissederek okumasıydı. O akşam, ilk defa onları siyah-beyaz bir televizyonda seyretmiş, dinlemiş ama sanırım gençlik duyguları ile olacak pek bir şey hissetmemiştim. Onlar Kayseri'de defalarca konser vermişler, Kayserililer de onları bağırlarına basmışlardı. Çünkü ticaretten başka bir şeyden anlamayan Kayseri yargısı az da olsa onlarla önemini yitirmiş, ülkede Kayseri'den de sanatçı çıkabileceği inancını ortaya koymuştu. Zaten Ahmet Gazi Ayhan ile birlikte ya da ondan sonra; Zekeriya Bozdağ, Adnan Türköz gibi Kayserili ses sanatçıları radyo sanatçıları olarak görev yapmışlardı. Kadere bakın ki yıllar sonra Ahmet Gazi Ayhan ve Yıldız Ayhan'ı konu edinen bir etkinliğin içinde buldum kendimi. 2011 yılıydı. Kayseri Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı 'Kayseri Sanatçılarına Sahip Çıkıyor' adı altında bir proje hazırladı ve daha sonra da hayata geçirerek Kayseri'yi, türkülerini yurt genelinde tanıtan, sevdiren, ünlü olmasına zemin hazırlayan sanatçılarına az da olsa vefa borcunu ödedi. Ahmet Gazi Ayhan gecesi yapılacaktı. Bunun için o yıllarda Kayseri Büyükşehir Belediyesi Başkanı olan Mehmet Özhaseki'nin de onayı alınmış ben ve Konservatuar Müdürü Burhan Surluev gece için gerekli dokümanları temin etmek üzere Yıldız Ayhan'ın yaşadığı Antalya'ya gittik. Hemen belirtmekte fayda görüyorum, yola çıkmadan önce sanatçının büyük kızı Nurdan Ayhan ile bir telefon görüşmesi yaptık. Tabii Yıldız Ayhan ile de. Konuyu anlattıktan sonra kendilerinin Kayseri Büyükşehir Belediyesi adına misafirleri olacağımızı belirttik. Nurdan Hanım belki de haklı olarak, babası ve annesi adına yapılacak gece için geç kalındığını ifade etti. Sitemlerinde haklıydı Nurdan Hanım. Bilemiyoruz nedendir ama sonuçta Özhaseki Başkanın özellikle büyük desteği ile gece yapılmasına karar verildi. Hatırlıyorum; Burhan Bey, sanatçımıza Kayseri'den bir isteği olup olmadığını sorduğunda kendisi ilginç bir cevap verdi: 'Ev ketesi istiyorum. Pastane ketesi getirmeyin.' Türk Halk Müziğimize yıllar yılı hizmet etmiş, özellikle Kayseri Türkülerinin bütün Ülkede tanınmasını sağlamış, hemşerimiz Ahmet Gazi Ayhan'ın, üstelik kendisi de ünlü bir Türk Halk Müziği sanatçısı olan eşinin bu masum arzusu hiç yerine getirilmez mi? Sonuçta, Kayseri Büyükşehir Belediyesi'nin tahsis ettiği özel bir araçla düştük yola. Uzun süren bir yolculuk sonunda akşamüstü büyük kızı Nurdan Hanım ile Antalya'da, sanatçının evinin yakınlarında bir yerde buluştuk. Kısa süren bir sohbet sonrası Nurdan Hanım bizi annesinin yaşadığı eve götürdü. Ne yol yorgunluğu kaldı ne de uykusuzluk. Bir büyük binadan içeri girip doğal olarak asansörle yukarı katlara çıkarken heyecanımız yeniden başladı. Sanki yukarı çıktığımızda, kapıda bizi Ahmet Gazi Ayhan karşılayacak gibi tuhaf bir duygu vardı içimizde. Denize karşı, harika bir manzarası olan 14. kattaki dairede, kendisini bir gün bile yalnız bırakmayan kızı Nurdan Hanım'a rağmen sadece Türk Halk Müziğimizin unutulmaz sanatçısı, Kayserililerin gelini Yıldız Ayhan yaşıyordu. Sanatçının evinin duvarları Rahmetli eşi Ahmet Gazi Ayhan'ın ve kendisinin fotoğrafları ile süslenmişti. Geniş ve oldukça ferah olan odanın bir köşesinde duran gramofon dikkatimizi çekti. Hemen yanında yine kendilerine ait taş plaklar bulunuyordu. Bir başka köşede, onların, çeşitli zamanlarda aldıkları ödüller, çerçeve içine alınmış belgeler vardı. Bir başka duvarda ise Yıldız Ayhan'ın özel olarak diktirdiği, çerçeve içindeki bir sahne elbisesi ilgimizi çekti. Gençlik yıllarına ait fotoğraflar adeta bize: 'Hemşerilerim. Hoş geldiniz. Yıllar sonra da olsa beni hatırladınız.' diyor gibiydi. Ve ben sanırım o sessizce konuşan fotoğraflarla yine sessizce muhabbet ettim. Çok sürmedi, rahatsızlığından dolayı biraz solgun yüzüyle ama sımsıcak bakışlarıyla o geldi. Hal güzeldi. Yorgun ve hasta olmasına rağmen, konuşurken hani o ünlü türküsü; 'Gak gak gubalak, gubalak gubalak oy keklik aman' türküsünde olduğu gibi adeta bülbül gibi şakıyordu sanatçı. Kardeşi İnci Sümer Hanım da kendisi gibi son derece sempatik ve insanın içini ısıtan bir yapıya sahipti. O gece geç saatlere kadar konuştuk. Onu dinledik sürekli. Yaşanmışlığı, Ahmet Gazi Ayhan ile olan mutlu evliliklerini, nasıl tanıştıklarını, sahne hayatlarını, Ahmet Gazi Ayhan'ın ilk çocukları Nurdan'a nasıl beste yaptığını, ikinci çocukları Özlem'in İzmir Fuarı'nda nasıl havuza düştüğünü, Yıldız Ayhan'ın kardeşi Sümer Hanım'ın, karı-koca turneye çıktıklarında yeğenlerine nasıl annelik yaptığını ve daha neler neler. Sanatçımız Yıldız Ayhan, bütün bunları anlatırken ara sıra gözleri uzaklara dalıyor, ara sıra mutlu bir şekilde gülümsüyordu. Hemen yanında oturan Nurdan Hanım, annesine yardımcı olurken onların zaman zaman hüzünlenmelerine de tanık olduk. Ertesi gün yine anıların içinde kaybolduk. Geçmişe yolculuk yaptık. Anlattılar… Anlattılar. Yıldız Ayhan sorularımıza cevap verirken bu arada kızı Nurdan Hanım da onun sesini kayda aldı. Sanatçının gözleri uzaklara gitti ve titreyen sesiyle konuşmaya başladı: 'Ona Ayhan derdim. Bu ifade daha çok hoşuma giderdi. Ayhan, Mart ayında doğmuş. O gün kar yağıyormuş. Tarih 5 Mart 1921 Kayınvalidemin adı Hanım'dı. Babasına Sarı Efe Mehmet derlermiş.' Hemen belirtmemde fayda var; O evi yani Kayserili sanatçının doğduğu evi gördüm. Yıldız Ayhan, kız kardeşi Sümer Hanım, kızları Nurdan ve Özlem ile 3 torunu Kayseri Büyükşehir Belediyesi'nin hazırladığı 'Ahmet Gazi Ayhan Anma Gecesi'ne katılmak üzere geldiklerinde onlarla birlikte gidip görmüştük. Bu eski ama hl ayakta duran küçücük, kara taştan yapılma evde kimse yaşamıyordu. Kapı kilitliydi ve artık viran olmuş durumdaydı. Müthiş ilgimizi çekmiş ve 'Bu evde nasıl yaşanılır' diye düşünmüştük. Sanatçının çocukluğunun yoksulluk içinde geçtiğini öğreniyoruz ailesinden. Ahmet Gazi Ayhan babasını üç yaşında kaybeder. İyi bağlama çalarmış babası. At sırtında üstelik. O vefat ettikten sonra bir daha taş zeminli odada bağlama çalınmaz, türkü söylenmez olmuş. Anasının mevlid okurken siyim siyim ağladığını yıllar sonra hayal meyal hatırlarmış Ahmet Gazi. Yıldız Ayhan, sohbetimiz sırasında eşi Ahmet Gazi Ayhan'ın babasının önceki eşinden Mahmut ve Asiye adlarında kardeşlerinin olduğunu söylüyor. Ahmet Gazi'nin bacısı Asiye Hala, Reşadiye Köyü'nde yaşamış ve aynı yerde ölmüş. Kaç yaşında vefat ettiği ise bilinmiyor. Ahmet Gazi Ayhan'ın anne tarafından dedesinin evi, küçük, eski, sırtını bir tepeye vermiş, dar sokakların birinde, buram buram kasvet, yoksulluk, yalnızlık, kimsesizlik kokan bir ev… Akçakaya'nın Kayseri'ye 12, Talas'a 5 kilometre uzaklıkta, Talas'a bağlı bir köy olduğunu da bu arada belirtmekte fayda var sanırım. Annesi Hanım, kocası öldükten sonra, oğlu Ahmet Gazi ile birlikte baba ocağına döner ve orada yaşamaya başlarlar. Bir zaman sonra köy yeri derler. Laf, söz çok olur derler. El'in ağzı torba değil ki büzesin derler. O zamanın şartlarında dul bir kadının yaşadığı eve er kişi girdi mi, baban da olsa, kardaşın da olsa söz ederler. Köyün yaşlıları, hatun kişi nikh altında ölmesi gerektiğini özellikle Hanım Gelin'in anasına söylerler her fırsatta. Babasız büyüyen bebenin adam olmayacağını sık sık tembihlerler. Bundan dolayı Hanım kadını köyün yaşlı, muhacir bakkalına eş yaparlar. Hanım kadın istemese de bu evliliğe razı olur. Yıldız Ayhan, eşi Ahmet Gazi Ayhan'ın kendisine anlattığına göre üvey babası; 'Hazır Uğlan' diye çağırırmış. Uzun bir sopası varmış ve bazı zamanlar Ahmet Gazi de bu sopanın tadına bakmış. Büyük kızı Nurdan Hanım, babasının çocukluk yıllarındaki en büyük zevkinin, yine babasının anlattığına göre köye gelen ve akşam bir evde saz çalan hikye, masal, destan anlatıcılarını dinlemek olduğunu söylüyor. Yedi yaşından beri tutkunmuş masal anlatıcılarına. Onların anlattıkları masallar, hikyeler, güldürücü sözler, kahramanlık destanları bir bir yazılırmış beynine.
