Mustafa BALABAN

Eğitimde ahlak sorunsalı

Mustafa BALABAN

Şu an dünyadaki sıkıntıların birçoğunda etkin ve etkili olan insan faktöründe, eğitimsiz ya da yetersiz eğitimli olanlar değil, ileri ve iyi derecede eğitim görmüş bilim adamı,  iş adamı, siyasetçi, tüccar ve akademisyenler vardır. Pekala eğitimde ne eksiklik vardır ki, insanları ve insanlığı mutlu kılacak eğitim ve eğitilmiş insanlar sorun haline gelebilmektedir. Bu sorunun cevabı çok boyutlu ve belki de görecelidir.

Yani bir bilim adamına sorsan, yetkin ve yeterli buluşlar olmaması-gerekli desteğin kendilerine verilmemesi ya da eğitimde bilimsel bakış açısı olmamasıdır. Bir vatandaşa sorsan sürekli değişen eğitim sistemidir. Bir  ilahiyatçıya sorsan ahlak zafiyetinin olmasıdır.

Belki de bu sorunun cevabı Fransız eğitimcisi J.J. Rousseau’nun “Çocuk ne hekim, ne asker ve ne de papaz olmalıdır. O her şeyden önce insan olmalıdır.” Tespitinde gizlidir.

Eğitimi geniş ve genel anlamda düşünürsek, bu gün eğitimin ve eğitim sisteminin amacı özelde ihtiyaç duyulan konularda kalifiye elaman yetiştirmek, genelde ise iyi insan yetiştirmektir. Burada F.Hegel’in iyi bir vatandaş yetiştirme tezi, hatırlanabilir.  Hegel’e göre eğitimin gayesi iyi vatandaş yetiştirmektir. Bunun ölçüsü ise, kendi devletinin ahlak kurallarına uygun olarak yaşamaktır. Ama bu problemli bir yaklaşımdır. Niçin mi? Çünkü Hegel ya da psikolog-eğitimci John Dewey gibilerin ahlaki anlayışı sübjektif-sekiler ya da biraz lokal ve pozitivist bir ahlaktır. Bu da olayı subjektif kılar, yani ülkeden ülkeye, bireyden bireye değişen  ya yasalarla ya da teamülle var olan düşünce ve davranışlardır. Yani ahlakın  kaynağı sorunu vardır. Bu ahlak anlayışında mutlak ahlak anlayışı hakim olmayıp muğlak bir ahlak anlayışı vardır.

Dinler, özellikle semavi dinler  iyi insan modelinde yoğunlaşır. Bu ifade de belki efradını cami ağyarını mani yapacak bir tanımlama değil ama büyük günahlar/suçlar işlemeyen mü’min yetiştirmektir, diyebiliriz. J.J. Rousseau’nun “ Çocuk ne hekim, ne asker ve ne de papaz olmalıdır. O her şeyden önce insan olmalıdır.” Tespiti bu amacı ifade eden  bir yaklaşımdır. Çünkü iyi insan olmayınca hangi meslekte olursa olsun, ki buna teoloji ile ilgili alanda  dahil, sorunlu bir insan ortaya çıkmaktadır. Nasıl ki, dini temsil eden bir din adamı mesleki anlamda  iyi yetişmiş  olsa da, ahlaki zafiyetleri varsa bu durumda hem kendini hem de dini lekelemektedir.

Ahlak kelimesi Arapça hulk(veya huluk)kelimesinin çoğulu olup Türkçe’de tekil olarak kullanılır. Hulk, din, tabiat, huy ve karakter gibi anlamlara gelir. İngilizcede, ahlak karşılığında kullanılan moral kelimesi de Latince moralis kelimesinden türetilmiştir. Moralis; adet, karakter, hal ve hareket tarzı demektir. Kur’an-ı Kerim’de, peygamberimize: “Muhakkak sen yüce bir ahlak üzeresin”(Kalem, 68/4), peygamberimizin de “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” demesi, İslamın temelinin ahlak üzerine olduğunu tekid ve teyid eder.

