Adı verilen

SERKİSOF'LU HELVACI: Soyadı 'Helvacı' olduğu için Silifke'de ve köyü Gülümpaşalı'da 'Helvacı' lakabıyla anılırdı. Esmer, uzun boyluydu. Zayıf ama heybetli bir yapısı vardı. Kasketsiz ve şalvarsız dışarı çıkmazdı. Serkisof marka trenli köstekli saatini mutlaka yeleğine takardı. Maddi durumu iyiydi. Epeyce bağ, bahçe, arazisi, evleri vardı. Ama bu duruma çocukluğundan beri zor şartlarda çalışarak gelmişti. İleri yaşlarda bile portakal-limon bahçesini gezer, ilaçlama ve budama yapardı. Hala o bahçenin güzelliğinden ve meyvelerinden nasiplenmemizi ona borçluyuz.

Yazan: Rıfat Yörük

GÖZLERİNDEKİ HÜZÜN: Rıfat dedemin gözlerinde de daha çok hüzün hakimdi. Şairin dediği gibi hüzün ona çok yakışıyordu. Bazen çocukluk, gençlik ve askerlik anılarını anlatır, arada uzun bir “heyyy! heyyy!” çekerek daha da hüzünlenirdi. Evin tek oğlu olan ve kamyonculuk yapan dayımın eve geç gelişleri onu çok üzerdi. Yaylada gece yarısı tuvalete kalktığında el feneriyle girişteki ayakkabıları kontrol eder, dayımın ayakkabısını göremeyince üzülürdü.

ŞİİRSEL KÖY GÜLÜMPAŞALI: Yaz haricinde memleketimize gittiğimizde günlerimiz köyümüz Gülümpaşalı’da geçerdi. Yemyeşil, verimli bir ova köyüydü. Tarlalardan yılda üç-dört ürün alınırdı. Silifke-Taşucu arasındaki bu köy, dilimiz Türkçenin bütün güzelliklerini, şiirselliğini, ritmini içinde barındıran, hayran olduğum nefis bir isim taşıyordu. Bu isim bana nedense ilk defa Türkçe kitabımdaki bir okuma parçasında rastladığım Refik Halit Karay’ın “Eskici” hikayesini hatırlatırdı. Hani gönderildiği Filistin’de Türkçe konuşan birini bulamadığı için dil ve İstanbul hasreti çeken küçük Hasan’ın hikayesi. Mahallelerine gelen yaşlı ayakkabı tamircisinin Türk olduğunu öğrenince onunla Türkçe muhabbetindeki coşkulu hüzün.

ADINI GURURLA TAŞIDIĞIM ADAM: “Seni seviyorum, adını 56 yıldır gururla taşıdığım Rıfat dedem. Seni özlüyorum hassas duyguların, ince düşüncelerin adamı. Rabbim bizi Cennetinde yeniden buluşturur inşallah.”

………………………………………………………………………………………….

Adını ver de çekmezse çekmesin!

            “Adını ver de çekmezse çekmesin” demişler. Dedem Rıfat Helvacı’nın adını bana verdiklerinde annem ve babam neyi amaçladılar bilemiyorum ama ilk torunda bu duyguyu yaşaması onu çok mutlu etmiş olmalı. Nitekim hem ilk torun hem de “adı verilen” olmam hasebiyle torunlar arasında ayrı bir yerim vardı. Annem, İzmir’e beni sevmeye geldiğinde hiç adeti olmadığı halde stüdyoya gidilmesini isteyip işte bu fotoğrafı çektirmesini o sevgiye bağlar.

            Soyadı “Helvacı” olduğu için Silifke’de ve köyü Gülümpaşalı’da “Helvacı” lakabıyla anılırdı. Esmer, uzun boyluydu. Zayıf ama heybetli bir yapısı vardı. Kasketsiz ve şalvarsız dışarı çıkmazdı. Serkisof marka trenli köstekli saatini mutlaka yeleğine takardı. Maddi durumu iyiydi. Epeyce bağ, bahçe, arazisi, evleri vardı. Ama bu duruma çocukluğundan beri zor şartlarda çalışarak gelmişti. İleri yaşlarda bile portakal-limon bahçesini gezer, ilaçlama ve budama yapardı. Hala o bahçenin güzelliğinden ve meyvelerinden nasiplenmemizi ona borçluyuz.

