BİZİM KAMPÜS
BÜYÜMEDEN BÜYÜYEN BİR KIZIN HİKAYESİ ALNIMIZDAN ÖP HÜZÜN YIĞINI HALİL CİBRAN PAY EDER MİYİZ? BİR GEÇİT: SELAM
ALNIMIZDAN ÖP
Meryem, paklığın ve adanmışlığın diğer adı sen... Kirlenmiş ruhlarımızı paklamayı unutmuş biz. Biz birçok şeyi unuttuk Meryem. Allah'a sığınmayı unuttuk, besmeleyi unuttuk, hamdeleyi unuttuk. Rasul'ün bizim için ettiği gözyaşlarıyla arşa yükselen dualarını unuttuk. "Kardeşlerimi özledim" dediğini unuttuk. Kırılan dişini, taşlanırken kan revan olan mübarek ayaklarını unuttuk. Yetimin başını okşamayı unuttuk sonra, kendi çocuğumuzun başını okşamayı unuttuğumuz gibi. Doymadan kalkmamız gereken sofradan doymak bir kenara tıka basa dolu bir mideyle kalkıyoruz artık. Bu yüzden yoksulu doyurmayı da unuttuk. Kendi gardırobumuzu tıka basa doldururken çıplak ayak dolaşan çocuğu unuttuk. Meryem, gözümüzü ve karnımızı doyurmaktan kalbimize sıra getiremiyoruz. Adaletsizlikler artık bizi ağlatmıyor. Gül Muhammed'in adını duyunca gözlerimiz yaşarmıyor, kalbimizi sakinleştirmek için elimizi göğsümüze bastırmak zorunda kalmıyoruz artık. Bunun yerine ağlamamız gereken ne varsa ona ağlıyoruz, dokunmasalar da ağlıyoruz biz artık Meryem. Dünya adımızı duyunca titremiyor, biz artık düşmanın kalbine değil kilometrelerce öteden, yanı başımızdalarken bile korku salamıyoruz. Düşman içimizde, düşman her yerde. Ve biz şikayet etmiyoruz. Yok olduk Meryem, bizi yok ettiler; biz de izin verdik. Boyun eğdik. Biz Allah'a boyun eğmeyi bıraktığımızdan beri önümüze gelene boyun eğdik. Allah'a ve O'nun habibine olan sevgimizi unuttuğumuzdan beri batının şehveti yıkıp yaktı gönlümüzü. Biz insanlığımızı yitirdik, bulamıyoruz.
"Meryem.
Gel, bizi de alnımızdan öp.
Öp ki, filizlensin oradaki insan olma gücümüz."
Hilal Rumeysa Doğan ([email protected])
HALİL CİBRAN
Halil Cibran... Cümleleri yüreğime dokunan adam... "Rabbim, tavşanı bana av yapmadan önce beni aslana av yap" deyip de gönlümün bir köşesinde kurduğu tahtı sarsamadığım nadir insanlardan. "Bir insanın kalbinde yeni bir köşe açabilirsem, boşa yaşamamış olacağım." deyip; bir insanın gönlünün başka bir insanın vatanı olabileceğini anlatan, "Dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat, arkana bakma" deyip hayat dediğimiz oluşa güzelliklerinden yaklaşmamız gerektiğini söyleyen, "Hafifçe vururum pencere camlarına, hisseden ruhların bildiği bir şarkı olur bu ses." deyip de yağmur olan, "Biz sızlanıyoruz, çünkü bizim ruhlarımız Tanrı'dan koptuğumuz anı yaşıyor hâlâ" demesiyle ruhumuzun tüm sancılarının sebebini tek cümleye sığdıran, "Eğer kış, 'Bahar yüreğimdedir' deseydi, ona kim inanırdı." deyip de umudu yüreğimize özenle yerleştiren adam.
