İhsan ÖZKAN

Düşüncenin Ufuklarındaki Ayetler

İhsan ÖZKAN

İbni Sina, felsefe eseri Şifa’nın Nefs bölümünde ruh ya da nefsin varlığını ispat etmek için ‘Havada asılı duran adam’ örneğini verir. Bu metaforla İbni Sina okuyuculardan herhangi bir uzvu olmayan ve havada asılı duran bir adam hayal etmelerini ister. Bu insan havada asılı durduğundan varlıkla temas etmez. Fakat böylesi bir durumda dahi insan kendi varlığının farkında olacaktır. 

Dolayısıyla insan kendilik bilincine sahip olmak için uzuvlarına ve duygularına ihtiyacı yoktur. İnsanın kendi varlığının farkında olması bütün bedensel ve maddi özelliklerinden önce gelir.

İnsanın özü düşünmektir ve maddenin yokluğu bu özü ortadan kaldırmaz. insanın özünün düşünmek olması ona kendi gerçeğini nerede araması gerektiğini hatırlatır. İnsan bedensel ihtiyaçlarını karşılamak için değil özündeki düşünce cevherini ortaya çıkartmak için bu dünyaya gönderilmiştir. Düşünmeyen insan var olma iddiasında bulunamaz.

İnsan kendinden daha büyük bir gerçekliğin parçasıdır. İnsanı diğer varlıklardan ayıran temel özellik böyle bir aşkın özne olabilmesidir. Aşkınlık, insanın dünyanın ötesine geçebilme imkanını ifade eder. İnsanın dünyaya bırakılmış aşkın özne olması onun özgürlüğünü elinden almaz. Tam tersine daha da özgür olmasını sağlar. Bu bizi iki tehlikeden korur. Dünyanın içinde kaybolmak, dünyayı yok saymak. Peygamberimiz yalnız kalmayı, tefekkür etmeyi, inzivaya çekilmeyi tavsiye ettiği kadar dünyadan kopmamayı, toplumdan soyutlanmamayı da tavsiye etmiştir. Burada orta yol ve denge çok önemlidir. Peygamberimizin hayatı bu dengeyi öğrenmemiz açısından çok güzel bir örnek. Vahiy gelmeden önce Peygamberimiz sık sık Hira mağarasına gider, tefekkür eder, toplumun ve kendisinin halini, geleceğini, sorgular, kafasındaki birçok soruya cevap arardı. Sorularının cevabı, sonsuz ilim sahibi Yüce Yaratıcıdan geldi. Peygamberimizin tefekküre daldığı mağaranın adı da çok anlamlı. Hira, Arapçada arayış demektir. Atalarımız, arayan bulurmuş demişler. Bayezid-i  Bistami ‘her arayan bulamaz, lakin bulanlar arayanlardır’ demiş. 

Materyalizmin kuyruğuna takılıp dünyanın içinde kaybolmak, insanın aşkınlığını anlamsız hale getirir. Gerçekliği hakikatin en düşük seviyesine, yani maddeye indirger. Diğer taraftan dünyayı yok sayarak yaşamak fazilet değil, sefilliktir. İnsanı hakikatten koparır, farâzi bir alemde yaşamaya başlar insan. 

Fussilet Suresi 53. ayeti kerimede Yüce Allah şöyle buyuruyor: ‘Vakti geldikçe insana, kainatın uçsuz bucaksız ufuklarında ve bizzat kendi iç dünyasında ayetlerimizi göstereceğiz. Ta ki bu vahyin tartışmasız bir gerçek olduğu herkes için ortaya çıksın. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi.’ Her ayet gibi bu ayetin de derinliğine bakar mısınız. Ufuklarda ve nefislerimizde göstermeyi vaat ettiği ayetler; yer ile gök, fena ile Beka, madde ile suret ve lafız ile mana arasında köklü bir irtibatın olduğunu işaret ediyor. Ufuklardaki ve içimizdeki ayetleri (işaretleri) dengeli bir şekilde kavramaya azmetmeden tefekkür yolculuğuna çıkamayız. Yüce Allah hayatımız boyunca kendi münasip gördüğü en hikmetli zamanlarda insanoğlundan hakikati görebilmesi için çeşitli sinyaller gönderiyor. Bu sinyalleri alabilmemiz için doğru frekansta olup, kalp gözümüzün açık olması icap ediyor. 

Sıradanmış gibi görünen hayatımızın çeşitli zamanlarında Yüce Allah bizi bazen sert bir şekilde silkeler. Ağır bir imtihandan geçirir. Çok yakınımızın ölümü, ağır bir hastalık, evlatlarla imtihan, boşanma, iflas etme, hayatta bir anlam bulamama ve daha bir çokları. İnsan hikmetli bir gözle bakarsa bu bela gibi gördüğü şeyler kendine gelmesi için bir imkandır. Yüce Önderimiz, Peygamberimizin hayatına bakalım. Allah hariç hangi dala tutunsa elinden kayıp gitti. Baba hasretiyle dünyaya geldi. Babasına tutunamadı bile. Annesine tutunmak istedi, 6 yaşında onu da kaybetti. Dedesi Abdülmuttalib'e tutundu, 25 yaşında onu da kaybetti. Değerli eşi, ilk göz ağrısı, dostu, sevgilisi Hazreti Hatice'yi 49 yaşında kaybetti. 54 yaşında kendisini canından daha çok koruyan amcası Hazreti Hamza'yı kaybetti. 48 yaşında kendisini himaye eden amcası Ebu talibi kaybetti. Oğlu Kasım’ı 17 aylıkken kaybetti. Hicri 9. yılda kızı Ümmü Gülsüm’ü kaybetti. Oğlu Abdullah ve İbrahim'i 2 yaşlarına girmeden kaybetti. En sevdiği arkadaşları, sırf kendisine iman etti diye yıllarca işkence çekti ve bu acıya katlanmak zorunda kaldı. Boykot yıllarında açlıktan ve hastalıktan birçok bebek öldü ve bu bebeklerin acısı yüreğini parçaladı.  Peygamberimiz birçok kez suikaste uğradı. Defalarca ihanetle karşılaştı. Boykot yıllarından sonra, son çare olarak gördüğü Taif'ten taşlanarak kovuldu ve eli yüzü kan revan içerisinde kaldı. 