Beş vakit namaz kılan CHP’li

            Siyasi ve ideolojik bilinç kazanmaya başladığım gençlik dönemlerimde dedemin CHP’li olduğunu başkalarından öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Köyün en zenginlerinden biri olmasına, Güneydoğu’da yaşasa “ağa” sınıfına konulacak olmasına rağmen “Altıok”a oy vermesi anlayamadığım ve kabullenemediğim bir durumdu. Tıpkı diğer dedemin (büyükbabam) fakir ve içkici olmasına, namaz-niyaz konusunda “bayramdan bayrama, cumadan cumaya” resmi klişesine uymasına rağmen Demokrat Partili/Adalet Partili olmasını anlayamadığım gibi…

İlk dini eğitimim

            Düşünüyorum da, onunla ilgili en güzel anılarım manevi konulardaydı. Benim ilk dini eğitimimi o sağlamıştı. Yaz tatillerinde orta Toroslar’daki Balandız Yaylası’na gittiğimizde parasını verip hocaya yazdırır ve kardeşlerimle birlikte camide temel dini bilgileri almamızı sağlardı. Uzun sopasıyla adaşı ve arkadaşı rahmetli “Hayalat Rıfat Hoca”dan bu sayede çok şeyler öğrenmiş, kafa dengi arkadaşlarla şenlikli, neşeli, anılarla dolu unutulmaz yazlar yaşamıştık.

            Çarşı kahvesinde otururken özellikle ikindi namazı öncesi erkenden camiyi açar, tek başına uzun uzun namazlar kılardı. Sonradan, gençliğinde kılamadığı namazları hesaplatıp kaza namazı kıldığını öğrenmiştim.

Sadaka yerine geçen güzel hareketi

            Namaza başladığımda birçok vakti onunla birlikte camide kılardık. Özellikle öğle namazı sırasında yanımızda getirdiğimiz metal sürahilere caminin karşısında bulunan gözden buz gibi kaynak suyu doldurur, anneannem (Sıddık gelin) ve Cennet yengemin hazırladığı nefis öğle yemeğiyle buluşmak üzere köy meydanından eve doğru tahmini 400-500 metre yürürdük. Kendisi gibi aynı sokakta oturan yaşlı cami arkadaşlarıyla neşe içinde geçen bu kısa yolculuklarda ondan birçok şey öğrenmiştim. En önemlisi, o zaman bozuk olan dar yolda önümüze çıkan taşları ve benzeri engelleri eliyle kenara kaldırmasıydı. Dedemin insanlara zarar gelmemesi için sürekli yaptığı bu güzel eylemin sadaka yerine geçtiğini okuduğum bir hadisten öğrenmiş ve aynı güzel uygulamayı ben de hayatımda önce içselleştirmiş sonra da gelenekselleştirmiştim.

Rahmetli kısa saçı çok severdi. Yaylaya ilk geldiğim günlerde mutlaka berbere götürür, o dönemin moda traşı alaburus yaptırırdı. Çocukken alıştığım bu berber ritüeli ergenliğe girdiğim ve kızlara karşı ilgimin arttığı dönemlerde beni rahatsız etmeye başlamıştı. Berberden çıktıktan sonra utancımdan evden dışarı çıkmak istemez, saçlarımın bir an önce uzaması için Allah’a dua ederdim. Ortaokula başladığım 70’li yıllarda Türkiye’de uzun saç, uzun paça modası yaygındı. Lisedeyken alaburus mağduru bir genç olarak uzun saçlı arkadaşlarıma imrenir, yıl boyu biriktirdiğim o güzelim ince telli, parlak saçlarımın yaz tatilinde gittiğim Balandız’da Berber Kerim’in sandalyesinde yerlere saçılarak harcanışını üzülerek seyrederdim.

Dedemi damada yeniyorum

Saç konusundaki bu katı tutumuna karşılık havuzlu meydandaki kahvelerde arkadaşlarımla birlikte oturmama karışmazdı. Hatta iyi dama oynadığımı öğrenince bana oyun teklif etmiş, kaybedince de hiç üzülmemişti.

Televizyonun henüz yaygınlaşmadığı yıllarda tek eğlencemiz yayladaki Siera marka siyah radyoydu. Kıbrıs’a çok yakın olduğumuz için çok güzel çeken Bayrak Radyosu ve Kıbrıs Rum kesimi radyosunu severek dinlerdik. Zira o yıllarda TRT her şarkıyı yayınlamaz, ancak denetim kurulundan geçen eserleri çalardı. Bayrak ve Rum radyosunda ise sansür yoktu. Özellikle akşam saat 18:30’da Bayrak Radyosu isteklere yer verir ve her türlü müziği çalardı. Ama 19 ajansını dinlemek üzere dedem eve doğru geldiğinde kardeşim Emine ile birlikte belimiz kırılır, radyoyu dedeme devretmek zorunda kalırdık.