Önceden edebiyatından etkilendiğim insanların hayatlarını merak eder, araştırırdım; acaba neyi doğru yapmışlar da böyle biri olabilmişler diye. Hayal kırıklığına zorunlu bir uğrayışım olurdu çoğu zaman. Bu sefer de durumun pek farklı olduğunu söyleyemem ama şunu öğrendim ki insanlara dair öyle hayallere filan hiç yeltenmemek lazım. Bu yüzden Halil Cibran'ın da göçlerle ve sevdiklerini art arda kaybetmekle acılanmış bir hayatı olmasına rağmen çok ayrıntısıyla öğrenmiş değilim bu hayatı. Yazdıklarında kadın hakları, ruhban sınıfına yaptığı eleştiriler tehlikeli ve gençliği zehirleyici bulunarak kilise tarafından aforoz edilince Cibran şöyle der: “Cezaya çarptırılıp, sürgüne gönderildim ve kilise tarafından aforoz edildim. Geçirdiğim yıllarda hiçbir pişmanlığa kapılmış değilim. Gerçeği arayıp da onu insanlara açıklayan herkes acı çekmeye mahkumdur.”
Halil Cibran'ın hüzünlü cümleleri ne zamandan beri yüreğime böylesine etki ediyor bilmiyorum ama tam da yirmi yaşımdayken okuduğum Kırık Kanatlar kitabından şu kısmı gördüğümde büyüdüğüm, benim de kanatlarımın artık kırık olduğu gerçeği ani bir tokat gibi çarpmıştı yüzüme.
“…Yirmi yaşımdayken annem bana şöyle demişti:
“Manastıra girseydim, hem kendim, hem başkaları için en iyisini yapmış olacaktım.”
“Eğer manastıra girmiş olsaydın ben dünyaya gelmezdim” dedim.
“Dünyaya gelmen daha önce kararlaştırılmıştı oğlum”dedi.
“Evet ama, dünyaya gelmeden çok önce seni annem olarak seçmiştim ben” diye karşılık verdim.
“Dünyaya gelmeseydin cennette bir melek olarak kalacaktın” dedi.
“Ama ben hâlâ bir meleğim” diye cevapladım.
Gülümsedi ve dedi ki: “Kanatların nerede peki?”
Elini tutup omzuma koydum ve “Burada” dedim.
“Kırılmışlar” dedi.
Bu konuşmadan dokuz ay sonra, annem dönülmez ufukta yitip gitti. Ama ‘kırılmışlar’ sözü içimde yankılanmaya devam etti…
Daha fazla kelama gerek yok sevgili okur, şu üç beş alıntı bile ruhumuzu sarsmaya yetiyor. Geriye sessizlik kalıyor. "Söylemek istediğim sözleri sessizliğin tâ yüreğine koyuyorum, çünkü sessizlik tüm sözlerimizi sevgiyle, hevesle, inançla saklar." Selametle.
Hilal Rumeysa Doğan ([email protected])
HÜZÜN YIĞINI
Ellerim bir yığın hüzün taşıyor sanki
Kalbim kaldıramadığı için biliyorum
Yüreğim vurgun yemiş gibi
Hissediyorum, hissediyorum ama göremiyorum
Derinlerde,çekip çıkartamıyorum
Sadece sızlıyor hissediyorum
Hissediyorum bu sızıyı,tarif edemiyorum
Sadece istiyorum, istiyorum söküp atmak atamıyorum
Ellerim,iyi ki var ellerim
Bu tarifsizliğe dil oluyor yüreğim
Ellerim dokundukça derinlere
Hüzün sızısıyla sızlıyor tüm bedenim
Ama ellerim yorgun düşecek bir gün
O gün göz kapatacak kalbim
Biliyorum ama ellerime söz geçiremiyorum
Deniyorum ancak ellerime mukayyet olamıyorum
Hasibe ÖZGÜR
PAY EDER MİYİZ?