'Kayserililer ticari kafalarıyla ün salmışlardır.' diyor ve devam ediyor Yıldız Ayhan: 'Fakat Ahmet Gazi Ayhan'da bir Kayserili olarak bu özellik yoktu. Ama tam anlamıyla Kayseri hayranı ve köyü olan Akçakaya'nın aşığı idi… Ankara- Adana- Kayseri yol ağzına geldiğimizde birden bire Kayserili olurdu. Şivesi hemen değişirdi. Bana 'Kayseri Gelini' diyorlar. Ben bundan son derece mutluyum. Ne zaman Erciyes Dağı'nı düşünsem ağlıyorum. Bugün bile hl kışa doğru gelecek diye bekliyorum. Bazen onu evin içinde hissediyorum. Ahmet Gazi Ayhan evine, ailesine ve çocuklarına son derece bağlı bir erkekti. Ama öncelikle şunu söylemek isterim benim Ahmet Gazi Ayhan'ın sayesinde meşhur olduğum görüşü doğrudur. Arkamda onun gibi bir üstat çalıyordu. Ancak ben öncelikle evinin kadınıydım. Bazen sahnedeyken şaka yapardım, O benim kocam, organizatörüm, bağlamacım, şoförüm, tamircim, çocuklarımın babası diye. Mutluyum Kayserili bir üstatla evlendiğim, ona hizmet ettiğim için.' Hiç oğlu olmadığı için, oğlan çocuğu duygusunu biraz da Nurdan'ın asi karakteri sayesinde tatmin etmeye çalışır Ahmet Gazi. O, henüz yedi yaşındayken son model Amerikan arabaların birinde, kızının rahat kullanabilmesi için koltuklarına birkaç yastık koyarak araba kullanmayı, tüfekle atış yapmayı öğretir. Bu arada Ahmet Gazi'nin çok ciddi anlamda araba merakının olduğunu herkes bilir. Adeta, bütün parasını arabalara yatıracak kadar müthiş bir meraktır bu. Bir de memleket tutkusu vardır ki sorma. Kayseri sevdası. İnanılmaz. Müthiş. Hastalıktır adeta. İflh olmaz derttir. Tek ilaç, Erciyes kokusudur. Ali Dağı. Aşktır delicesine.
Boğazköprüsü'nden girildiği anda, varsa bütün ağrıların bir anda bıçak gibi kesilmesidir. Varsa iyileşmemiş bir yara, anında kabuk bağlayıp, silinip gitmesidir. Coşkunun, sevincin sınır tanımaz seviyeye gelmesidir. Boğazköprü'den geçildiği sırada birden bire konuşma dili farklılaşır. Kayseri şivesi ile konuşmalar başlar otomobilin içinde. Gelen geçene sıcacık selam verirler. Eve geldiklerinde, Kayseri tabiriyle aşka gelir, havaya iki el ateş eder. Özgürlüğün adı Kayseri'dir. Özgürce nefes almanın adıdır Akçakaya. Misafiri çok seven, paylaşmayı çok seven, yanlarındaki hizmetlilerini aileden biri gibi gören, ona, hizmetli olduğunu hissettirmemiş, çocuklarını, evlerini bile emanet edecek, aile sırlarını bile verecek kadar güvenen, sanatçı kavramından çok uzakta, sıradan insanlar gibi yemeyi, içmeyi, konuşmayı, gezmeyi tercih eden farklı bir sanatçı ailedir. Muzaffer Sarısözen, 1940 yılında Türkiye'yi dolaşarak türkü derlemiş ve bu arada Kayseri'ye de gelerek Osman Kavuncu ile görüşmüş. Ahmet Gazi Ayhan'ı da orada tanımış. Kendisinden 'Germir Bağları, Gesi Bağları' gibi türküleri dinlemiş. Yıllar sonra Muzaffer Sarısözen bunu itiraf etmiş. İlk notayı Kayseri Halkevi'nde öğrenmiş. Ankara'ya da inat için gitmiş. Radyoevi sınavına girmek isteyen 600 kişi varmış ve sanatçı kendisinin Türk Sanat Müziğine daha yatkın olduğu düşüncesiyle Uddan girmek istemiş. Zaten kendisi, ud, yaylı, tambur, piyano, saksafon, bağlama gibi enstrümanları çok iyi çalarmış. Behiye Aksoy'un kocası Halil Aksoy da sınava girmek için gelmiş ve kendisine şöyle bir ricada bulunmuş: '1 kişi ud alacaklar. Ben ud'dan gireceğim. Senin kadron hazır. Sen bağlamadan gir. Ahmet Gazi Ayhan o zamanlar 25 yaşındadır. Sonuçta imtihanı kazanır. Ama o işin bilincinde değildir. Ertesi gün Mesut Cemil'e giderek kendisine imtihanı kazandığına dair bir belge verilmesini, Kayseri'ye dönmek istediğini ve çalgıcı olmak istemediğini söyler. O yıllarda sazcıların maaşı 103 lira iken kendisine 173 lira verirler. Daha sonraları Ahmet Gazi Ayhan, sazı, sözü ile birden bire meşhur olur. 1950 yılında radyodan ayrılır ve dört yıl piyasada çalışır. Ancak, piyasanın gerçek yüzünü görür ve Yıldız Ayhan ile evlendikten sonra Muzaffer Sarısözen davetine uyarak Radyo'ya geri döner. 'O yıllarda ben, Müzeyyen Yıldızdoğan, Osman Türen, Saniye Can, Neşe Karaböcek her gece bir yerde ama iki ayrı işte çalışırdık. Bir defasında Ayhan sahneden inerken bahçede insanlar hem alkışlıyor hem de ayaklarını yere vuruyorlardı ve bu yüzden ortalığı bir toz dumanı kaplamıştı. Daha sonra sahneye çıkan Saniye Can şöyle konuştu: 'Yahu! Ne yapacağımızı şaşırdık alkış alabilmek için. Tuvaletler giyiyor, makyaj yapıyor, berbere gidiyoruz ama hiç birimiz de Ahmet Gazi Ayhan kadar alkış alamıyoruz.'. Ahmet Gazi Ayhan günde 4 paket sigara içermiş. Evlendiklerinin ikinci yılında ciğerlerinin hasta olduğu anlaşılmış ve doktorlar sigarayı yasak etmişler. Ama 0 azaltmamış, aksine çoğaltmış. 1984 yılında büyük bir mide kanaması geçirmiş. Prof. Dr. Ali Rıza Kural çok ilgilenmiş. Ciğerleri ameliyat için narkoz alabilecek durumda olmadığı halde makineye bağlayarak ameliyat etmişler. 3 ay orada kalmış. Doktorlar onun ölümünü beklemişler. Vefat ettikten sonra İstanbul'da Zincirlikuyu Mezarlığında defnedilmiş. Yıldız Ayhan'ın bunları anlatırken gözleri buğulanıyor. Kısık ve titrek sesiyle belki de en can alıcı yerden vuruyor kendini. 'Şimdi son defa yüzünü açıp onu öpmediğime o kadar pişmanım ki. Şu noktayı da söylemekte fayda var. Öleceğini biliyordu ve bana özellikle şunu vasiyet etmişti: 'Özlem evlenmeden sakın evlenme'… Kendisinden sonra evleneceğimi zannetmiş. Ama ben evlenmedim ve Onun manevi hatırasını evimde her zaman kişiliğimle yaşattım. Bu arada hem sevindiğim hem de üzüldüğüm bir şeyi paylaşmak istiyorum sizinle. Tekirdağ Çerkezköy'de adım bir sokağa verildi. İsterdim ki mademki ben Kayseriliyim. Mademki ben Kayserili bir sanatçıyım. Kayseri'de de adım bir sokağa verilsin. İnşallah bir gün bu da gerçekleşir. Hiç değilse bir parka verilse ben yine çok mutlu olacağım. 