“Sıddık Gelin”in intikamı

            Gençliğinde çok sinirli olduğu söylenirdi. Anneanneme kızdığında yemeklerle dolu siniyi köşkten bağa atışının haddi hesabı yokmuş. Ama son zamanlarda sadece lafını edebiliyor, siniyi atacakmış gibi elleriyle sımsıkı kavrıyor ancak bir türlü pratiğe dökemiyordu. Onun bu halini gören anneannem “Sıddık Gelin” eski günlerin acısını çıkartırcasına göbeğini oynata oynata gülüyordu.

            Çocukluğumun en güzel anıları bu yaylada geçti. Kolumun kırılması gibi üzücü olaylarda da dedem hep yanımdaydı. Beni bir arkadaşının motoruna bindirerek Gökbelen yolundaki sınıkçıya tedavi ve kontrol amacıyla götürürdü.

            Yaz haricinde memleketimize gittiğimizde ise günlerimiz köyümüz Gülümpaşalı’da geçerdi. Yemyeşil, verimli bir ova köyüydü. Tarlalardan yılda üç-dört ürün alınırdı. Silifke-Taşucu arasındaki bu köy, dilimiz Türkçenin bütün güzelliklerini, şiirselliğini, ritmini içinde barındıran, hayran olduğum nefis bir isim taşıyordu. Bu isim bana nedense ilk defa Türkçe kitabımdaki bir okuma parçasında rastladığım Refik Halit Karay’ın “Eskici” hikayesini hatırlatırdı. Hani gönderildiği Filistin’de Türkçe konuşan birini bulamadığı için dil ve İstanbul hasreti çeken küçük Hasan’ın hikayesi. Mahallelerine gelen yaşlı ayakkabı tamircisinin Türk olduğunu öğrenince onunla Türkçe muhabbetindeki coşkulu hüzün.

Gözlerindeki hüzün

Rıfat dedemin gözlerinde de daha çok hüzün hakimdi. Şairin dediği gibi hüzün ona çok yakışıyordu. Bazen çocukluk, gençlik ve askerlik anılarını anlatır, arada uzun bir “heyyy! heyyy!” çekerek daha da hüzünlenirdi. Evin tek oğlu olan ve kamyonculuk yapan dayımın eve geç gelişleri onu çok üzerdi. Yaylada gece yarısı tuvalete kalktığında el feneriyle girişteki ayakkabıları kontrol eder, dayımın ayakkabısını göremeyince üzülürdü. 

1983 Kasımında önce erkek kardeşi Mehmet Ali emmimiz vefat etti. Bir ay sonra abisi Mehmet amcamız. Ve bir ay içinde de dedem. Adı verilen torununun sünnetini ve mürüvvetini gören Rıfat Helvacı, kardeşlerinin ardısıra gurbetten asli vatanına dönmüştü.

            Mekanın Cennet olsun. Yolda yürürken insanlara zarar vermesin diye üşenmeden kaldırıp kenara attığın taşlar günahlarına kefaret olsun. Yaptığın hayır-hasenat kabul olunsun. Hesaplayıp kıldığın kaza namazları makbul kılınsın. Bize cami hocaları vasıtasıyla öğrettiğin temel dini bilgilerle kıldığımız namazlar amel defterinin açık kalmasına vesile olsun.

            Seni seviyorum, adını 56 yıldır gururla taşıdığım Rıfat dedem. Seni özlüyorum hassas duyguların, ince düşüncelerin adamı. Rabbim bizi Cennetinde yeniden buluşturur inşallah.

 

Yorumlar 1
İsmail Hakkı 19 Nisan 2016 09:51

Gülümpaşalı yı bilirim.orada 5 dönüm tarlamız var.Kayseri liyim.Dedenizi anlatan yazıyı okudum.Sizinle hemen hemen aynı yaştayız.Dedenizin size yaptığının bir benzerinide benim dedem bana yaptı.yazınızı çok beğendim 3 kere okudum ara sırada okumak için kayıt ettim.hayatınızdak kesit benim küçüklüğümde yaşadığımla hemen hemen aynı gülüpaşalıyı çok severim.yazınız ve hikayelerinizi zevkle okuyacağım sevgiler hoşça kalın.

Bakmadan Geçme