Dur'mak, dur'ulmak, dur'aksamak. Sonra dünya ağır çekime girdi. ''Gözlerinin tuhaf deseninde çocukluğa benzeyen çizgiler, sesinde bir yol hikayesinin mızıkalı fon müziğiyle...'' Kenti bir rüya halindeymişim gibi geçiyorum... Kurallar, ders saatleri, mesai saatleri, ulaşım vakti gibi kavramların hüküm sürdüğü bir dünyada elbette hayale vakit kalmıyor. Bu baharda biraz hayal gerek bize... Bak, sana çimlerin ve çamların derin nefesiyle soruyorum: Kursak bir hayal; pay eder miyiz her gönlü zora düşene? Kendimize mi saklarız hepsini? Ya da en sevdiğimize mi harcarız yalnız? Hayat bir sır değil. Günler görünüşte sakin ve bir o kadar düzen içerisinde ilerliyorken, düzensizliği de görebilelim. Bir bakış açısı fikir dünyamızı hayrete düşürsün mesela. Açalım zihnimizi, olabildiğince genişletelim göğüs kafesimizi, bir insanın sessizliğinden hikayesini dinleyelim. Olabilir mi? Mümkün. Hepimiz birer hikaye yazıyoruz aslında. Hepimiz kendi hikayesini yazıyor hergün. Yaşamak da yazmak. Öyleyse yazılanı, yazılı olanı tekrar yazıyoruz... Bizde bir gençlik ağrısı var; her geçen gün yenisinin eklendiği, eskisinin basitleşerek uçup gittiği. Bir türlü ayarını tutturamadığımız; heyecanlarımız, öfkelerimiz, tereddütlerimiz, sevinçlerimiz, korkularımız, düşüncelerimiz.. var. İnsan korkaklığı yüzünden birçok şey kaybedebilir. Iskaladıklarımız, kıl payı kaçırdıklarımız... Doğruya sende yaşadın bunları, sende geçtin bu yollardan. Bu yüzden sır değilya hayat. Bunu sana söylettiğim için yazık bana. Ve ben aynı yolları tercih ettiğim için bir kez daha kırgınım, bir kez daha kızgınım kendime... İqbal Masih! Ruhu erken yaşta yara almış bir çocuk. 12 senelik ömründe yüzlerce çocuğun kurtuluşuna vesile olmuş. Onunki bir sır işte. O yürek bir sır. Yolunu farklı seçtiği için, düşüncelerinin izini sürdüğü için, özgürlüğünün ve kurtuluşunun peşini bırakmadığı için, aklının da kalbinin de hakkını verdiği için... Küçük bedenine yağan kurşunlarla veda ediyor bu dünyaya. Bizler savaşı, mücadeleyi fotoğraflardan tanıyoruz, manşetlerden okuyoruz. Bir yazar katıldığı söyleşide aynen şu cümleleri kullanıyor: '' Bir çocuk kitabı yazıyordum ve üstelik savaşı, savaş maduru küçük bir çocuğu anlatıyordum. Çocuklar okurken incinsin istemediğim için herbir kelimesi üzerinde uzun uzun düşündüm. Ağır duygulardı ama çocuklara ölçülü yansıtmak istedim.'' Bakınca iki tarafda çocuk. Bir tarafı sar pamuklara, diğer tarafı ateşler, mermiler, betonlar... Kapı eşiğine takılan dalgınlığımla uçuşan cümleleri toplamaya mecalim yok şimdi. 3 yaşında ağlamayı kessin diye televizyon başına oturtulan bir çocuğu, 12 yaşında televizyon-bilgisayar başından kaldıramıyorum şikayetiyle doktora götüren aileler kadar çelişkili her şey. Ve yine; bir gün '18 yaşında Fatih Sultan Mehmed İstanbul'u fethetti sen hala...' diye cümlesine başlayarak gençleri yargı yağmuruna tutan kişinin, başka birgün maskeli balo davetiyesi dağıtması kadar çelişkili... Tüm bunlar umutsuzluk yahut mutsuzluk değil. Üzeri örtülerek bir çeşit görmezden gelme hali yaşıyorken sağlıklı sonuçlar alamıyoruz. Hepsi bu. Sözcüksüz ve ruhsuz yaşanmıyor. ''Zaten insan ya sözcüklerin sınırında özgürleşir ya da gökyüzünün sınırsızlığında...'' İlk adımımın bilinci bilinçsizlik miydi bilmiyorum. Ama gide gide kendime varıyorum, onu biliyorum en azından... O halde başa dönelim; bahar geldi. Mavi çarşaf, yeşil örtü, renkli hayaller gerek... Bak, iskeleyi dövmüyor artık dalgalar. Rüzgar kırmaz artık dallarını. Şehrin şafağıyla Ramazan günleri de belirdi. Turgut Cansever'in satırları ile kendimizi düşünmeye sevkederek bırakalım: ''Şehri imar ederken nesli ihya etmeyi ihmal ederseniz; ihmal ettiğiniz imar ettiğiniz şehri tahrip eder.''
