• Haberler
  • Gündem
  • 'KANATSIZ KUŞLAR ŞEHRİ'NDEN İKİ YIL ÖNCE GÖÇ ETTİ

'KANATSIZ KUŞLAR ŞEHRİ'NDEN İKİ YIL ÖNCE GÖÇ ETTİ

Usta Yazar Emir Kalkan, tam iki yıl önce 30 Temmuz 2015 tarihinde 67 yaşında hayata gözlerini yummuştu. Akciğer rahatsızlığı sebebiyle yitirdiğimiz Türk Edebiyatı'nın tanınmış simalarından Kalkan'ın vefatından önce kendisiyle yapılmış röportajı yeniden yayınlıyoruz. Röportaj 25. Dönem Kayseri Milletvekili Kemal Tekden'in danışmanı Muhsin Turan tarafından Eyvan Dergisi için 28 Ocak 2015 tarihinde yapılmıştı.

Eserlerinde ömrünün önemlice bir kısmını geçirdiği Kayseri’yi, Kayseri insanlarını ve aşkı anlatan usta yazar Emir Kalkan 67 yaşında hakka yürüdü. Kalkan'ın aramızdan ayrılmasına sebep olan hastalık ise akciğer rahatsızlığı.
Biz de usta yazarımızın aramızdan ayrılışından duyduğumuz derin üzüntüye binaen yazarımızın anısına, 25. Dönem Kayseri Milletvekili Kemal Tekden'in danışmanı Muhsin Turan'ın usta yazarımız Emir Kalkan ile 28.01.2015 tarihinde yaptığı özel bir söyleşiyi siz değerli okuyucularımızla tekrar paylaşmak istedik.
İşte Eyvan Dergisi'nin 9. sayısında 28.01.2015 tarihinde yayınlanan söyleşinin tamamı:

Erciyes’in Eteklerinden Türk Kültürünün Zirvelerine Uzanan Bir Bilge Tebessüm: Emir Kalkan
Emir Kalkan Kayseri’de doğdu (1948). Uzun süre Halk Edebiyatı konusunda alan çalışmaları yaptı. Türk Dünyası Araştırmaları, Türk Folklor Araştırmaları ve Türk Edebiyatı dergilerinde yazdı. Kanatsız Kuşlar Şehri isimli kitabı ile 2002 yılında Türkiye Yazarlar Birliği ödülünü kazandı. Eserlerinde ömrünün önemlice bir kısmını geçirdiği Kayseri’yi, Kayseri insanlarını ve aşkı anlatır. Zengin bir kelime hazinesine yaslanan güçlü ve ahenkli üslubuyla dikkat çeker. Mahalli olandan yola çıkarak kendine özgü renkleri, evrenselliği yakalamış bir üslupla kendini aksettirmiştir.

Kayseri’de Dünler:  “Sofa, hayat, zerzembi, tokana, aşkana… Çıra, fitil, aşırma, kuyu, çar, nalın, pençe, yama… Arıtsak, taka, iskembi, tandır… Öyle sanıyorum ki pek çok insana, hele hele gençlere oldukça yabancı gelecektir bu sözcükler. Oysa bir zamanların, daha dün denebilecek zamanların, hayatı anlatan vazgeçilmezleriydi bunlar. Türkiye’nin kalkınma hızı, dünü, bugünü, atılımları, bence hesaplanamaz, yüzdeye sığmaz çünkü. Elli yılda kuruştan trilyona, kardaş lastiklerden Togo çizmelere, yamalı ceketlerden gardıroba, zerzembiden buzdolabına, faytondan lüks otomobile, barakandan villaya, dar ve toprak yollardan, otobana, iskembiden kalorifere, çıradan avizeye geçmiş bir toplumun kalkınma hızı sanırım yüzdelerle hesaplanamaz. Emir Kalkan. Yurttaş Sokak . Ötüken yayınları 2012 “