Taif'ten çıkışta şöyle dua etti:
         “Allah’ım güçsüzlüğümü ve çaresizliğimi, insanların nazarında düştüğüm hor ve hakir durumumu ancak sana arz ve şikayet ediyorum.

Ey Merhametlilerin en merhametlisi! Sen zor ve sıkıntılı durumlarda olanların, zulüm altında zayıf düşürülmüş olanların Rabbisin. Benim de Rabbim ancak sensin. Beni kimlerin eline bırakıyorsun? Sen beni; zalim bir düşman eline bırakmaz, onları benim üzerime hâkim kılmazsın.

Ey Rabbim! Benim üzerime çöken bu musibet ve eziyetler, eğer senin bana karşı bir kızgınlığından ve öfkenden dolayı değil ise; çektiğim bunca sıkıntıya hiç aldırış etmem ve hepsine tahammül ederim. Yine de senden bana gelecek bir sığınmaya çok ihtiyacım var. Hem bu dünyada, hem de ahirette, senin o karanlıkları aydınlığa çevirecek nuruna sığınıyorum.

Ey Rabbim! Sen, hoşnut oluncaya kadar senden af diler, tevbe ve istiğfarda bulunurum. Biliyorum ki güç ve kuvvet ancak sendedir.”

Dua şikayetle başladı. Sevgilisine durumu arz etti. Bütün kapıların yüzüne kapandığını, Yer Demir Gök Bakır olduğunu, insanların kendini bunalttığını, kendisine düşman kesildiğini, küçük düşürüldüğünü ve çaresiz kaldığını dert yandı. Çektiği bunca sıkıntının üstüne merhamet dilendi yani sıkıntılarının karşılığında hayırlı bir sonuçla karşılaşmak istiyordu. Sonra tekrar bir şikayet geldi ve beni kimlerin eline bırakıyorsun dedi. Devamında eğer bu sıkıntılarının çekme sebebi, kendisine olan kızgınlıktan değilse hepsine razıyım diyor ve gene de yardım istiyor. Dua tövbe istiğfarla sona eriyor. Niye acaba? Çünkü çektiği sıkıntılardan bunalmış durumda ve kendisini destekleyecek, koruyacak, kendisini emin hissedecek Yüce Yaratıcıdan göreceği bir desteğe ihtiyacı var. Kolay kolay bir insanın kaldıramayacağı onca sıkıntı ve eziyetten sonra Yüce Rabbimiz Peygamberimizin bittim artık yetiş dediğini duyuyor ve yağmur gibi desteğini gönderiyor. Çünkü ağır imtihanlarla Rabbimiz Resulünü pişirdi ve Tabiri caizse kıvama getirdi.

Daha sonra hiç beklemediği Medine'den Peygamberimize muazzam bir destek geldi. Bedir Savaşı'nda Melek ordularını Yüce Rabbimiz Müslümanlar için gönderdi. Hendek savaşında yahudilerin ihanetiyle iki ateş arasında kaldı. Müslümanların 4 katı kadar kalabalık orduyu Rabbimiz kum fırtınasıyla perişan etti ve daha birçok desteğini esirgemedi. Her zorluğun arkasından bir kolaylık gelir. Rabbimizin rızasına uyarak hak için mücadele eden kimseleri Yüce Allah'ın yalnız bıraktığı tarihin neresinde görülmüş. Zorluğun artan şiddetine direndiğimiz oranda, Rabbimiz de kolaylığın yollarını artıracaktır. Yeter ki göbeğini kaşıyıp sürekli eleştiren ama hiçbir şey yapmayan şikayet makamındaki zavallılar gibi olmayalım. İbrahim'in ateşini söndürmeye giden karınca misali de olsa bir adım atalım. Bir kişinin bile imanına vesile olmak, namaza başlamasını, vahiy bilinci ile kuşanmasını sağlamak için mücadelemize artırarak devam edelim. 

Eğitim ve terbiye sabır ister. Bugün bir tohum ekeriz.10 yıl sonra milyonlarca başağa dönüşür. Peygamberimiz tebliğe başladığında bir kişiydi. Bugün dünyada 2 milyar civarı müslüman var. Allah Resulünün hayatında bizim için birçok hikmetler var. Onu sevmek onun davranışlarının hikmetini kavramaktan ve anlamaya çalışmaktan geçer. Rabbim hepimizi o dehşetli günde Peygamberimizin safında olan ve onun sancağı altında toplananlardan eylesin. 

Yazarın Diğer Yazıları