RUMEYSA KURT
BİR GEÇİT: SELAM
Selam isim olmuş gönülden çıkan dumana
Bir duman ki yayılan her ortama
Kokusu misk, rengi berrak, hızı sonsuza
Kalp atışları ritim olmuş her çıkışına
Selam bir bulut olmuş semadan arza
Gören olmuş göremeyen olmuş buluttan gelen yağmurda
Tohum veren olmuş, yaprak döken olmuş her bir dokunuşta
Sevinç olmuş, özlem olmuş her süzülen toprağa
Selam bir sadaka olmuş tebessüm gölgesi ardında
Veren olmuş veremeyen olmuş sadaka derinliği altında
Derinlikte ezilen olmuş, her tanıdıktan kaçan olmuş
Gafil olmuş, seyreden olmuş attığı her adımda
Selam, rahmet olmuş yaratılan varlığa
Varlık konu olmuş her kılınan salaha
Şahit olmuş her salah kurulan mizana
Toprak olmuş, çamur olmuş her zerreyi mahluka
Selam galebe çalmış her yaşanan zorluğa
Zorluk sabır olmuş bu yalancı dünyada
Sabır selamet olmuş her işin sonunda
Meleklerden selam olmuş cennet kapısında
AYŞE ACAR
BÜYÜMEDEN BÜYÜYEN BİR KIZIN HİKAYESİ
Küçük bir kız vardı, ben onu bildiğimde küçüktü en azından; dün rastladım bir fotoğrafta kocaman olmuş. Neye göre büyüyorsa insan?
O küçükken de kocamandı hatırlıyorum. Ben babama sarılırken onu terk etmişti babası, ben annemi öperken onu terk etmek zorunda kalmıştı annesi(?) Sahi, hangi anne terk etmek zorunda kalır evladını, yoksa bu bizim uydurduğumuz bir yalan mı? Zorunda kalmak … Götürebilirmiş bir anneyi… Küçücük yavrusunu terk edip gidebilirmiş, minik bir dev yürek bırakabilirmiş geride, farkında dahi olmadan. Gitmişti işte, bahanesi hazırdı bile “zorunda kalmıştı”.
Simsiyah saçları vardı onun, bükük bir boynu, nerden bakarsanız yüzünden okuyabileceğiniz bir yalnızlığı ancak tüm bunlara rağmen ışık saçan zeytin gözleri… Küçücük parmakları vardı hatırlıyorum, tırnaklarını bile izlerdim, kalem tutarken dahi kimsesiz parmaklarını… Babalarının ellerinden tutup parka gitmeyen çocuklara o ellerle kalem tutmayı kim öğretebilirdi ki? Öğretememişlerdi, sevmiyordu, istemiyordu, kabullenemiyordu bazı şeyleri ama yapabileceği hiçbir şeyi yoktu. Yapabileceği hiçbir şeyi olmayan çocuklar büyümeden büyümek zorundadır. Çaresizlikleri bir musalla taşı soğukluğuyla yüzlerine çarpar yaşadıkları her olayda. Bir gün geldi ve o musalla taşının acı gerçekliğiyle bizzat yüzleşmek zorunda kaldı, en sevdikleri sırayla ölmeye başladı, tıpkı hayalleri gibi. En sevdikleri anne babası değildi. Ona ben vermiştim bu haberleri , çok da büyük sayılmazdım. O mu? O, benden yaşça küçük ama çok daha büyüktü. Omzumda ağladı günlerce. Onu da alıp uzaklara gitmeyi istedim o zamanlar, dünyanın güzel bir yer olabileceğini ona anlatabileceğime inandırmıştım en azından kendimi; fakat olmadı… Olmayacaktı çünkü zaman geçiyordu ve dünya hiç de iyi bir yere doğru gitmiyordu. Bu süreçte hayallerimiz hayal olarak kalıyordu ve o musalla taşı soğukluğu bir an olsun ayrılmıyordu yanımızdan. En nihayetinde kopardılar bizi birbirimizden… Şimdi bilmiyorum ne yapıyor, şimdi bilmiyorum nelere ağlıyor, şimdi bilmiyorum kimlere dert yanıyor ve nasıl bir son onu bekliyor… Şimdi benim onun için hiçbir şey yapamıyor oluşum, musalla taşından daha soğuk bir gerçeklik, yakamı bırakmıyor.
Dün bir fotoğrafta gördüm, büyümüştü. Ama o zaten büyümeden büyümüştü…
İREM ERCAN
([email protected])