51 yaşında dul kaldım. torunum var. Ayrı yaşıyorum ama Nurdan ve kardeşim Sümer çok yakınımda oturuyorlar. Namazımdayım. Tespihimdeyim. İstediğim tek şey; Kelime-i Şehadet getirerek ruhumu teslim etmek.' Yıldız Ayhan'ın, eşi hakkında söylediği sözler, onun ne denli üstad konumunda olduğunun göstergesi denilebilir. Tek elle saz çalmasının nedenini bakın nasıl anlatıyor: 'Ayhan sazını tek elle de çalardı. Hatta bir gün ona 'Tek elle saz çalmayı nerede çıkardın' diye sorunca, 'Ne yapayım saz çalarsam sigara içemiyorum, sigara içersem saz çalamıyorum. Bu sebepten de tek elle saz çalmayı geliştirdim' dedi. Ayhan, günde dört paket içecek kadar sigaraya tutkundu, ölümü de sigara yüzünden oldu zaten. Sigara ciğerlerini parçalamıştı. THM'nin ekollerinden biriydi. Sazı çalışı, türkü yorumu mükemmel olan ve yöre tavrını çok iyi bilen Ayhan, THM ve sanat adına önemli yeri olan bir sanatkrdı. O tam anlamıyla bir usta idi. Bana her zaman 'Biz radyoyu sanat için kullanıyoruz' derdi, radyoda kendini daha çok ilerletti. O dönemlerde Yurttan Sesler Korosu'nun radyodan canlı yapılan yayınları vardı. Bu yayınlar esnasında şef Ahmet Gazi Ayhan'a solo türkü okuması için işaret ederdi, O hemen kafasında repertuarını o anda hazırlayıp canlı yayında solo türkülerini okurdu.' Ahmet Gazi Ayhan'ın, sazını farklı şekillerde kullandığını söylüyor sanatçı. Sazın perdelerini kesip perdesiz çalarmış. Bu da onun sazına ne denli hkim olduğunu gösterirmiş. Ayrıca sazlarından bazılarına tekne ve sapın birleştiği yerden itibaren tekneye doğru dört porte daha bağlarmış. Türk Halk Müziği'nin usta yorumcusu ve saz virtüözüymüş.
Yıldız Ayhan yine yıllar öncesine gidiyor ve gözleri buğu buğu anlatmaya devam ediyor. Bu arada Nurdan Hanım da onun anlattıklarını ses cihazına kayıt ediyor: 'Ayhan'ın sanatı gerçekten bambaşkaydı. Radyo'da başka olan Ayhan, fuarlarda, konserlerde de bambaşka idi. Konserlerde insanları çok iyi etkiler o anda irticalen hikyeler anlatır, irticalen yaptığı hicivli bestelerle insanları hem ağlatır, hem güldürürdü ve izleyicilerini büyülerdi, resmen sahnede şov yapardı. Ayhan'ın unutamadığım bir anısı var ki; onu anlatayım: Bir sosyete toplantısında Ahmet Gazi Ayhan sazın zenginliğinden, her türlü müziğin ve seslerin çıkarabileceğinden bahsediyormuş ki oradaki bayanlardan biri onu küçümsemiş ve 'Çoban sazı bu' diyerek hor görmüş. Ayhan bu duruma çok içerlemiş ve sazı hor gören bayanın, ertesi günü yanına giderek sazıyla Frederic Chopin'in 'Polonai fantasie'sini ve şu anda artık bilinmeyen Kayseri Divan Ayağını çalarak o bayana sazla neler çalınabilineceğini göstermiş bu durumdan son derece etkilenen bayan şaşkınlık içinde kalakalmış. Daha sonraları eviyle ilgili marangozluk bir iş yaparken eli kesilerek parmağı kopan Ayhan 'O kadının saz çalışıma gözü değdi' derdi bana. Şunu söylemek istiyorum; Ayhan Batı müziğini de benimsemiş ve sazıyla batı müziğinden eserler çalabilecek kadar da yetenekli bir sanatçıydı.' Sanatçımız Yıldız Ayhan'ın; mavi ile yeşilin hatta dağların buluştuğu müthiş manzarayı gören evinde iki gün sohbet ettik. Bize en değerli arşivini açtı. Eşinin, taş plaklardaki sesini dinledik. O yılların, Türkiye'deki sahne hayatına, sanatçılarına ait ve onların ilk evlilik dönemlerinden yaşlılık günlerini gösteren yüzlerce siyah-beyaz fotoğrafın yanı sıra çok sayıda konser afişinin yer aldığı kabarıkça bir dosyayı Kayseri'ye getirdik. Ben bu müthiş belge ve resimlerden gecede yapılacak sinevizyon gösterisi ile hazırlayacağım belgesel nitelikteki kitap için oldukça faydalandım. İki gün sonra, yapılacak gecede buluşmak üzere vedalaşıp Kayseri yoluna düştük. Yıldız Ayhan iki kızı, kız kardeşi ve 3 torunu ile söz konusu gece için Kayseri'ye geldiklerinde 4 gün birlikte olduk. Bu arada Ahmet Gazi Ayhan'ın doğduğu ev de ziyaret edildi. Aynı zamanda Yıldız Ayhan'ın eşi öldükten sonra sattığı bağ evi de ziyaret edilen meknlar arasında yer aldı. Kayseri, Akçakaya Köyü'nde, 1967 yılında yaptırdıkları ve çok pahalıya çıkan aslında oraya harcanan para ile çok daha iyi yerlerden, gelecekte para edecek ev alınabilmesine rağmen, orada çok mutlu olan, Kayseri delisi adamın, her yaz ailece geldiği ev sanki onun ayak izlerini taşıyordu. Tam anlamıyla halk adamı olan Ahmet Gazi Ayhan, yöresi olan Kayseri tavrını radyolara tanıtan ilk sanatçıdır. Kayseri ve civarı, kendine has özellikleri olan tavrı ve türküleriyle son derece zengin bir kültüre sahiptir. Bu zengin kültürü çok iyi bilen, o tavrı sazında mükemmel çalan ve türküleri, bozlakları emsalsiz bir biçimde yorumladığı düşünülen sanatçı, bu kültürle yoğrulmuştur. Türkü derlemek için Türkiye'yi karış karış dolaşan Halil Bedii Yönetken ve Muzaffer Sarısözen Kayseri ve civarı türkülerin tavrının zenginliğinden etkilenmiş, bu zenginliğe yörenin üstadı kabul edilen Ahmet Gazi Ayhan'ı uygun görmüşler ve gelecek kuşakların bu kültürden faydalanması için radyo repertuarına kazandırmışlardır. Ahmet Gazi Ayhan katıldığı TRT Radyo programında, kendisiyle özdeşleşmiş olan Everek Dağı Bozlağı'nın hikyesini de şöyle anlatır: 'Efendim, bizim oralar çok dağlık bölgelerdir. Bu yüzden çok avcılarımız, pek çok avcı hikyelerimiz olur. Bu anlatacağım hakikaten olmuş bir hikyenin eseridir. Bir ananın, bir babanın tek bir oğludur. El bebek, gül bebek büyütülmüş delikanlı çok güzel ata biner ve çok iyi nişancıdır, avcıdır. Köyün genç kızlarının gözdesi olan gencin, hiçbir gelinde, hiçbir kızda gözü yoktur.
Onun derdi, dağlara, geyik avına çıkmaktır. Gününü dağlarda geçiren delikanlı, nihayet bir gün Everek Dağı'nda avlandığı sırada, bir ceylan, onu sarp kayalara doğru çeker.
Genç ceylanın peyine düşer, fakat bulamaz. O sırada yalçın kayalardan ayağı kayar ve kendi tüfeğiyle kendi kendini vurur. Çok yalçın kayalardır, aranır fakat bulunamaz. Nihayet babası, dağlarda ağlaya ağlaya oğlunu arar. Yalnızca tek iskarpinini bulur. 'Şu anlımda ne bitmedik yazı var / iskarpininde bir incecik tozu var'
Ahmet Gazi Ayhan, hastalığı nedeniyle defalarca hastaneye yatar daha sonra çıkar. Ameliyat olur. İşte bunlardan birinde yine hastaneden çıkar, ayağa kalkar ama hastadır hl. O durumda radyoya gider sanatçı. Vedalaşmak için. Saz çalmaz, oturup sohbet eder sadece.