İslamın ilk emri, oku’dur. Bu emrin tam anlamının herhangi bir metni okumak değil, okumanın tüm kapsamına giren ne varsa, bunu “yaratan rabbinin adıyla oku” maktır. Burada asıl dikkat edilmesi gerekenin okumanın, yaratan rab adına” olmasıdır. Bu konumuz bağlamında, eğitimde ahlakın/Allahın merkezde olmasıdır. Bu durumda seküler eğitim sisteminde, en iyi eğitim alan, en yeni ve ileri eğitimle akademik zirveyi bulan insanların bu gün insanlığın sonunu getiren üretim adına, özgürlük adına, sanayileşme adına, savunma sanayi adına buluşlarında insanlığı tüketen bir anlayış hakimdir. Belki de yüzyıllar öncesinde aynı kaygıyla Yunus Emre: “İlim ilim bilmektir/ İlim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsen/O nice okumaktır.”demiştir.

Bu gün eğitimi ve insanlığı kurtaracak olan ne kiniklerin ahlakıdır, ne kirenelerin ahlakı. İnsanlığı kurtaracak olan nebilerin ahlakıdır. Niçin mi? Kinikler insana köpek gibi yaşamayı, yani evsiz, barksız, bekar, ailesiz, toplumdan uzak, yoksul ve çileci bir hayatı tavsiye ederken; Kireneler ise hazzı en yüksek değer olarak gören, en yüksek iyi hazdır diye heva ve hevesini ilah edinmiş bir anlayışı öğütlerler. Platon ve Aristo bile bunların felsefelerine karşı çıkmış, mutluluk ahlakını önermişlerdir.

Doğru olan sosyal, siyasi, ekonomik hayatın içinde olup doğru olmak ve doğru kalmaktır. Bu anlamda ilk peygamber cenneti, son peygamberi cebeli(hira dağı) terk etmişlerdir. Ruhbanlık yok, rehberlik vardır. Bencillik yok, fedakarlık vardır. Tek kutupluluk yok(dünyevi), çift kutupluluk vardır. Her şeye kul olma değil, tek Allah’a kul olmaktır.

Aristoteles’in mutluluk konusunda verdiği pratik reçete, orta yol öğretisidir. İnsanlar mutluluğa ulaşmak için aşırı uçlardan kaçınmalıdır. Mesela Aristoteles’e göre korkaklık ve gözü karalık iki aşırı uçtur. Bunlar arasında orta yol cesarettir. Aynı şekilde para harcama konusunda müsriflik ve hasislik iki aşırı uçtur. Bunlar arasında orta yol, cömertliktir. Bu ifade ve örnekler Kur’an ahlakıyla da örtüşen, vasat ümmet anlayışına da uygun yaklaşımlardır. Yani Aristoteles’in tezi islamla benzeşmekte ama aynı sonuca varmamaktadır. Diyelim islamın yasaklarından içki içmek, bunun ortası olamaz. Kumar oynamak, bunun ortası olamaz. Bir bu yönleriyle birebir aynı değildir. Bir de uhrevi ödül ve ceza yönüyle

Belki burada Kant’a haksızlık etmemek, atlamamak gerekir. Birçok filozof, ahlaksal eylemlerin insanların arzu ve eğilimlerini tatmin eden, onlara cevap veren, yani insan haz veya mutluk veren eylemler olduğunu savunur. Ama Kant bunların tersine ancak ödev duygusunun belirlemesi sonucunda yapılan eylemin ahlaki değerliliği vardır. Kant ödeve uygun olan eylemlerle ödevden doğan eylemler arasında bir ayrım yapar. Örneğin bir bakkalın çikolata almaya gelen bir çocuğu kandırmaması ödeve uygundur, ama ödevden çıkmayabilir. Yani bakkal bunun duyulacağı, itibar ve müşteri kaybına uğrayabileceğini düşünmüş olabilir. Buna karşılık bu bakkal yalnızca hiç kimseyi aldatmaması gerektiğini düşünerek bunu yapmışsa, bu eylem ahlaksaldır; çünkü salt ödev duygusundan kaynaklanmaktadır. Bir de Kant, “evrende, hatta evrenin dışında mutlaka olarak iyi diye adlandırılabilecek tek bir şey vardır; O da iyi niyettir.”der. Kant’ın ahlak anlayışı, doğru ve derin yaklaşımlar içermektedir. Ama bu her zaman mümkün müdür? Bu gün çok farklı teknik, imkanlar ve yollarla yolsuzluk, hırsızlık ve hile ile işler yapanlar vardır. Bu durumda ahlaksızlık yapanı ne engelleyebilecektir. Ya da ahlaklı olmanın, açık-gizli iyi bir davranışın ödülü hiç mi olmayacaktır.