Hocam Kayseri’deki nüktedanlar kimler olabilir? Hatıralarınızda, nüktelerinden bahseder misiniz?
Şimdi nüktedan deyince “Kanatsız Kuşlar” kitabım da Dokuz Ömer Emmi isimli bir hikâye yazdım. Benim tanıdığım en iyi nüktedan oydu. Dokuz Osmanlı dedikleri yola mensuptu. Bir diğeri ise de Gözlüğün Osman derlerdi. Burada Roma mezarının yanın da bisikletçilik yapardı. Biz çocuktuk o zaman. Onda da müthiş espriler vardı. Bu ikisini tanırım nüktedanlar olarak. Şimdiki mevcutların içinde ise Mehmet  Kızıklı var, Mehmet Başoğlu var. Burada Halk filozofu  Ömer Çolakoğlu’nu da mutlaka anmak gerek. Filozoftan çok sayıda  fıkra anlatılır. Mesela sizin doktorların zoruna gitmesin de , Filozof bir gün motoruyla Gültepe’de bir  civcive çarpmış,  mahallenin kadınları başına toplanmış,  aman bizim civciv şöyle soylu böyle boyluyu ,İran’dan,  acemden geldiydi diye başlamışlar feryada. Filozof; yahu bacım demiş, ne övüp duruyorsunuz, okuyup doktor olacak değil ya, büyüyüp tavuk olacak, ben şimdiden size tavuk parası vereyim de yakamı bırakın…
Yine günümüzdeki nüktedanlardan Av. Tural Pınarbaşı var. Bir fıkrada ondan anlatayım. “ Biz, babam gardaşlarım, hepimiz akşam evde toplanır, komşuların hepsine teker teker söverik. Ola ki onlar bize sövdüyse ödeşek diye.. Yine bir gün toplandık, komşulara sıra ile söverken kapı çalındı, babam kapıyı açtı ve bize dönüp, kalkın lan ayağa dedi, meğer sövdüğümüz adammış gelen, hepimiz kalktık. Bakın oğlum dedi babam, bunlar asil adamalar bunlara oturarak sövülmez…”
Nüktedanların arasına Âşık Meydanî’yi de katmak gerek. O da köylülerin içinde yarım evliya diye anılırdı. Kayseri’nin köylerine gider, süt vermeyen ineğe, havlamayan köpeğe okur üflerdi.
Bir gün köye götürmüşler yine. Bir zenginin atan yatan belalı bir oğlu varmış, onu önüne getirmişler, meydani okuyup üflemiş; oğlana, bak sana elimi verdim artık içersen çarpılırsın, demiş. Çocuk gitmiş, arkadaşlarıyla konuşunca vaz geçmiş, gece yarısı geri gelmiş, Meydani’nin kapıya dayanmış, hocam al şu elini, ben vaz geçtim diye bağırıyor, meydani korkmuş ; aman oğlum, demiş, sen kapının önüne koy da ben sabah alırım elimi”
 Ben daha çok meczupları severim. Onlarla daha çok haşır neşir olurum. Ve şehrin gerçek efendileri diye de onları kabul ederim. Meczupluk bir tarikat da bir yolda  bir aşk halinde bir yere takılıp kalmaktır. Orada kaldığın zaman meczup olursun, ileri geçemezsin. Örneğin; Gıyas ağabeyimiz vardı öldü( Mekanı cennet olsun) . Bana şehrin yarısı ölmüş gibi geldi. Elinde değneği ile gezer, dururdu.  Bir gece geç saatte karşılaştık, kar  kış ,her yer donmuş şekilde. Beni görünce sevindi. Hayırdır Gıyas baba ,dedim. Biz,  tüm evliyalar burada toplanır, sabah namazını Cam-i Kebirde kılar, oradan görevlerimize dağılırız, dedi. Kimimiz rızık dağıtır, kimimiz fakir fukarayı sevindiririz, dedi. İyi iyi dedim, Mevlana’da gelir mi toplantıya?  Düşündü, değneğini kaldırdı, yook dedi, o gelemez, o benden korkar çünkü…”
 Ben böyleleri daha çok severim ve bence en iyi nüktedanlar da bunlardır.
Bir akşam da Hunat Camiinin önünde gördüm onu. Oturmuş, derin derin düşünüyordu. Hayrola Gıyas Baba, ne düşünüp duruyorsun dedim.  “ Ben düşünmeyim de kim düşünsün, dedi. Bu altı miyar adam akşam ne yiyecek!”
Bir gönül bağım vardır onlara. Ben mağlup adamları severim. Başarılı adamlarla pek aram yoktur. Allah işlerini rast getirsin onlarında. Ben yenilen boksörü severim, koşuyu bitiremeyen atleti severim, sınıfın en arkasında oturan çocuğu severim, ben yenilenleri severim. Daha çok da onları yazmaya çalışırım. Bir TV programında sordular. Emir Bey siz hep yoksulları mazlumları yazıyorsun, zenginleri yazmıyorsunuz, diye. Yoo, Ben hep zenginleri yazıyorum aslında, dedim. Benim kahramanlarım veren paylaşan insanlardır. Siz zengin deyince malı mülkü parası olanları anlıyorsunuz. Benim gözümde zenginlik düşmüşü kaldırmak, yolda kalmışın elinden tutmak, vermek, paylamaktır. Biz böylelerine zengin deriz. Vermek zordur. Oysa Kuran’da ‘canınız yanana kadar verin’ buyruluyor.
Niyazi Yıldırım dizelerinde ne güzel anlatır bunu;
“Dedem Korkut der ki: Oğul
Çoğalasın ver ki oğul
 Herkes görür her mesleği,
 Vermek Peygamber mesleği “
 Evet, vermek Peygamber mesleğidir. Verin siz, veremeyenler zengin değil, toplayıcıdır, deşiricidir.
Madem meczupları konuşuyoruz Yakup Babayı da analım. O da hiç kıpırdamadan, aynı noktaya kilitlenip saatlerce dururdu. Ve tek bir sözü vardı  “Yaz Allah’ın hesabına.”  Bir bardak çay bile içse yaz Allah’ın hesabına, derdi.