Bir ara radyoda arkadaşları ısrar ederler türkü okuması için. Ama bu imknsızdır.
Çünkü gırtlağı delinmiştir Ahmet Gazi'nin. Israrlara dayanamaz ve son bestelediği
'Everek Dağı'nı okur. Nasıl okur kimse akıl sır erdiremez ama okur işte. İşte bu ünlü türkünün sözleri:
'Her zaman görsem seni Everek Dağ'ı
Yüreğimde bir incecik sızı var.
Ah! ile geçirdim ömrümün çağı
Şu anlımda ne bitmedik sızı var
Çoğu gitti şu ömrümün azı var'
Türkünün sonunda hıçkırıklarla ağlar bazı kadın sanatçılar. Bozlak biter bitmez sıraya girerler, yaşlısı, genci. Gırtlağından öperler. Sanat adına. Gerçek sanatçı adına. Everek Dağı adına. Everek Dağı'ndaki bütün kır çiçekleri adına. Tarih 9 Şubat 1987… Bir yağmur vakti.. O, yine hastanededir. Üçüncü defa gireceği Reanimasyon odasına alınacaktır. O, sedyenin üstünde, beyaz örtüler içindedir. O, solgundur. O, yorgundur. O, yarı kapalı gözleri ile her şeye razıdır.
Emir, büyük yerden ise boynun hükmü nedir ki? Boyun kıldan incedir. O, bunu bilir, buna inanır ömrü boyunca. Sonuçta, mevsim kış olmasına rağmen, ağaçlar, tutunmakta olan son yapraklarını da dökerler. Sanatçımız Ahmet Gazi Ayhan, bütün çabalara rağmen kurtarılamaz, hayata veda eder. Kayserili sanatçı Ahmet Gazi Ayhan, Zincirlikuyu Mezarlığına defnedilir. Mezar taşına, Kızı Özlem'in şu dizesini yazarlar:
'Ağlatan sazları,
inleten sözleri
Burada ebedileşti
Bu üstat toprağa sığmaz derken
Altın bağlama kırılıverdi… '
Şehir Dergisi- Ahmet Sıvacı
adlı şiirinde Kayserili bir Çingene kızına olan platonik aşkını ya da duygularını anlatan Türk Şiiri'nin ustalarından Bedri Rahmi Eyüboğlu, o çok bilinen sözünde, türkülerimize olan hayranlığını şöyle vurgular: 'Ne zaman bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım.'
Bedri Rahmi nasıl utanmasın ki? Hangi yürek yangınından çıktığı bilinmeyen, hangi çilenin ördüğü kozanın sessiz çığlığı, ünlü bir Kayseri Türküsü'ndeki şu müthiş söze bakın; 'Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır' … İçten içe kanayan bir yürek yarasından kopan rüzgra, boraya, fırtınaya, tufana hangi dağlar dayanabilir, hangi yüce dağların karı erimez ki? Dağların cürümü ne ki? Yeter ki derinden bir 'Ah!' çekmesin yangın yürek. Yeter ki gönül hançeresinde ateşe vermesin kendini bir hüma kuşu, bir pervane. Dünyalar erir yalım yalım. Gönüldeki depremlerden korkmak gerekiyor. Gönül yüce Yaratıcının evi…Nazarghı... Gönlün nazarından, ah'ından, figanından çekinmek gerekiyor. Korkmak gerekiyor. Çünkü gönlün tamiri mümkün değil. Kırılmış, paramparça olmuş gönlü tamir edecek usta yok. Zaten türküler de bunu anlatmıyor mu? 'Kim gönül yıkar ise iki cihan bedhahtı' İşte Yunus'un sözü. Bu bağlamda başka söze gerek var mı bilemiyorum. Aslında çok sözler söylenmiştir türkülerimiz üstüne. Kayseri Türküleri için de yüreğe adeta kan gibi düşen öyküler anlatılmıştır. Üstelik bir değil çok sayıda öyküler. Anamızın sütü gibi ak, anamızın sütü gibi temiz türkülerimiz, karlı yüce dağ başlarında, başı dumanlı, uğultulu tepelerde, çam kozalaklarının fırladığı yaylalarda, yatağından taşmış nehirlerde yankılanmış, hayat bulmuştur. Ne söylenirse söylensin, türkülerimizin, özellikle Anadolu insanı üzerinde bıraktığı etkileri sözcüklerle ifade etmek mümkün değil. Öyle ya! Gönül fırtınasını, kurumuş göz pınarlarını, kangren olmuş yaraları, suskun, kurumuş, çatlak dudakların sessiz feryadını türkülerimizden başka kimler, nasıl anlatabilir ki? Ve biz... Bizler. Hangi yöreden olursa olsun, neyi anlatırsa anlatsın, çoğu zaman bir türkünün peşine düşer ve gideriz. Bazen; rüzgrın önünde sürüklenen kuru bir yaprak gibi, bir yaprak ölüsü gibi, oradan oraya savrulur gönül telimizin titrek nağmeleri. Ah! O kan-ter içindeki nağmeler. Nasıl da yakalar, sarsar bizi. Nasıl da yakar, kavurur, tüketir, bitirir. O, kimsesiz, öksüz mısraların her biri güz yağmuru olup üzerimize yağmaya, sonbahar rüzgrı olup gönlümüzde acı acı esmeye başlar. Çünkü bizim türkülerimiz
bizi anlatır, bizi söyler. Ah! Bizim kınalı, ah! bizim allı-pullu türkülerimiz. Yürek yaralayıcı, gönül paralayıcı, sevda dertlerinden haber verici, sitem yüklü, gönül içinde sessizce yatan, kara saplı hançer türkülerimiz. Karacaoğlan yüzyıllar ötesinden nasıl da görmüş öyle.
Nasıl da yaşamış gurbet acısını.
'Gurbette ömrüm geçecek
Bir daracık yerim de yok
Oturup derdim dökecek
Bir münasip yerim de yok'
Karacaoğlan yalnızca gurbette yaşamanın acısını hissetmez iliklerinde. O yokluk içinde de kıvranır. Sevdalı değil kara sevdalı olduğu belki de hayali bir güzele verecek sadece avuçlarında tuttuğu yüreğidir. Gurbeti, gurbette kaybolanları, çaresizi, ince hastalıklıyı, ümitsiz aşkı, sılayı, ölümü, ayrılığı, gidip de gelmeyenleri, vatan yolunda şehit düşenleri, Yemen'i, Çanakkale'yi, doksan bin şehidimizin karlar altında yattığı Sarıkamış'ı, hastaları, kimsesizleri, açları, çıplakları, talihi kara gelenleri, boz dağlarda yankılanan yürek yakıcı feryatları anlatan tertemiz türkülerimiz.
'Havada bulut yok bu ne dumandır
Mehlede ölüm yok bu ne şivandır
Şu Yemen elleri ne de yamandır'
İşte ciğerin kangren yarası mısraları… Yüreğe kan gibi düşen, türkü deyip geçilen, hasret kokan çevrelerdeki gizli gözyaşlarının acıdan türkü olduğu sözler. Hangi yürek dayanabilir? Hangi göz pınarı kurumaz? Hangi dil anlatabilir?
'Şu dağın ardında redif sesi var
Varın bakın çantasında nesi var
Bir çift kundura ile bir de fesi var'
Hangi fes? Hangi kundura Allah aşkına? Açlığın, hastalığın, çölün kumlarının cayır cayır yaktığı, rüzgrına ağıtlar söylettiği, yıldızlarını düşürdüğü memleket evlatlarının dramını anlatmaya, türkülerden gayrı neyin gücü yeter? Bütün çatlak dudaklardan dökülen Kayseri Türkülerimiz. Askere gidenin, hapse düşenin, şık olanın can simidi gibi dört elle sarıldığı, dahası, adeta ağlama, inleme, şikyet etme taşı/duvarı gibi olan türkülerimiz. Şöyle diyor gönlü yangınlar içinde bitmiş, tükenmiş, kül olmuş bir gönlün feryadı;
Her derdi çekmeye razıyım ama
Takılmasaydı keşki dudaklarıma
Bu isimsiz, paramparça türküler
Hangi dilden ya da telden olursa olsun dedik ya! Kınalı parmakların ucu yanık nağmelerini, yanık yüreklerin kokusunu, kurumuş göz pınarların sessiz çığlıklarını anlatan türküleri kimler seher vakitlerinde söyleyip ağlamaz ki? Rakı şişesinde balık olmaya, bir gece intihar etmeye, ayağa, kafaya sıkmaya, edepsizliğe davet eden sözde şarkıların karşısında hay ederek başını alıp giden, garip, kimsesiz türküler. Ve O… Türkülerin, özellikle Kayseri türkülerinin sesi, dili olan, çocukluğundan beri sitem dolu, kırgın, küskün yüreğinde, bereketli topraklarda çatlayan, göveren bir tohum gibi türkülerin hayat bulduğu sıra dışı bir insan… Farklı düşünen, farklı söyleyen, farklı yorumlayan Kayseri türkülerinin sahibi, babası, derleyicisi gerçek anlamda bir sanatçı… Bazen karlı dağ başlarında kopan bir boran, bazen kimsesiz bir yerde, kimsesizlerin kaldığı çadırın iplerin söken bir fırtına, bazen ince bir yağmur ya da meltem olan adam... Allahın kendisine hediye ettiği müthiş bir gırtlağın, inanılmaz bir tını ve naiv bir gönlün sahibi. Ahmet Gazi Ayhan. Hayat çok garip olaylara sahne oluyor. Uzun yıllar önceydi. Sanırım 1966 yılı. Düvenönü'nde bir kaldırım büfesinde alışveriş yaparken hemen arkamdan gelen hoş bir sese dönmüştüm. Şöyle diyordu sesin sahibi: 'İki dene maldepe virele'… Uzun boylu, inceden, bıyıksız, şık giyimli, tahminen elli yaşını aşmış olmasına rağmen hl yakışıklı sayılabilirdi. Kendi ifadesiyle ya da tam bir Kayseri şivesiyle istediği 'Maldepe' sigarasını aldı ve büfenin az ilerisine park ettiği, yıllar sonrası sahibi olduğunu öğrendiğim, o zamanlarda lüks sayılabilecek bir Amerikan arabasına binip gitti. Tanımıyordum. Dikkatimi çekmişti ve çocuksu bir anlamsızlıkla baktım arkasından bir süre. Ya da ilk defa gördüğüm Amerikan otomobilinin. Genç büfecinin sesine dönmüştüm:
Bu kim biliyon mu?