Eğitimdeki, insan faaliyetlerinde istenilen yönde davranış değişikliği sağlama çabası eğitimin amacıyla, ahlakın amacını bir şekilde örtüştürmektedir. Ama bu söz konusu alanların kaynağı da önemlidir. Yani materyalist ve pozitivist bir ahlak anlayışında, bazen haz(hedonist), bazen faydacılık(pragmatist), bazen iyi insan olarak tanınma, herkes tarafından sevilme (popülist) güdüleri vardır. Oysa ilahi dinlerde insan davranışlarında, özel de islam dininde tevhid-niyet-ihlas davranışlarda etkindir. Ahlaksız bir din anlayışı yoktur, bu duruma beşeri dinler de dahil. Çünkü ahlaki daim/kaim kılan dinin uhrevi ödül ve ceza denklemi/dengesidir.  Pekala dinsiz ahlak olamaz mı? Elbette olur. Lakin esas saik ne olacaktır? Doğru-yanlış ve iyi-kötü neye göre tefrik edilecektir. Diyelim ki rasyonalite ile çözülür. Herkesin akıl düzeyi, işlevi ve işleyişi aynı mıdır? Ya da menfaati, mazereti ve mücbir durumlarda kişiyi ne yönetecek, yönlendirecektir?

Bu gün dünyada ve ülkemizde eğitim sisteminde, moral/ahlak eğitimi ya da değerler eğitimi ya da etik değerler başlıklarında dersler konulması ya da aktiviteler yapılması eğitimde ahlak konusunun  atlanmasının ne gibi sorunlara sebep olduğunun kabulü anlamına gelir. Bu durumda tartışılması gereken eğitimin bu hem formel ve hem de informel alanda, eğitimin merkezine ahlakın nasıl yerleştirileceğidir.

Şunu sanki ayırmak/tartışmak gerekir. Ahlak ya da ahlakı destekleyen dersler, öğretim yoluyla verilebilir mi? Yani doğruluk, dürüstlük, insan-severlik, vatanseverlik, hoşgörü, yardımseverlik…bunların doğru olduğu; zalimlik, sahtekarlık, yolsuzluk, yalancılık, acımasızlık…düşünce ve davranışlarının yanlış olduğunu öğretmek fikirsel anlamda gerekli ama fiili anlamda yetersiz değil midir? Dersin adında ve içeriğinde hiç ahlak geçmese, ama eğitimci ders işleyişinde, öğrencilerle ilişkisinde, meslektaşlarıyla iletişiminde, okuldaki materyalleri değerlendirişinde, konuşmasında, giyinmesinde “iyi olsa” bu yeterli değil midir? Bu çerçeve de, öğretimde(el-kitap ve tebliğ), eğitimde(peygamberlerin öğreticiliği ve örnekliği) gereklidir diyebiliriz.

Eğitimde ahlak, mutlaka hem öğretim hem de eğitim yoluyla verilmelidir. Vicdani ,fikri ve fiili bir şekilde eğitimin içine yerleşmelidir. Ama burada esas olan derslerin(ahlak ve ahlaki nitelikteki-isimdeki dersler) çoğaltılması değil, yaşamsallaştırılmasıdır. Bunu sağlayacak olan da, eğitimcilerin örnekliği ve rehberliğidir. Salt din eğitimi almış olanların öğretimi ve örnekliği yeterli olmayıp, her daldaki eğitimcinin ahlaki anlayış ve duruşu sorunu aşmaya katkı sağlayacaktır. Zira her alandaki insan ve meslek grubu, eğitimcinin tedrisinden geçmektedir.

Unutmayalım ki değerli ve gerekli olan bir şey yaşandıkça/yapıldıkça konuşulmayacaktır. Nasıl ki nefes alıp verme sağlıklı bir durumda konuşulmadan kendiliğinden olup biten bir şey ise, ahlak/değerler de aynı şekilde olacak/oluşacaktır. Aynen Gazali’nin dediği gibi: “Ahlak, nefiste yerleşmiş bulunan bir yetidir(melekedir) ki ondan fikri zorlamaya lüzum kalmaksızın davranışlar kolayca ortaya çıkar.” 

Yorumlar 1
Ensar 22 Mayıs 2022 17:13

egitimde ahlâk sorununu felsefik boyutuyla derinlemesine anlatmışsınız. kaleminize sağlık, teşekkürler.

Yazarın Diğer Yazıları