Mustafa BALABAN

Eti senin kemiği benim(!)

Mustafa BALABAN

 Okula öğrenci, kursa talebe, işe çırak olarak velisi tarafından verilen her çocuğun teslim edildiği kişiye zımnen: Ben sana sonuna kadar güveniyorum eğitimi için, işi öğrenmesi için ne gerekiyorsa yap, gerekirse tekdir edebilirsin, diyordu. 

Uzun yıllardır genelde velilerin, özelde ebeveynlerin kendi eğitim ve iş hayatında bu yaklaşım mutat, makul ve meşru bir yöntem idi. Öyle ki emanet edildiği okuldan ve işten çocuk şikâyette bulunsa veli “Allah bilir ne yaptın ki?” diye çocuk suçlanır belki de dövme türevleri ile karşı karşıya kalırdı. Veli hocaya-ustaya güvenir, çocuk için gerekli, faydalı ve verimli ne varsa yapmıştır, yapıyordur inancı vardı.

Yaklaşık çeyrek asırlık (eğitim) özgeçmişime baktığımda dayak ve dövme, farklı şiddet ve şekillerde vardı. İlkokul dönemi öğretmenlerimiz sınıfta dövmenin türevlerini uygulamalı olarak yaparlardı: elle kulak çekme, bir nesne ile kulağı sıkıştırma, cetvelle el ölçümü, parmakları toplayıp vurma, kafasını tahtaya çarpma, elini masaya koyup ağır bir nesne ile vurma… Sınıfın yaramazları, haylazları ve tembelleri bizler için bu sahneleri görmemize yardımcı olurlardı. O dönem için “Ben hiç dayak yemedim.” diyen biri ya unutkandır ya da meşum günlerin hatırlanmamasını yeğlemiştir. Çünkü sıra dayağı denilen, istisnasız haklı haksız herkesi hizaya getiren bir uygulama vardı.

O dönem(ler)in koşullarında dayak olağandı. Öğretmen ya da usta aynı tezgâhtan geçmiş, toplumda disiplinin şekli ve şeraiti bu şekilde kabul görmüştü. Öyle ki bunun bir literatürü bile oluşmuştur.

“Hocanın/öğretmenin vurduğu yerde gül biter.”,

“Dayak cennetten çıkmadır.”  

 “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir/Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” ve benzerleri.

Nesiller de birbirine sosyal miras bırakır. İyi ya da kötü. Dayak mevzuda bunlardan biri. Dayak atan kişi, çocuğu kontrol etmenin, disipline etmenin yolunun bu olduğuna inanır; dayak yiyen de ya hak ettiğini ya da bu tür kazaların eğitimin-işin bir parçası olduğunu düşünürdü. Ailenin olurunu almış olmanın rahatlığı, tarafları adeta bir sözleşmenin gereğini yapıyor duygusu uyandırırdı. Öyle bir mutabakattı ki bu Yahya Akyüz’ün Türk Eğitim Tarihi isimli yapıtındaki örnek konuya ilgisi yönüyle çarpıcıdır. 19. yüzyıla ait olmakla beraber aşağıdaki anılar daha eski dönemler için de geçerlidir: “Evinde yaramazlık eden bir çocuğu dahi annesi mektebe gidip hocaya şikâyet eder ve ‘Oh! Oh!’ diye dövdürtürdü.” Yatsı namazında hoca efendi babalarımızla buluştuğunda, “Seninkini bugün biraz okşadım.” deyince “Ellerin nurdan kopsun, bir iki de benim için vuraydın.” cevabıyla kendilerine teşekkür edilirdi. Halk, “Hoca dediğin eli sopalı olur.” diyor, dayakta çocuğa terbiye ve ahlak kazandırıcı bir nitelik görüyordu…

Belki ya ecdadımız acımasızmış, tabii ki toplumda korku kültürü hâkim olur denirse… Yine mezkur eserden bir tablo: 16. yüzyılda Türkiye’ye gelen bir Alman gezgini, hocanın çocuğa ihtimam ve sabırla davrandığını, gerektiğinde de insaflı bir şekilde dövdüğünü, oysa o çağlarda Avrupa’da dayağın çok acımasızca uygulandığını söyler: Çocuk yere yatırılıp değnekle dövülür fakat kamçı kullanılmaz ve o, Hıristiyanların yaptığı gibi sakatlanmaz.”
Yani disiplin yöntemlerinden dayak sadece bizim topraklarda değil bütün dünyada kabul gören bir yaklaşım, yöntemmiş.