Cık!
Ahmet Gazi Ayhan
Ah! O eski radyolar. İki düğmeden birini çekersiniz ya da sağa bükersiniz mavi, küçük bir lamba yanar ve siz sesin gelmesi için bir süre beklemek zorunda kalırsınız. İki istasyondan birini dinlersiniz yalnızca. Ankara ve İstanbul Radyo İstasyonları size ajans ile memleket haberleri verir. 'Arkası Yarın' ile günümüzdeki TV dizileri gibi, mikrofonda tiyatronun dinleyicisi olursunuz. Münir Nurettin Selçuk'tan, Zeki Müren'den, Hamiyet Yüceses'ten, Müzeyyen Senar'dan ve artık bugün hayatta olmayan Türk Sanat Musikisi sanatçılarından o gençlik sesleri ile söyledikleri şarkılar, gönlünüzdeki belki de eski bir sevdadan kalan kabuk bağlamış yarayı yeniden kanatır. 'Yurttan Sesler' size her yöreden, her sesten türküler sunar, Muzaffer Akgünler, Nezahat Bayramlar, Nurettin Çamlıdağlar, Saniye Canlar ve daha niceleri ile türkülerimizin arkasına takılır gider, bazen hüzünlenir, bazen neşe ile dolarız. Ama ne zaman Ahmet Gazi Ayhan'ın, ne zaman onun eşi Yıldız Ayhan'ın sesini duydunuz, işte o zaman dikkatiniz daha da artar ve radyonun sesini biraz daha yükseltirsiniz. Çünkü Ahmet Gazi Ayhan, hemşeriniz, oğlunuz, Kayseri toprağından biri, Yıldız Ayhan ise Kayserililerin gelinidir. Ardından bir anonsa kulak kabartırsınız: 'Şimdi de bir Kayseri türküsünü sanatçımız Ahmet Gazi Ayhan'dan dinleyeceksiniz. Kendisine eşlik
edecek saz sanatçıları:……….'
Ağam İstanbul'u mesken mi tuttun
Gördün güzelleri beni unuttun
Sılaya dönmeye yemin mi ettin
Gayrı dayanacak gücüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı
Kayseri türküsünü o yanık sesiyle ve inanılmaz bir ustalıkla çaldığı bağlamasıyla söylediğinde, İstanbul'daki, gurbetteki yakınlarınız gelir aklınıza. Askerdeki oğlunuz. Yriniz. Kardeşiniz. Çiftini, çubuğunu satıp ekmek parası için büyük şehirlere göç etmiş, oralarda kaybolmuş, acı vatan dedikleri Almanya'da, öldü mü, sağ mı bilemediğiniz babanız. Eşiniz gelir. Bu ünlü Kayseri Türküsündeki gibi vefasızlık gelir. Öyle ya! O yıllarda günümüzdeki gibi ne cep telefonları vardır ne de internetteki sosyal paylaşım sitelerinde canlı konuşma imknları. Yalnızca, postacının getireceği ve 'Posta' dediğinde kalbinizi yerinden fırlayacakmış gibi çarptıran ucu yanık mektuplar vardır. Hemen belirtelim: Bu türkünün sözlerinin çok güzel, hikyesinin son derece etkili ve duygusal olmasına rağmen, ilgi görmemesinden etkilenen Ahmet Gazi Ayhan, türküyü eviç makamında tekrar besteleyerek bugünkü şekline getirir ve ölümsüz türkülerden biri olarak dillerde dolaşmasına vesile olur. Ahmet Gazi Ayhan'dan ya da kendisi gibi sanatçı olup, 'Keklik' türküsünde adeta keklik gibi şakıyan Yıldız Ayhan'dan sadece İstanbul'daki vefasız yrin türküsünü mü dinlersiniz? Tabii ki hayır, onun derlediği yüzlerce türkünün yanı sıra Türkiye'de meşhur ettiği, halen dilden dile dolaşan 'Gesi Bağları' ile öksüz kızın gönlündeki fırtınayı, acıyı hisseder, adeta yaşar ve üzülürsünüz. Çok sayıda kıtadan oluşan ve çok sayıda hikyesi anlatılan bu ünlü Kayseri Türküsü, Ahmet Gazi Ayhan'ın sesi ve yorumu ile en katı kalpleri bile öylesine yumuşatır, öylesine kendinden geçirir ki:
'Gesi bağlarında dolanıyorum
Yitirdim yrimi aranıyorum
Bir çift selamına güveniyorum
Atma garip anam beni dağlar ardına
Kimseler yanmasın anam yansın derdime'
Çok iyi hatırlıyorum. Televizyonun hayatımıza yeni girdiği yıllar. Yıl 1974. Rahmetli babam ile İstanbul dönüşü Ankara Gençlik Parkı'ndayız. Kır kahvesinde yüksek bir yere konulmuş siyah-beyaz televizyonu seyrederken babam birden heyecanlanıyor ve yan masalarda oturanların
bile duyacağı bir sesle konuşuyor:
'İşte Ahmet Gazi. Şu sağda bağlama çalan.
Türkü söyleyen de hanımı Yıldız Ayhan.'