Bizim Anadolu insanı nükteyi nasıl kullanırdı?
Bizim Anadolu insanı lafı gediğine koyar. Çok deyim bilirler, çok atasözü bilirler. Biraz geleneklerinde de vardır yani. Öyle dar bir bölge olmasına rağmen müthiş espriler üretilir oralarda.

Hikâyeleriniz de çok güzel nükteler kullanıyorsunuz. Bu nükteler geleneği bilen insanlar için çok değerli. Şimdi zamanın gençliği batılı esprilerini daha çok kullanıyor. Eski ile yeni nükteler hakkında ne söylemek istersiniz?
Burada ben benci bir gözle bakmıyorum. Fakat Anadolu’nun esprilerin de müthiş bir bilgelik derinlik vardır. Mesela halkın ürettiği çoğu espriler Nasreddin Hoca ve İncili Çavuş gibi insanlara mal edilmiştir. Onların ağzından duyduğumuz için çok hoşumuza gider. Yani derinliği olan şeyler. Birde bizimkiler kafayla, gönülle, fizikle ilişkilidirler. Yani ya fiziğin ile bir şeyler söylerler, ya da kafan ile gönlün ile ve yahut davranışın ile bir şeyler söylerler. Mesela cimriyi bir söz ile batırır. Cömert’i bir söz ile över. Sevdayı bir deyim ile yüceltir. Ama batının esprileri çok yüzeyseldir. Ben espri bile kabul etmem onları.
 Bir örnek vermek istiyorum burada. Görgüsüz, kaba, ben okudum, üniversite bitirdim falan diye övünen, halden bilmez birine, bizim köylü  “ olsun yeğenim, okumanın adam oymaya zararı yok demiş”
Bir batılı biri soya çekimini anlatıyor. İşte babadan anneden genler geçer o böyle olur şöyle olur falan filan ve sonunda biz buna soya çekimi deriz. Dinleyicilerin arasında da köylünün biri bunu dinliyor. Ve diyor ki; Bizi öyle gen filan bilmeyiz. Sizin anlattığınızı anladığım kadarıyla ifade edeyim diyor.

“Katranı kaynatsan olur mu şeker, Cinsini sevdiğim cinsine çeker.”
Olay budur, bu büyük bir farkındalıktır.  Anadolu’da. “otu çek köküne bak” derler. Yani bizim Anadolu’nun esprileri harikadır, derindir. Bunlar aynı zamanda Türk’ün sosyolojisini de sergiler.

Eskiden birçok oyunlar oynanırdı ve bu oyunlar ile çok eğlenilirdi. Eskiler nasıl eğlenirdi ve bu oyunlar nelerdir?
Bunlardan bir kaçı sayı oyunu, bilye, âşık oyunu, gazoz kapağı ile oyunlar oynardık. Yine o zamanlar top oynardık, geceleri saklambaçlar oynardık. Kızlarımız ip atlarlardı. Ama erkeklerin baş oyunu çelik çomak oyunu ve en fazla çelik çomak oynardık. Bizim büyüklerimiz benim çocukluğumda köy düğünlerinde mutlaka davul ve zurna olurdu. En çok düğünlerde oynadıkları oyun “ Köroğlu ve Harmandalı” idi.

Bizim Eyvan Dergisini nasıl buluyorsunuz?
Eyvan iyi bir dergi. Kültürümüzle, geleneklerimizle, milli bütünlüğümüzle yakından ilgili. Çıkartanların, emek verenlerin ruhları sindiği için sıcak samimi, kucaklayıcı bir dergi. Eyvan bizden biz Eyvandanız.

Bakmadan Geçme