Gel zaman git zaman insan hakları ve çocuk hakları ve benzeri söylemler birçok konuda olduğu gibi bu konuda da özeleştiriyi zorunlu kıldı. Pedagojik bakış açısı çocuğun ruh sağlığının sevgi ve güven ile sağlanacağını; korku, şiddet ve güvensizliğin hem çocuğun psikolojisini etkileyeceği hem de öğrenmede verimi düşüreceğini öğretti.

Biz toplum olarak uçları severiz. Bizim hayatımızda bir şey ya vardır ya da yoktur. Eğitim ve iş hayatında eti senin kemiği benim, çocuğun her şeyi benim velev ki istenmeyen bir durum oldu siz karışmazsınız, tedip edemezsiniz yaklaşımını doğurdu. Bu ise öğretmenin ne yapacağı belki de ne yapamayacağı konularında mütereddit durumları yaşattı, yaşatıyor. İşin kötü ve çözümsüz tarafı velinin her şeye rağmen çocuğunu haklı görmesi, muhatap öğretmen veya usta hatalı gibi değerlendirmesi. 

Düşünüyorum da okul hayatım 17 yıl sürdü. Muhtemelen bir eylül ayında babam elimden tuttu. O zamanlar okul öncesi yoktu ya da yaygın değildi. İlkokula ilk adımım babamla oldu. Müdürün odasına girip selamlaşma faslından sonra müdür bey: “ Balaban okuyacak mısın?” dedi. Çocuk mahcubiyeti ve masumiyeti ile “Evet.” dedim. Aradan 17 yıl geçti, sanki başka bir evrene ya da zaman tüneline girmiştim. Babam ve annem üniversite mezuniyet törenimdeydi. Beni tebrik ediyorlar, hayırlı olsun diyorlardı. Demem o ki ilkokula ilk adım ve son okula son adımda veli mi gördüm. Yıllar önce ebeveynim beni eğitim kurumlarına teslim etmişler ya cehren ya da zımnen “Eti senin kemiği benim demişlerdi.” Hafıza mı havsala mı yokluyorum, bir ben değil cümle çocuk yaklaşık aynı vaziyetteydi. Belki okul ortamında çözülemez durumlarda aileler haberdar edilirdi.

Her meşrep ve meslekten veli, dost meclislerinde okullarda disiplin yok muhabbetleri yaparlar, eski hocaların nasıl kendilerine hiddet ve şiddetle muamele ettiklerini paylaşırlar.  

Hani demiştim ya hep uçlardayız. Çocuğunu eğitim kurumlarına, iş ortamlarına eti senin kemiği benim deyip bir daha arkasına dönüp bakmamakta sorun; çocuğu ile ilgilenme adına öğretmeni, ustasını rahat bırakmayan en ufak bir mevzuda idareye ya da ilgili yerlere “Çocuğumun psikolojisi bozuldu.” diye mevzuyu tam öğrenmeden şikâyet eden yaklaşımda sorun. Çocukla ilgilenmek ne demek, bunu gözden geçirmemiz gerekiyor.

Konunun hassas olduğunu biliyorum. Bu cümlelerden dayak/dövmenin meşru bir yöntem olduğunu düşünme ihtimali olanlar olabilir. Eğitimci olanlar öğrencilik yıllarında yeteri kadar pedagojik formasyon alıyorlar. Derslerinde şiddet çağrıştıran, dayak/dövmenin kendisi ve türevlerini yanlış olarak öğreniyor, benimsiyorlar.  

Hatırlıyorum da hatırlı hocalarımdan Muhammed Şevki Aydın, derslerinde defaatle “ Gençler, bir öğretmen bir çocuğu dövüyor ise ‘ Ben acizim, ben beceriksizim, başka şekilde sınıfı/çocukları yönetemiyorum’ demek istiyor.” derdi.

Hani eğitimciler, en kutsal ve kurtarıcı bir iş yaptıklarının bilincindeler. Öyle ki incinsen de incinme diye kendi psikolojilerini kendileri tamir ediyorlar. Çocukları/gençleri emanet olarak görüyorlar. Çocuklarına -belki kendi çocuklarına- göstermedikleri ihtimamı, sevgiyi ve toleransı gösteriyorlar. Bunun karşılığında genelde herkesten özelde öğrenci/ velilerden sadece bir şey istiyorlar: Saygı.
 

Yorumlar 3
Gizem 27 Nisan 2022 12:28

Basarili bir yaziydi okurken zevk aldim, basarilarinizin devamini diliyorum hocam.

Gökçenur Aydın 27 Nisan 2022 12:28

Hocam çok mükemmel bir yazı

Ahmet efe pakim 27 Nisan 2022 12:27

Cok iyi olmus boyle devam kral hocam

Yazarın Diğer Yazıları