Yalnızca babamı değil bütün Kayseri halkını böylesine heyecanlandıran sadece türkülerimiz değildi sanırım. Onun duyarak, hissederek okumasıydı. O akşam, ilk defa onları siyah-beyaz bir televizyonda seyretmiş, dinlemiş ama sanırım gençlik duyguları ile olacak pek bir şey hissetmemiştim. Onlar Kayseri'de defalarca konser vermişler, Kayserililer de onları bağırlarına basmışlardı. Çünkü ticaretten başka bir şeyden anlamayan Kayseri yargısı az da olsa onlarla önemini yitirmiş, ülkede Kayseri'den de sanatçı çıkabileceği inancını ortaya koymuştu. Zaten Ahmet Gazi Ayhan ile birlikte ya da ondan sonra; Zekeriya Bozdağ, Adnan Türköz gibi Kayserili ses sanatçıları radyo sanatçıları olarak görev yapmışlardı. Kadere bakın ki yıllar sonra Ahmet Gazi Ayhan ve Yıldız Ayhan'ı konu edinen bir etkinliğin içinde buldum kendimi. 2011 yılıydı. Kayseri Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı 'Kayseri Sanatçılarına Sahip Çıkıyor' adı altında bir proje hazırladı ve daha sonra da hayata geçirerek Kayseri'yi, türkülerini yurt genelinde tanıtan, sevdiren, ünlü olmasına zemin hazırlayan sanatçılarına az da olsa vefa borcunu ödedi. Ahmet Gazi Ayhan gecesi yapılacaktı. Bunun için o yıllarda Kayseri Büyükşehir Belediyesi Başkanı olan Mehmet Özhaseki'nin de onayı alınmış ben ve Konservatuar Müdürü Burhan Surluev gece için gerekli dokümanları temin etmek üzere Yıldız Ayhan'ın yaşadığı Antalya'ya gittik. Hemen belirtmekte fayda görüyorum, yola çıkmadan önce sanatçının büyük kızı Nurdan Ayhan ile bir telefon görüşmesi yaptık. Tabii Yıldız Ayhan ile de. Konuyu anlattıktan sonra kendilerinin Kayseri Büyükşehir Belediyesi adına misafirleri olacağımızı belirttik. Nurdan Hanım belki de haklı olarak, babası ve annesi adına yapılacak gece için geç kalındığını ifade etti. Sitemlerinde haklıydı Nurdan Hanım. Bilemiyoruz nedendir ama sonuçta Özhaseki Başkanın özellikle büyük desteği ile gece yapılmasına karar verildi. Hatırlıyorum; Burhan Bey, sanatçımıza Kayseri'den bir isteği olup olmadığını sorduğunda kendisi ilginç bir cevap verdi: 'Ev ketesi istiyorum. Pastane ketesi getirmeyin.' Türk Halk Müziğimize yıllar yılı hizmet etmiş, özellikle Kayseri Türkülerinin bütün Ülkede tanınmasını sağlamış, hemşerimiz Ahmet Gazi Ayhan'ın, üstelik kendisi de ünlü bir Türk Halk Müziği sanatçısı olan eşinin bu masum arzusu hiç yerine getirilmez mi? Sonuçta, Kayseri Büyükşehir Belediyesi'nin tahsis ettiği özel bir araçla düştük yola. Uzun süren bir yolculuk sonunda akşamüstü büyük kızı Nurdan Hanım ile Antalya'da, sanatçının evinin yakınlarında bir yerde buluştuk. Kısa süren bir sohbet sonrası Nurdan Hanım bizi annesinin yaşadığı eve götürdü. Ne yol yorgunluğu kaldı ne de uykusuzluk. Bir büyük binadan içeri girip doğal olarak asansörle yukarı katlara çıkarken heyecanımız yeniden başladı. Sanki yukarı çıktığımızda, kapıda bizi Ahmet Gazi Ayhan karşılayacak gibi tuhaf bir duygu vardı içimizde. Denize karşı, harika bir manzarası olan 14. kattaki dairede, kendisini bir gün bile yalnız bırakmayan kızı Nurdan Hanım'a rağmen sadece Türk Halk Müziğimizin unutulmaz sanatçısı, Kayserililerin gelini Yıldız Ayhan yaşıyordu. Sanatçının evinin duvarları Rahmetli eşi Ahmet Gazi Ayhan'ın ve kendisinin fotoğrafları ile süslenmişti. Geniş ve oldukça ferah olan odanın bir köşesinde duran gramofon dikkatimizi çekti. Hemen yanında yine kendilerine ait taş plaklar bulunuyordu. Bir başka köşede, onların, çeşitli zamanlarda aldıkları ödüller, çerçeve içine alınmış belgeler vardı. Bir başka duvarda ise Yıldız Ayhan'ın özel olarak diktirdiği, çerçeve içindeki bir sahne elbisesi ilgimizi çekti. Gençlik yıllarına ait fotoğraflar adeta bize: 'Hemşerilerim. Hoş geldiniz. Yıllar sonra da olsa beni hatırladınız.' diyor gibiydi. Ve ben sanırım o sessizce konuşan fotoğraflarla yine sessizce muhabbet ettim. Çok sürmedi, rahatsızlığından dolayı biraz solgun yüzüyle ama sımsıcak bakışlarıyla o geldi. Hal güzeldi. Yorgun ve hasta olmasına rağmen, konuşurken hani o ünlü türküsü; 'Gak gak gubalak, gubalak gubalak oy keklik aman' türküsünde olduğu gibi adeta bülbül gibi şakıyordu sanatçı. Kardeşi İnci Sümer Hanım da kendisi gibi son derece sempatik ve insanın içini ısıtan bir yapıya sahipti. O gece geç saatlere kadar konuştuk. Onu dinledik sürekli. Yaşanmışlığı, Ahmet Gazi Ayhan ile olan mutlu evliliklerini, nasıl tanıştıklarını, sahne hayatlarını, Ahmet Gazi Ayhan'ın ilk çocukları Nurdan'a nasıl beste yaptığını, ikinci çocukları Özlem'in İzmir Fuarı'nda nasıl havuza düştüğünü, Yıldız Ayhan'ın kardeşi Sümer Hanım'ın, karı-koca turneye çıktıklarında yeğenlerine nasıl annelik yaptığını ve daha neler neler. Sanatçımız Yıldız Ayhan, bütün bunları anlatırken ara sıra gözleri uzaklara dalıyor, ara sıra mutlu bir şekilde gülümsüyordu. Hemen yanında oturan Nurdan Hanım, annesine yardımcı olurken onların zaman zaman hüzünlenmelerine de tanık olduk. Ertesi gün yine anıların içinde kaybolduk. Geçmişe yolculuk yaptık. Anlattılar… Anlattılar. Yıldız Ayhan sorularımıza cevap verirken bu arada kızı Nurdan Hanım da onun sesini kayda aldı. Sanatçının gözleri uzaklara gitti ve titreyen sesiyle konuşmaya başladı: 'Ona Ayhan derdim. Bu ifade daha çok hoşuma giderdi. Ayhan, Mart ayında doğmuş. O gün kar yağıyormuş. Tarih 5 Mart 1921 Kayınvalidemin adı Hanım'dı. Babasına Sarı Efe Mehmet derlermiş.' Hemen belirtmemde fayda var; O evi yani Kayserili sanatçının doğduğu evi gördüm. Yıldız Ayhan, kız kardeşi Sümer Hanım, kızları Nurdan ve Özlem ile 3 torunu Kayseri Büyükşehir Belediyesi'nin hazırladığı 'Ahmet Gazi Ayhan Anma Gecesi'ne katılmak üzere geldiklerinde onlarla birlikte gidip görmüştük. Bu eski ama hl ayakta duran küçücük, kara taştan yapılma evde kimse yaşamıyordu. Kapı kilitliydi ve artık viran olmuş durumdaydı. Müthiş ilgimizi çekmiş ve 'Bu evde nasıl yaşanılır' diye düşünmüştük. Sanatçının çocukluğunun yoksulluk içinde geçtiğini öğreniyoruz ailesinden. Ahmet Gazi Ayhan babasını üç yaşında kaybeder. İyi bağlama çalarmış babası. At sırtında üstelik. O vefat ettikten sonra bir daha taş zeminli odada bağlama çalınmaz, türkü söylenmez olmuş. Anasının mevlid okurken siyim siyim ağladığını yıllar sonra hayal meyal hatırlarmış Ahmet Gazi. Yıldız Ayhan, sohbetimiz sırasında eşi Ahmet Gazi Ayhan'ın babasının önceki eşinden Mahmut ve Asiye adlarında kardeşlerinin olduğunu söylüyor. Ahmet Gazi'nin bacısı Asiye Hala, Reşadiye Köyü'nde yaşamış ve aynı yerde ölmüş. Kaç yaşında vefat ettiği ise bilinmiyor. Ahmet Gazi Ayhan'ın anne tarafından dedesinin evi, küçük, eski, sırtını bir tepeye vermiş, dar sokakların birinde, buram buram kasvet, yoksulluk, yalnızlık, kimsesizlik kokan bir ev… Akçakaya'nın Kayseri'ye 12, Talas'a 5 kilometre uzaklıkta, Talas'a bağlı bir köy olduğunu da bu arada belirtmekte fayda var sanırım. Annesi Hanım, kocası öldükten sonra, oğlu Ahmet Gazi ile birlikte baba ocağına döner ve orada yaşamaya başlarlar. Bir zaman sonra köy yeri derler. Laf, söz çok olur derler. El'in ağzı torba değil ki büzesin derler. O zamanın şartlarında dul bir kadının yaşadığı eve er kişi girdi mi, baban da olsa, kardaşın da olsa söz ederler. Köyün yaşlıları, hatun kişi nikh altında ölmesi gerektiğini özellikle Hanım Gelin'in anasına söylerler her fırsatta. Babasız büyüyen bebenin adam olmayacağını sık sık tembihlerler. Bundan dolayı Hanım kadını köyün yaşlı, muhacir bakkalına eş yaparlar. Hanım kadın istemese de bu evliliğe razı olur. Yıldız Ayhan, eşi Ahmet Gazi Ayhan'ın kendisine anlattığına göre üvey babası; 'Hazır Uğlan' diye çağırırmış. Uzun bir sopası varmış ve bazı zamanlar Ahmet Gazi de bu sopanın tadına bakmış. Büyük kızı Nurdan Hanım, babasının çocukluk yıllarındaki en büyük zevkinin, yine babasının anlattığına göre köye gelen ve akşam bir evde saz çalan hikye, masal, destan anlatıcılarını dinlemek olduğunu söylüyor. Yedi yaşından beri tutkunmuş masal anlatıcılarına. Onların anlattıkları masallar, hikyeler, güldürücü sözler, kahramanlık destanları bir bir yazılırmış beynine.
'Kayserililer ticari kafalarıyla ün salmışlardır.' diyor ve devam ediyor Yıldız Ayhan: 'Fakat Ahmet Gazi Ayhan'da bir Kayserili olarak bu özellik yoktu. Ama tam anlamıyla Kayseri hayranı ve köyü olan Akçakaya'nın aşığı idi… Ankara- Adana- Kayseri yol ağzına geldiğimizde birden bire Kayserili olurdu. Şivesi hemen değişirdi. Bana 'Kayseri Gelini' diyorlar. Ben bundan son derece mutluyum. Ne zaman Erciyes Dağı'nı düşünsem ağlıyorum. Bugün bile hl kışa doğru gelecek diye bekliyorum. Bazen onu evin içinde hissediyorum. Ahmet Gazi Ayhan evine, ailesine ve çocuklarına son derece bağlı bir erkekti. Ama öncelikle şunu söylemek isterim benim Ahmet Gazi Ayhan'ın sayesinde meşhur olduğum görüşü doğrudur. Arkamda onun gibi bir üstat çalıyordu. Ancak ben öncelikle evinin kadınıydım. Bazen sahnedeyken şaka yapardım, O benim kocam, organizatörüm, bağlamacım, şoförüm, tamircim, çocuklarımın babası diye. Mutluyum Kayserili bir üstatla evlendiğim, ona hizmet ettiğim için.' Hiç oğlu olmadığı için, oğlan çocuğu duygusunu biraz da Nurdan'ın asi karakteri sayesinde tatmin etmeye çalışır Ahmet Gazi. O, henüz yedi yaşındayken son model Amerikan arabaların birinde, kızının rahat kullanabilmesi için koltuklarına birkaç yastık koyarak araba kullanmayı, tüfekle atış yapmayı öğretir. Bu arada Ahmet Gazi'nin çok ciddi anlamda araba merakının olduğunu herkes bilir. Adeta, bütün parasını arabalara yatıracak kadar müthiş bir meraktır bu. Bir de memleket tutkusu vardır ki sorma. Kayseri sevdası. İnanılmaz. Müthiş. Hastalıktır adeta. İflh olmaz derttir. Tek ilaç, Erciyes kokusudur. Ali Dağı. Aşktır delicesine.
Boğazköprüsü'nden girildiği anda, varsa bütün ağrıların bir anda bıçak gibi kesilmesidir. Varsa iyileşmemiş bir yara, anında kabuk bağlayıp, silinip gitmesidir. Coşkunun, sevincin sınır tanımaz seviyeye gelmesidir. Boğazköprü'den geçildiği sırada birden bire konuşma dili farklılaşır. Kayseri şivesi ile konuşmalar başlar otomobilin içinde. Gelen geçene sıcacık selam verirler. Eve geldiklerinde, Kayseri tabiriyle aşka gelir, havaya iki el ateş eder. Özgürlüğün adı Kayseri'dir. Özgürce nefes almanın adıdır Akçakaya. Misafiri çok seven, paylaşmayı çok seven, yanlarındaki hizmetlilerini aileden biri gibi gören, ona, hizmetli olduğunu hissettirmemiş, çocuklarını, evlerini bile emanet edecek, aile sırlarını bile verecek kadar güvenen, sanatçı kavramından çok uzakta, sıradan insanlar gibi yemeyi, içmeyi, konuşmayı, gezmeyi tercih eden farklı bir sanatçı ailedir. Muzaffer Sarısözen, 1940 yılında Türkiye'yi dolaşarak türkü derlemiş ve bu arada Kayseri'ye de gelerek Osman Kavuncu ile görüşmüş. Ahmet Gazi Ayhan'ı da orada tanımış. Kendisinden 'Germir Bağları, Gesi Bağları' gibi türküleri dinlemiş. Yıllar sonra Muzaffer Sarısözen bunu itiraf etmiş. İlk notayı Kayseri Halkevi'nde öğrenmiş. Ankara'ya da inat için gitmiş. Radyoevi sınavına girmek isteyen 600 kişi varmış ve sanatçı kendisinin Türk Sanat Müziğine daha yatkın olduğu düşüncesiyle Uddan girmek istemiş. Zaten kendisi, ud, yaylı, tambur, piyano, saksafon, bağlama gibi enstrümanları çok iyi çalarmış. Behiye Aksoy'un kocası Halil Aksoy da sınava girmek için gelmiş ve kendisine şöyle bir ricada bulunmuş: '1 kişi ud alacaklar. Ben ud'dan gireceğim. Senin kadron hazır. Sen bağlamadan gir. Ahmet Gazi Ayhan o zamanlar 25 yaşındadır. Sonuçta imtihanı kazanır. Ama o işin bilincinde değildir. Ertesi gün Mesut Cemil'e giderek kendisine imtihanı kazandığına dair bir belge verilmesini, Kayseri'ye dönmek istediğini ve çalgıcı olmak istemediğini söyler. O yıllarda sazcıların maaşı 103 lira iken kendisine 173 lira verirler. Daha sonraları Ahmet Gazi Ayhan, sazı, sözü ile birden bire meşhur olur. 1950 yılında radyodan ayrılır ve dört yıl piyasada çalışır. Ancak, piyasanın gerçek yüzünü görür ve Yıldız Ayhan ile evlendikten sonra Muzaffer Sarısözen davetine uyarak Radyo'ya geri döner. 'O yıllarda ben, Müzeyyen Yıldızdoğan, Osman Türen, Saniye Can, Neşe Karaböcek her gece bir yerde ama iki ayrı işte çalışırdık. Bir defasında Ayhan sahneden inerken bahçede insanlar hem alkışlıyor hem de ayaklarını yere vuruyorlardı ve bu yüzden ortalığı bir toz dumanı kaplamıştı. Daha sonra sahneye çıkan Saniye Can şöyle konuştu: 'Yahu! Ne yapacağımızı şaşırdık alkış alabilmek için. Tuvaletler giyiyor, makyaj yapıyor, berbere gidiyoruz ama hiç birimiz de Ahmet Gazi Ayhan kadar alkış alamıyoruz.'. Ahmet Gazi Ayhan günde 4 paket sigara içermiş. Evlendiklerinin ikinci yılında ciğerlerinin hasta olduğu anlaşılmış ve doktorlar sigarayı yasak etmişler. Ama 0 azaltmamış, aksine çoğaltmış. 1984 yılında büyük bir mide kanaması geçirmiş. Prof. Dr. Ali Rıza Kural çok ilgilenmiş. Ciğerleri ameliyat için narkoz alabilecek durumda olmadığı halde makineye bağlayarak ameliyat etmişler. 3 ay orada kalmış. Doktorlar onun ölümünü beklemişler. Vefat ettikten sonra İstanbul'da Zincirlikuyu Mezarlığında defnedilmiş. Yıldız Ayhan'ın bunları anlatırken gözleri buğulanıyor. Kısık ve titrek sesiyle belki de en can alıcı yerden vuruyor kendini. 'Şimdi son defa yüzünü açıp onu öpmediğime o kadar pişmanım ki. Şu noktayı da söylemekte fayda var. Öleceğini biliyordu ve bana özellikle şunu vasiyet etmişti: 'Özlem evlenmeden sakın evlenme'… Kendisinden sonra evleneceğimi zannetmiş. Ama ben evlenmedim ve Onun manevi hatırasını evimde her zaman kişiliğimle yaşattım. Bu arada hem sevindiğim hem de üzüldüğüm bir şeyi paylaşmak istiyorum sizinle. Tekirdağ Çerkezköy'de adım bir sokağa verildi. İsterdim ki mademki ben Kayseriliyim. Mademki ben Kayserili bir sanatçıyım. Kayseri'de de adım bir sokağa verilsin. İnşallah bir gün bu da gerçekleşir. Hiç değilse bir parka verilse ben yine çok mutlu olacağım. 51 yaşında dul kaldım. torunum var. Ayrı yaşıyorum ama Nurdan ve kardeşim Sümer çok yakınımda oturuyorlar. Namazımdayım. Tespihimdeyim. İstediğim tek şey; Kelime-i Şehadet getirerek ruhumu teslim etmek.' Yıldız Ayhan'ın, eşi hakkında söylediği sözler, onun ne denli üstad konumunda olduğunun göstergesi denilebilir. Tek elle saz çalmasının nedenini bakın nasıl anlatıyor: 'Ayhan sazını tek elle de çalardı. Hatta bir gün ona 'Tek elle saz çalmayı nerede çıkardın' diye sorunca, 'Ne yapayım saz çalarsam sigara içemiyorum, sigara içersem saz çalamıyorum. Bu sebepten de tek elle saz çalmayı geliştirdim' dedi. Ayhan, günde dört paket içecek kadar sigaraya tutkundu, ölümü de sigara yüzünden oldu zaten. Sigara ciğerlerini parçalamıştı. THM'nin ekollerinden biriydi. Sazı çalışı, türkü yorumu mükemmel olan ve yöre tavrını çok iyi bilen Ayhan, THM ve sanat adına önemli yeri olan bir sanatkrdı. O tam anlamıyla bir usta idi. Bana her zaman 'Biz radyoyu sanat için kullanıyoruz' derdi, radyoda kendini daha çok ilerletti. O dönemlerde Yurttan Sesler Korosu'nun radyodan canlı yapılan yayınları vardı. Bu yayınlar esnasında şef Ahmet Gazi Ayhan'a solo türkü okuması için işaret ederdi, O hemen kafasında repertuarını o anda hazırlayıp canlı yayında solo türkülerini okurdu.' Ahmet Gazi Ayhan'ın, sazını farklı şekillerde kullandığını söylüyor sanatçı. Sazın perdelerini kesip perdesiz çalarmış. Bu da onun sazına ne denli hkim olduğunu gösterirmiş. Ayrıca sazlarından bazılarına tekne ve sapın birleştiği yerden itibaren tekneye doğru dört porte daha bağlarmış. Türk Halk Müziği'nin usta yorumcusu ve saz virtüözüymüş.
Yıldız Ayhan yine yıllar öncesine gidiyor ve gözleri buğu buğu anlatmaya devam ediyor. Bu arada Nurdan Hanım da onun anlattıklarını ses cihazına kayıt ediyor: 'Ayhan'ın sanatı gerçekten bambaşkaydı. Radyo'da başka olan Ayhan, fuarlarda, konserlerde de bambaşka idi. Konserlerde insanları çok iyi etkiler o anda irticalen hikyeler anlatır, irticalen yaptığı hicivli bestelerle insanları hem ağlatır, hem güldürürdü ve izleyicilerini büyülerdi, resmen sahnede şov yapardı. Ayhan'ın unutamadığım bir anısı var ki; onu anlatayım: Bir sosyete toplantısında Ahmet Gazi Ayhan sazın zenginliğinden, her türlü müziğin ve seslerin çıkarabileceğinden bahsediyormuş ki oradaki bayanlardan biri onu küçümsemiş ve 'Çoban sazı bu' diyerek hor görmüş. Ayhan bu duruma çok içerlemiş ve sazı hor gören bayanın, ertesi günü yanına giderek sazıyla Frederic Chopin'in 'Polonai fantasie'sini ve şu anda artık bilinmeyen Kayseri Divan Ayağını çalarak o bayana sazla neler çalınabilineceğini göstermiş bu durumdan son derece etkilenen bayan şaşkınlık içinde kalakalmış. Daha sonraları eviyle ilgili marangozluk bir iş yaparken eli kesilerek parmağı kopan Ayhan 'O kadının saz çalışıma gözü değdi' derdi bana. Şunu söylemek istiyorum; Ayhan Batı müziğini de benimsemiş ve sazıyla batı müziğinden eserler çalabilecek kadar da yetenekli bir sanatçıydı.' Sanatçımız Yıldız Ayhan'ın; mavi ile yeşilin hatta dağların buluştuğu müthiş manzarayı gören evinde iki gün sohbet ettik. Bize en değerli arşivini açtı. Eşinin, taş plaklardaki sesini dinledik. O yılların, Türkiye'deki sahne hayatına, sanatçılarına ait ve onların ilk evlilik dönemlerinden yaşlılık günlerini gösteren yüzlerce siyah-beyaz fotoğrafın yanı sıra çok sayıda konser afişinin yer aldığı kabarıkça bir dosyayı Kayseri'ye getirdik. Ben bu müthiş belge ve resimlerden gecede yapılacak sinevizyon gösterisi ile hazırlayacağım belgesel nitelikteki kitap için oldukça faydalandım. İki gün sonra, yapılacak gecede buluşmak üzere vedalaşıp Kayseri yoluna düştük. Yıldız Ayhan iki kızı, kız kardeşi ve 3 torunu ile söz konusu gece için Kayseri'ye geldiklerinde 4 gün birlikte olduk. Bu arada Ahmet Gazi Ayhan'ın doğduğu ev de ziyaret edildi. Aynı zamanda Yıldız Ayhan'ın eşi öldükten sonra sattığı bağ evi de ziyaret edilen meknlar arasında yer aldı. Kayseri, Akçakaya Köyü'nde, 1967 yılında yaptırdıkları ve çok pahalıya çıkan aslında oraya harcanan para ile çok daha iyi yerlerden, gelecekte para edecek ev alınabilmesine rağmen, orada çok mutlu olan, Kayseri delisi adamın, her yaz ailece geldiği ev sanki onun ayak izlerini taşıyordu. Tam anlamıyla halk adamı olan Ahmet Gazi Ayhan, yöresi olan Kayseri tavrını radyolara tanıtan ilk sanatçıdır. Kayseri ve civarı, kendine has özellikleri olan tavrı ve türküleriyle son derece zengin bir kültüre sahiptir. Bu zengin kültürü çok iyi bilen, o tavrı sazında mükemmel çalan ve türküleri, bozlakları emsalsiz bir biçimde yorumladığı düşünülen sanatçı, bu kültürle yoğrulmuştur. Türkü derlemek için Türkiye'yi karış karış dolaşan Halil Bedii Yönetken ve Muzaffer Sarısözen Kayseri ve civarı türkülerin tavrının zenginliğinden etkilenmiş, bu zenginliğe yörenin üstadı kabul edilen Ahmet Gazi Ayhan'ı uygun görmüşler ve gelecek kuşakların bu kültürden faydalanması için radyo repertuarına kazandırmışlardır. Ahmet Gazi Ayhan katıldığı TRT Radyo programında, kendisiyle özdeşleşmiş olan Everek Dağı Bozlağı'nın hikyesini de şöyle anlatır: 'Efendim, bizim oralar çok dağlık bölgelerdir. Bu yüzden çok avcılarımız, pek çok avcı hikyelerimiz olur. Bu anlatacağım hakikaten olmuş bir hikyenin eseridir. Bir ananın, bir babanın tek bir oğludur. El bebek, gül bebek büyütülmüş delikanlı çok güzel ata biner ve çok iyi nişancıdır, avcıdır. Köyün genç kızlarının gözdesi olan gencin, hiçbir gelinde, hiçbir kızda gözü yoktur.
Onun derdi, dağlara, geyik avına çıkmaktır. Gününü dağlarda geçiren delikanlı, nihayet bir gün Everek Dağı'nda avlandığı sırada, bir ceylan, onu sarp kayalara doğru çeker.
Genç ceylanın peyine düşer, fakat bulamaz. O sırada yalçın kayalardan ayağı kayar ve kendi tüfeğiyle kendi kendini vurur. Çok yalçın kayalardır, aranır fakat bulunamaz. Nihayet babası, dağlarda ağlaya ağlaya oğlunu arar. Yalnızca tek iskarpinini bulur. 'Şu anlımda ne bitmedik yazı var / iskarpininde bir incecik tozu var'
Ahmet Gazi Ayhan, hastalığı nedeniyle defalarca hastaneye yatar daha sonra çıkar. Ameliyat olur. İşte bunlardan birinde yine hastaneden çıkar, ayağa kalkar ama hastadır hl. O durumda radyoya gider sanatçı. Vedalaşmak için. Saz çalmaz, oturup sohbet eder sadece.
Bir ara radyoda arkadaşları ısrar ederler türkü okuması için. Ama bu imknsızdır.
Çünkü gırtlağı delinmiştir Ahmet Gazi'nin. Israrlara dayanamaz ve son bestelediği
'Everek Dağı'nı okur. Nasıl okur kimse akıl sır erdiremez ama okur işte. İşte bu ünlü türkünün sözleri:
'Her zaman görsem seni Everek Dağ'ı
Yüreğimde bir incecik sızı var.
Ah! ile geçirdim ömrümün çağı
Şu anlımda ne bitmedik sızı var
Çoğu gitti şu ömrümün azı var'
Türkünün sonunda hıçkırıklarla ağlar bazı kadın sanatçılar. Bozlak biter bitmez sıraya girerler, yaşlısı, genci. Gırtlağından öperler. Sanat adına. Gerçek sanatçı adına. Everek Dağı adına. Everek Dağı'ndaki bütün kır çiçekleri adına. Tarih 9 Şubat 1987… Bir yağmur vakti.. O, yine hastanededir. Üçüncü defa gireceği Reanimasyon odasına alınacaktır. O, sedyenin üstünde, beyaz örtüler içindedir. O, solgundur. O, yorgundur. O, yarı kapalı gözleri ile her şeye razıdır.
Emir, büyük yerden ise boynun hükmü nedir ki? Boyun kıldan incedir. O, bunu bilir, buna inanır ömrü boyunca. Sonuçta, mevsim kış olmasına rağmen, ağaçlar, tutunmakta olan son yapraklarını da dökerler. Sanatçımız Ahmet Gazi Ayhan, bütün çabalara rağmen kurtarılamaz, hayata veda eder. Kayserili sanatçı Ahmet Gazi Ayhan, Zincirlikuyu Mezarlığına defnedilir. Mezar taşına, Kızı Özlem'in şu dizesini yazarlar:
'Ağlatan sazları,
inleten sözleri
Burada ebedileşti
Bu üstat toprağa sığmaz derken
Altın bağlama kırılıverdi… '
Şehir Dergisi- Ahmet Sıvacı